Ulema, halifeyi dinde hüküm, dünyada saltanat sahibi olarak tanımlar. Halife sulh zamanlarında insanların amiri, harb zamanında ise kumandanıdır. Onlara göre hilafetin ikamesi icma ile ümmet üzerine vacibdir…
Yakup Döğer
Sözlükte “birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak, birinin ardından gelmek/gitmek, yerini doldurmak, vekâlet veya temsil etmek” gibi anlamlara gelen hilâfet kelimesi, terim olarak İslâm devletlerinde Hz. Peygamber’den sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eder. Halîfe de (çoğulu hulefâ, halâif) “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse” demektir ve devlet başkanı için kullanılır. Devlet başkanlığının bir adı da imâmettir. Devlet başkanına, Resûl-i Ekrem’in vekili olarak onun adına toplumu yönettiği için halife, önder ve lider olması sebebiyle de imam denildiği anlaşılmaktadır.(1)
Osmanlı Devletinin modernleşme dönemiyle birlikte hilafet kurumu, aleyhine olacak ciddi tartışmalara muhatap olmuştur. Hilafet müessesesi siyasi, hukuki, içtimai alanlarda ciddi tartışmalarla karşılaşmış, olmasının zaruretini savunanlar kadar, gereksiz ve sonradan ortaya çıktığını ileri sürenler de olmuştur.
Tanzimat sonrası tebaadan vatandaşa geçişte ve Osmanlı mülkünde yaşan bütün insanların, din mezhep ve etnik yapılarının farklılığı ile birlikte müsavat -eşitlik- ilkesine göre değerlendirilmeye başlandı. Bunun sonucunda halifenin ve hilafet kurumunun konumu, daha ruhani ve seküler bir yere taşınmıştı. Osmanlı’nın en uzun yüzyılının başladığı kritik ve bir o kadar da kaotik dönemde, Osmanlı için en lazım olacak müesseselerden biri hiç şüphesiz Hilafet kurumu idi.
“Halife” mi, “Hami” mi?
Böyle sıkıntılı bir dönemde, gerek ulema sınıfı gerekse Avrupalı olmak için büyük çaba gösteren laik kesim, halifeyi ve hilafet kurumunu esastan sarsacak tartışmalara başladı. İlerleyen süreçte I. Meşrutiyetin ve Kanun-i Esasi’nin ilanı ile birlikte padişahın yetkileri kısıtlanmaya çalışılırken, bu kısıtlama aynı zamanda halifenin yetki alanlarını da belli ölçüde daraltmaktaydı. Kanun-i Esasi’nin 4. Maddesinde siyasi irade, hilafet ve padişahlık olarak hukuken bölünmüştü. Kanun-i Esasi’de bütün “Müslümanların halifesi” ifadesinin yer almayarak sadece “hamilik” ifadesine yer verilmesi, halifenin ve hilafet kurumunun ileri dönük geleceğini de muğlaklaştırdı. Bu aynı zamanda din ile devlet işini birbirinden ayırmanın ilk adımları olarak değerlendirilebilir.
I. Meşrutiyetin kısa sürmesi ve II. Abdülhamid’in uzun iktidarı süresince yurtiçindeki basın ve fikir hareketleri baskı altına alındı. Bu baskıdan dolayı, yurtiçinde konu tartışılmamakla birlikte yurtdışındaki muhalif basında, halife ve hilafet sürekli tartışma konusu olmaya devam etti. Yurtdışında yer alan İttihat ve Terakki yanlısı basın ve özellikle Mısır’da neşriyat yapan Kanun-i Esasi Gazetesi, Osmanlı Hilafetinin gayrimeşru olduğunu dahi ileri sürdü. İttihat Terakki tarafından hazırlatılan “Hilafet Risalesi”, gazetede tefrika edilerek yayınlandı.
Hilafete dair risaleler
İmamet ve Hilafet Risalesi, İttihat ve Terakki’nin Abdülhamid iktidarına karşı ulemaya yaslanarak yüksek sesle kamuoyuna seslendiği bir risale olması bakımından, dönem itibarıyla kayda değer tarihi bir vesikadır. Risalede amacın, imamet ve hilafet devrinin sona erdiği ve artık parlamenter sistem cumhuriyetin kurulması gerektiğine dair bir yönlendirmenin olduğu açıkça gözlemlenmektedir. Risalede, Osmanlıların hilafeti gasp ettiklerine dair beyanların bulunması hem cesurca hem de pervasızca yazıldığı izlenimini vermektedir. Risalede hassaten dikkat çeken diğer bir husus, İngiliz projesi olan “Hilafetin Kureyşliliği” üzerinde durulmasıdır.
İmamet ve Hilafet Risalesi, Abdülhamid iktidarda iken İttihat Terakki’nin yayın organı olan ve Mısır’da yayın yapan Kanun-i Esasi gazetesinin 11, 12, 13, 14, 16, 18, 19, 21 ve 22. sayılarında neşredilmiş, daha sonra da risale olarak basılmıştır. Risalede ağırlıklı olarak imamet ve hilafete dair görüşler, İslam tarihinden ve hadislerden örnekler verilerek izah edilmekte, meşrutiyet, cumhuriyet, meclis ve meşveret kavramlarından da bahsedilmektedir. Risalenin ulema sınıfı tarafından hazırlanması da ayrıca önem arz etmektedir.(2)
II. Meşrutiyetin ilanından sonra konu üzerine tartışmalar daha da yoğunlaşır. Müslümanların siyasi teşkilatlanmasının en üst kurumu olan hilafet ve halifelik ciddi problemlerle karşı kaşıya kalır. Bu dönemde halifelik statü, yetki alanları ve itibar kaybı olarak belirsizliklerle ve yeni siyasi oluşum içinde aşağıya doğru itilmeye başlandı.
Hükümet-i Meşruta – Hilafet-i İslamiye
Ulema, halifeyi ve hilafet kurumunu yeni siyasi sistem içinde eritmeye, yeni düzene göre yeniden yorumlamaya çalışırken, başka bir paradoksla karşılaştı. Bu paradoks, halifenin ve hilafet kurumunun içeride zayıflatılmaya çalışılırken, ülke dışında ise bu kurumun yükseltilmesinin gereği idi. İçeride zaafa uğratılmaya çalışılan kurumun, dışarıdaki Müslümanların yardımını sağlamak ve aynı zamanda yardım etmek için manevi olarak yükseltilmesi gerekmekteydi. Bu çabalarına, yeni siyasi düzende yeni bir kavramsallaştırma ile meşruluk sağlamaya çalıştılar. Bu kavramsallaştırma; “Hükümet-i Meşruta – Hilafet-i İslamiye” olarak kendisini gösterdi. Kavramsallaştırmada dikkat çeken yön ise, meşrutiyet hükümetinin hilafet kurumundan önce zikredilmesi, halife ve hilafetin ikinci sıraya konulması, “hükümet-i meşruta”nın “hilafet-i İslamiye” ile birlikte değerlendirilmesidir.(3)
Dönemin uleması, parlamenter sistem olarak meşrutiyet içerisinde halifeyi ve hilafet kurumunu, sistem içerisinde nereye ve nasıl konumlandıracağını da çok sağlıklı düşünebilmiş değildir. Meselenin en büyük problem üreten kısmı ise, halifenin içerideki ve dışarıdaki pozisyonu ile ilgilidir. Osmanlı Hükümet-i Meşrutası içerisinde, meclisin altında ve meclise karşı sorumlu bir halife kurgulanır iken, memleket dışındaki pozisyonu ise sınırları aşan, bütün ümmeti kuşatan ruhani bir boyuta büründürülmeye çalışıldı. Ümmeti kuşatan ruhani boyut ise, siyasaldan soyutlanmış, memleket haricindeki Müslümanlar üzerinden velayet hakkı elinden alınmış bir halife olarak ortaya çıkarıldı.
Belirleyen ve belirlenenin yerleri değişti
Elmalılı Hamdi Efendi’nin bu hususa dair cesur yorumunu zikretmek kayda değerdir. Elmalılı’ya göre, Halife sadece hükümetin reisidir ve kendi hükümetinin egemen olduğu coğrafya dışındaki Müslümanlar üzerinde velayeti yoktur.(4) Bu yorum ayın zamanda “Milli Devlet–Milli Halife” anlayışına kapı aralayacak bir yorumdur. İleri sürülen iddia, sakıncalı sentezler içermektedir. Hilafet, meşrutiyet ve İslam birbirini tamamlayan, birbiriyle örtüşen kurguyla zikredilirken, meşrutiyet belirleyen, hilafet kurumu ise mevcut düzen tarafından belirlenendir.
Hilafet, parlamenter meşrutiyet idaresiyle aynı olarak değerlendirilir. İslam’ın Hilafet görüşü, meşrutiyet şeklinin en parlak misalidir.(5) Halife kendi haline bırakılmamalı, kontrol altında tutulmalı, müşavere edilmeli, adaletle iş görülmelidir. Halife şeriatın uygulayıcısı olmalıdır.(6) Müşavere edilmeli, halife kendi haline bırakılmamalı denilirken, meşrutiyet idaresinde var olan parlamento kasdedilmekte, halifenin kontrolünün mebuslar tarafından sağlanması gerektiği ileri sürülmektedir. Halifenin şeriatın uygulayıcı olduğu ileri sürülürken, aynı zamanda parlamento tarafından şeriat dışı yapılan yasamalar görmezden gelinmektedir.
Halife ne demektir?
Öyle anlaşılıyor ki halife ve hilafet meselesinde dönemin ulemasının kafasında netlik bulunmamaktadır. Parlamenter düzende, memleket içinde siyasaldan soyutlanmış ruhani bir varlık konumuna indirgenen halifeden, memleket dışındaki Müslümanlara yardım etmesi, ümmeti bir araya getirmesi de beklenmektedir.(7) Memleket dahilinde Hükümet-i Meşruta içinde meclise karşı sorumlu olan ve ruhani bir varlığa indirgenen halife, memleket dışında güneşin ışığı gibidir ve o ışığıyla cihanı aydınlatır. Halife sadece Türklerin ya da Arapların değil, bütün İslamların halifesidir. Peygamber nasıl bütün İslamların peygamberi ise halife de bütün İslamların halifesidir. Halife hadim-i şeriattır. Bütün İslamları bir noktaya rabt ve cezb eden bir habl-ı kutsidir. O hablı kuvvetlendirerek sıkı sıkı yapışılmalıdır.(8)
Ulema halifeyi dinde hüküm, dünyada saltanat sahibi olarak tanımlar. Halife sulh zamanlarında insanların amiri, harb zamanında ise kumandanıdır. Onlara göre hilafetin ikamesi icma ile ümmet üzerine vacibdir. Buraya kadar kadim hilafet anlayışını savunan ulema, buradan sonra yorumunu biraz daha açarak ve günün siyasi şatlarına göre yeniden değerlendirme gereği duyar. Bu yeni yorum klasik kabullerin dışındadır. Bu yoruma göre, eğer ümmet dine bağlanır, kitap ve sünnet ile amel ederse, hilafetin ikamesi vacib olmaktan çıkar.(9)
Hâkimiyet-i Millet fikri
Dönemin ulemasının, Batılı parlamenter siyasi sistem olan meşrutiyet içinde, halifenin yerinin yurdunun neresi olacağı hususunda net bir fikre sahibi olmadığı anlaşılmaktadır. Ne hilafet kurumundan ve halifeden vazgeçebiliyorlar, ne de meşrutiyet idaresinde halifeye söz hakkı vermek istiyorlardı. Meşrutiyet düzeni içerisinde halife ne işe yarayacaktı?
Meşrutiyet sistemi ile birlikte meclis, siyasi hiyerarşide itaat edilecek en üst mercii konumuna gelmiş, “Hakimiyet-i Millet” fikri genel olarak kabul görmüştü. Meşrutiyet idaresinde meclis Ehl-i hall ve akd” olarak değerlendirildiği için(10) halife de bu meclise tâbi olmalıdır. Ulema, halife ve hilafet kurumu hakkında çok uç yorumlara da gider. Halifenin kendisini seçen bizzat millettir yahut milletin vekilleridir. Bu sebepten halifenin millet üzerinde değil, milletin halife üzerinde hakk-ı hakimiyeti vardır. Millet halifeyi daha önce nasıl seçmiş ise, icabında memleketin felahı için hal de edebilir.(11)
Meclisin seçtiği halife
Ulemadan İzmirli İsmail Hakkı’nın yukarıda zikredilen makalesinin (Hilafet-i İslamiyye) sonunda, Sultan V. Mehmed’in “ehl-i hall u akd olduğu sâbit olan meclis-i umûmî-i millet” tarafından seçilerek halife ve sultan yapıldığını ifade etmesi, dikkat çeken önemli husustur. Bilindiği üzere Abdülmecid Efendi de, I. TBMM’de halife seçilerek tayin edilmiştir. 1 Kasım 1922’de kaldırılan saltanatın ardından yurtdışına giden Vahdeddin’in yerine Abdülmecid, halife unvanı ile Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmişti. İlk defa bir Osmanlı prensi, padişah olarak değil halife olarak göreve getirilmişti.
Ulemanın yeni siyasi düzene uygun olarak yaptığı halife ve hilafet yorumları, halifeyi her bakımdan sınırlamıştır. Esas sınırlayıcı unsur olarak, halifenin de Anayasaya -Kanun-i Esasi’ye- bağlı kalmasının istenmesi, Kanun-i Esasi’ye bağlı kalacağına dair yemin ettirilmesi, bir bakıma laik unsurlar barındıran anayasanın, bey’at şartı olarak kabul edilmesidir. Kanun-i Esasi -Anayasa- yapısı itibarıyla laik bir hukuka sahip olmakta, bu laik hukuk ise dönemin uleması tarafından şer’îleştirilmektedir.
Halife hükümet reisinden başka bir şey değildir
Son dönem Osmanlı ulemasının halifeye dair yorumları, halifeyi meşrutiyet idaresi içinde hükümet reisi konumuna indirmiştir. Meşruti idare içinde halife, rical-i hükümetten, devlet memurlarından bir memurdur. Dolayısıyla halife de resmi bir memurdur.(12) Halife ve hilafete dair en cesur yorumlarda bulunanlardan birisi de Elmalılı Hamdi Efendi’dir. Ona göre halife bir hükümet-i meşruta-i İslamiye reisi demektir. Bunun için yabancı memleketlerdeki Müslümanlar üzerinde velayeti yoktur. Fakat Müslümanlar manevi bir hisle hilafete bağlılık duyarlar.(13) Elmalılı’nın yorumu, yeni siyasi düzenin kontrolü, hatta emri altında olan bir halife tanımıdır. Yabancı devletlerdeki Müslümanlar üzerinde velayet hakkının olmamasına dair ifadeleri, ümmetçi refleksin göz ardı edildiğini göstermektedir. Bu merkezdeki yorumlarda halife dünya işlerinden uzaktır ve “şahs-ı manevi”dir. Hükümet-i Meşruta içerisinde, meclisin altında, meclise tâbi konumdadır. Fakat konu ile ilgili sınırlı da olsa farklı yorumlar da vardır.
Halife din ve dünya işlerinde tasarruf sahibidir
Daha önce de zikrettiğimiz gibi ulema, halifenin yeni düzen içinde nerede duracağı, yerinin yurdunun neresi olacağı konusunda hemfikir değildir. Mardinizade Mehmed Arif, halifeyi daha faklı vasıflarla tanımlar. Mehmed Arif’e göre, en büyük emanet olan Hilafet-i İslamiye, sünnet-i seniyye ve meşveret dairesinde amme üzerinde dini ve dünyevi her türlü tasarrufa sahiptir. Halife, bir hükümet reisi olmanın çok ötesinde, başlı başına dini ve dünyevi işlerde tasarruf sahibidir.(14) Mardinizade’nin halifeye bakışıyla Elmalılı ve Manastırlı’nın halifeye bakışı ve yorumu oldukça farklıdır.
Değişen bakış açısı
Trablusgarb’ın İtalyanlar tarafından işgali ve ardından I. Dünya Savaşının patlak vermesi, ulemanın, halifeye dair yorumlarında farklılıklara gitmesine neden oldu. Halifeyi Hükümet-i Meşrutanın bir memuru olarak yorumlayan ulema, ümmetin perişanlığı ve Müslümanların topraklarının Batılı devletler tarafından işgal edilmeye başlanmasıyla, halifeye ümmetçi bir tanımlama getirmeye başladılar. Elmalılı Hamdi Efendi her ne kadar “halifenin ecnebi memleketlerdeki Müslümanlar üzerinde velayet hakkı yoktur” dese de, Rusya’dan Mısır’a yeryüzündeki bütün ümmetin temsilinin halifede olduğu ve bütün Müslümanların kalben ve hissen halifeye bağlı oldukları zikredilmeye başlandı.(15) Kuşatıcılığın olabildiğince genişletildiği görülmektedir. Asya haritası açılıp Üsküdar’dan Avusturalya’ya kadar bakılsa, bir bütün olarak İslam Memleketi olduğu görülmektedir. Anadolu, Arabistan, İran, Hindistan, Hind Çini ve Cava memleketlerinin hepsi, hilafete bağlılık göstermektedir.(16)
Meşrutiyetin ilk yıllarında meşrutiyet ve Kanun-i Esasi’nin halifeyi de bağlayıcılığına ve ”Hakimiyet-i Milletin” düşüncesine büyük önem atfeden Sebilürreşad, 9. cildinin mukaddimesinde, Makâm-ı Bülend-i Hilâfet’in i’tilâ-yı şân u şevketine çalışmayı bir emel-i mübeccel olarak gördüğünü ifade eder. Bu emeli gerçekleştirmek için tüm Müslüman coğrafyalara muhabirler gönderdiğini söyler. Müslümanların halifeye bağlılıklarını teşvik etmek üzere birçok fedakarlıklarda bulunmuştur.(17)
Ulema gelinen eşikte, zamanın siyasi atmosferine göre yaptıkları hilafet yorumlarının nereye vardığını görmüş gibidir. Hilafet düşmanlarının nasıl bir halife istediklerini anlamaya çalışırlar.
Hilafet düşmanları nasıl bir halife istiyor?
Hilafet düşmanları nasıl bir halife istiyorlar Halim Sabit’ten dinleyelim:
“Nice zamandan beridir ki İngiliz, Fransız, Rus siyasi muharrirleri İslam Hilafeti meselesiyle meşgul oluyorlar. Trablusgarb’ın gasbından sonra İtalyanlar da bu meseleye iştirak ettiler. Bu dört devlet hilafet meselesini muharrirlerine niçin tetkik ettiriyorlardı? Bunun sebebi gayet açık: Birçok İslam ülkelerinin gasıpları olan bu devletler, karşılarında “İslamlar dinine bağlı olur ama kimseye tâbi olmaz” diyen bir hilafet makamı görüyorlardı. Bunlar, tâbileri bulunan Müslüman kavimlerin bir gün cehaletten uyanarak İslamiyet’le onun hasmı olan devlet tabiiyetinin dinen hiçbir vecihle itlaf edemeyeceğini anlayacaklarını, halifenin de elindeki güçlü ordusuyla dini bir cihadla hürriyet ve istiklalini isteyen bu dindaş kavimleri kurtarmaya behemahal çalışacağını o zamandan his ediyorlardı. Böyle bir hâle imkân bırakmamak içindir ki hain düşmanlar evvelemirde en korktukları hilafeti kötürüm bir hale getirmeyi düşündüler. Hilafeti felce uğratmak için buldukları yol şu idi: Hilafeti Katoliklerin Papalık makamı gibi sırf ruhani bir riyaset haline sokmak, hilafet kendi telakkileri ile İslamlar arasında böyle bir telakkiye mazhar olduktan sonra istedikleri adamı halife yaparak hainane maksatlarına kör bir alet haline koyabileceklerdi.”(18)
Halim Sabit’in yerinde fakat geç kalmış bu önemli tespitinin ne kadar doğru olduğu ilerleyen zamanda ortaya çıktı. Avrupa emperyalist aklının, hilafet kurumunun ve halifenin İslam ümmeti üzerindeki etkisini önceleri zayıflatmak, ileriye dönük ise tamamen ortadan kaldırmak istediği açıktı. Önce Osmanlı Devletini ve ardından tüm İslam dünyasını birleştiren siyasi ve dini kurumu dağıtmak istiyordu. “Hilafetin Kureyşliliği” tartışması da İngilizlerin bu merkezde ortaya attığı suni tartışma konularından biriydi. Ne yazık ki ulemanın sınır tanımaz Abdülhamid düşmanlığı bu iddiayı sahiplenmiş, İngiliz emperyalizminin değirmenine su taşımıştı.
Reis-i Ruhani – Reis-i Siyasi
Hilafet düşmanları, dönemin ulemasının siyasi basiretsizliği ile ne yazık ki emellerine ulaştılar. Halife adeta bir “Reis’i Ruhani”, mecliste “Reis’i Siyasi” oldu. Halifenin siyasetten eli ayağı çektirilince dünyevi olarak söyleyecek herhangi sözü de kalmamıştı. “İslamiyet’te ruhaniyet yoktur” diyen ulema, kendi içtihatlarıyla halifeyi adeta “Reis’i Ruhani” haline sokmuştur.
Halim Sabit’in makalesinden yukarıda iktibas ettiğimiz hususların hemen aynısını Mısırlı alim Abdülaziz Çâviş de zikreder. Fransa ve İngiltere yıllardır kendileri için önlerinde büyük bir engel olarak duran halife ve hilafet sorununu çözmek, Müslümanların birliğini bozmak için hilafetin bertaraf edilmesini sağlamaya çalışmıştır. Çaviş konuyu ele aldığı makalesinde mesele ile ilgili geniş izahlarda bulunur.(19)
Halifenin siyasaldan soyutlanma gerekçeleri
Peki, dönemin uleması, yeni siyasi sistem olan parlamenter meşrutiyete uygun bir halife ve hilafet yorumunu hangi gerekçelere dayandırarak meşruiyet sağlamaya çalışmıştır?
Bunları birkaç başlıkta zikretmek gerekirse şunlar söylenebilir:
1- Dönemin ulemasına göre, Hilafet kurumu vekâlet kurumudur, halife de vekildir. Hilafet fıkıh ve hukuk-u İslamiye’ye göre millet ile halife arasında adeta icap ve kabul ile anlaşmaya varılmış bir akiddir. Bu akid ise vekâlet türündendir.(20) Dikkat edilirse halifenin Resulullah ile olan bağından zikredilmeden doğrudan millete indirgenmesi, “Hakimiyet-i Millet” fikrinin nerelere kadar nüfuz ettiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.
2- Diğer bir husus, halife meşruluğunu hakimiyet-i milletten almaktadır. Dönemin icab ve temayüllerine uygun yorum ve yaklaşımlar, günümüzde ulus devletin “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” esas sloganına zemin hazırlamış, bir bakıma yol açmıştır. Halifeyi seçen-atayan bizzat millet veya milletin vekilleridir. Bu yüzden halifenin millet üzerinde hakk-ı hakimiyeti değil, milletin halife üzerinde hakk-ı hakimiyeti vardır. Millet nasıl halifeyi seçti ise yeri geldiğinde halifeyi azletmeyi de bilir.(21) Burada millet kasıt parlamentodur ve parlamento Ehlü’l-hal ve’l-akd olarak yorumlanır.(22) Meşrutiyet parlamentosunun ise üçte biri gayrimüslimlerden oluşmaktadır.
3- Ulema halifeyi, meşruti hükümetin reisi, sıradan bir memuru derecesine indirmiştir. Meşruti idarenin emrine verilen ve hakimiyet-i milletin tasarrufuna bırakılan halife, milli bir halife yapılmıştır. Yukarıda bu hususa işaret eden düşüncelere değinmiştik. Din ve siyasetin birbirinden ayrılmaya doğru gidildiği, laikleşme emarelerinin hızlandığı görülmektedir. İleride ulemanın çokça tartışacağı bir mesele olacak olan, “Din-Devlet” ayrımının temelleri, bu dönemlerde oluşmaya başlamıştır. Manastırlı İsmail Hakkı meşrutiyetin ilk aylarında din ile dünya işini, “din işi başka dünya işi başka” diyerek birbirinden çoktan ayırmıştır.(23)
Hilafet aslında ne zaman ilga olmuştu?
İçeride alabildiğine daraltılmaya çalışılan halifenin konum ve itibarı, memleket dışında diğer İslam beldelerinde ise halifeye ve hilafet kurumuna olan ilgi o denli fazla ve hilafet kurumuna ümit bağlayıcı niteliktedir. Özellikle Abdürreşid İbrahim’in Rusya, Hindistan, Afganistan ve Japonya’da yaşayan Müslümanlardan edindiği izlenim, halifeye ve hilafet kurumuna olan ilgiyi göstermesi açısından manidardır.
Burada sorulması gereken önemli bir soru var: Hilafet kurumu ve halife üzerine yapılan yoğun tartışmalar ve varılan ortak kanaat göz önüne alındığında, hilafet aslında ne zaman ilga olmuştur? Kanun-i Esasi’nin 1909 tadiliyle birlikte anayasal bir halifelik ortaya çıktı. Elmalılı Hamdi Efendi ve Manastırlı İsmail Hakkı başta olmak üzere halifenin kolunu kanadını kıran, bir memur olarak meşrutiyet meclisinin emrine veren yorumlar, bir bakıma hilafeti ilga etmişti. I. Dünya Savaşı ile birlikte yeniden hilafet kurumuna olan ilgiye rağmen içeride halifenin çok da fonksiyonunun kaldığı söylenemez. 1924 Mart’ının başında hilafetin resmi olarak ilga edilmesi ise ilerleyen sürecin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Halifenin yetkilerinin TBMM’ye devredilmesi
Hilafetin ilgasının sonucundan Mustafa Kemal, Halifenin yetkilerinin meşru bir şekilde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne devredildiğini bildiren kısa bir bildiri yayınlar. Aynı ifadeler Tevhîd-i Efkâr’da yer almıştır. Sebilürreşad hilafetin ilgasının ardından Tevhîd-i Efkâr’da yer alan ifadelere şöyle yer verir:
“Din-i İslam, Din-i Ebedidir, hiçbir zaman yıkılmayacaktır. Hilafetin ilgasına gelince, Hilafet hadd-i zatında ilga edilmiş olmayıp Büyük Millet Meclisi’nin şahsiyet-i maneviyesinde mündemiç bulunmaktadır. Mülga olan Makam-ı Hilafettir. Ve bu vaziyet ile İslamiyet’in yıkılması arasında hiçbir münasebet mevcut değildir.”(24)
1. Casim Avcı, Hilafet, DİA, 17. cilt, sayfa 539
2. Hilafet ve İmamet Risalesinden, Kanun-i Esasi, Kahire, cilt II, sayı 11, tarih 16 Mart 1314 – 28 Mart 1898 ve devamı, 12, 13, 14, 16, 18, 19, 21 ve 22. sayılar
3. Küçük Hamdi (Elmalılı), Vaaz, Beyanülhak, cilt I, sayı 2, tarih 29 Eylül 1324 – 12 Ekim 1908
4. Küçük Hamdi (Elmalılı), İslamiyet ve Hilafet ve Meşihat-ı İslamiyye, Beyanülhak, cilt I, sayı 22, tarih 16 Şubat 1324 – 1 Mart 1909
5. Mardinîzâde: Ebu’l-Ulâ, Sure-i Şuara, Sıratımüstakim, cilt 1, sayı 1, tarih 27 Ağustos 1908 – 14 Ağustos 1324
6. Manastırlı İsmail Hakkı, Meva’iz, Sıratımüstakim, cilt 1, sayı 13, tarih 06 Teşrînisânî 1324 – 19 Kasım 1908
7. Kırımlı Seyyid Mehmedzâde Ya’kûb Kemâl, Din ve Adat-ı Gayr-i Meşru’a, Sıtatımüstakim, cilt 2, sayı 29, tarih 26 Şubat 1324 – 11 Mart 1909
8. M. Halim, Halife Ne Demektir?, Hikmet, cilt I, sayı 41, tarih 26 Kanunusani 1910
9. İzmirli İsmail Hakkı, Hilafet-i İslamiyye, Sırat-ı Müstakim, cilt III, sayı 56, tarih 17 Eylül 1325 – 30 Eylül 1909
10. Manastırlı İsmail Hakkı, Meva’iz, Sıratımüstakim, cilt 1, sayı 15, tarih 20 Teşrînisânî 1324 – 03 Aralık 1908
11. Şeyh Muhammed Abduh, Müslümanlıkta Esaslar, Mütercimi: Mehmed Âkif, Sıratımüstakim, cilt 1, sayı 24, tarih 22 Kânûnisânî 1324 – 04 Şubat 1909
12. Muhammed Abduh, a.g.m.
13. Küçük Hamdi (Elmalılı), İslamiyet ve Hilafet ve Meşihat-ı İslamiyye, Beyanülhak cilt I, sayı 22, tarih 16 Şubat 1324 – 1 Mart 1909
14. Mardinizade Mehmed Arif, Makam-ı Ali-i Hilafet, Hikmet cilt I, sayı 8, tarih 27 Mayıs 1326 – 9 Haziran 1910
15. Ahmed Şirani, Hilafet-i İslamiye ve Alem-i İslam, Beyanülhak, cilt VI, sayı 133, tarih 17 Teşrinievvel 1327 – 30 Ekim 1911, Makam-ı Mualla-yı Hilafet ve Kaşgar Müslümanları, Sebilü’r-Reşad, cilt VIII, sayı 193, tarih 3 Mayıs 1328 – 6 Mayıs 1912
16. Cava Müslümanları Ahvalinden, Sıratımüstakim, cilt 6, sayı 131, tarih 24 Şubat 326 – 9 Mart 1911
17. Sebilürreşad, Sebilürreşad Dokuzuncu Cilde Başlıyor, cilt 9, tarih 23 Ağustos 1328 – 5 Eylül 1912
18. Halim Sabit, Hilâfet Düşmanları Nasıl Bir Halife İstiyor?, İslâm Mecmuası, cilt IV, sayı 46, tarih 25 Ağustos 1332 – 7 Eylül 1916
19. Abdülaziz Çaviş, Hilafet-i İslamiyye, Mütercim: Mehmed Akif, Sebilürreşad, cilt 14i sayı 353, tarih 28 Nisan 1332 – 11 Mayıs 1916
20. Mehmed Seyyid Bey, Usul-ü Fıkıh, sayfa 109, İstanbul, Matbaa-i Amire, 1333
21. Muhammed Abduh, Müslümanlıkta Esaslar, Tercüme Mehmed Akif, Sıratımüstakim, cilt 1, sayı 24, tarih 22 Kânûnisânî 1324 – 04 Şubat 1909, Mehmed Fehmi, Hikmet-i Hukuk-i İslamiyye, sayfa 51, tab ve naşiri Ahmed Hilmi, 1329
22. Manastırlı İsmail Hakkı, Meva’iz, Sıratımüstakim, cilt 1, sayı 15, tarih 20 Teşrînisânî 1324 – 03 Aralık 1908
23. Manastırlı İsmail Hakkı, Meva’iz, Sıratımüstakim, cilt 1, sayı 3, tarih 28 Ağustos 1324 – 10 Eylül 1908
24. İslâmiyet Hakkında Troçki’nin Tecâvüzleri, Sebilürreşad, cilt 24, sayı 600, tarih 15 Mayıs 1340 – 15 Mayıs 1924
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *