Ulema, İttihat ve Terakki’ye Neden Eklemlendi?

Ulema, İttihat ve Terakki’ye Neden Eklemlendi?

Ulema, Abdülhamid’in bütün kötülüklerini gördü, lakin ittihatçıların laik seküler zihniyetini hiç görmedi, görmezden geldi. Abdülhamid gitsin de nasıl giderse gitsin, Abdülhamid’i devirsin de kim devirirse devirsin düşüncesinde karar kıldılar. Abdülhamid’in kötülüğünü sürekli görenler, ittihatçıların gavur zihniyetini hiç görmediler.

Yakup Döğer

Kanaatimizce tarihimizin cevap arayan en önemli sorularından birisi, şüphe götürmez olarak yazının başlığında yer alan sorudur. Yakın tarihimizde yaşanmış olan hadiselerin, bugünümüzü etkilediği, ihtimal ki müstakbelimizi de belirleyeceği görünmektedir. Fakat buna rağmen, Müslümanların üzerinde durmadığı, sorgulamadığı, hatta görmezden geldiği böyle önemli bir sorunun derinlikli olarak cevabı henüz ortaya çıkmış değildir. 

İdeolojik anlamda laik bir dünya görüşüne ve seküler bir yaşam tarzına sahip İttihatçıların, kendi beka sorunlarını çözebilmeleri için dönemin şartları gereği ulema sınıfına ihtiyaçları hayat memat meselesi idi. Bu yönden bakıldığında İttihatçıların ulemaya yanaşmaları ve kendi saflarına çekme girişimleri anlaşılabilir bir tavırdır. Fakat İttihatçıların bu yaklaşımına ulema sınıfının teveccüh göstermesi, onların bu tavrına olumlu yaklaşması hangi makul sebeplerle izah edilebilir?

Dönemin siyasi, askeri, hukuki, iktisadi, içtimai atmosferine bakıldığında ve sınıflar arası paradoksal ilişkiler göz önüne alındığında, böyle bir sorunun sağlıklı bir cevabının bulunabilmesi için çok derinlikli araştırmalara ve uzun soluklu çabalara ihtiyaç olduğu aşikârdır. Bu sebepten yazımız bir iddia taşımamakla birlikte, mesele üzerinde daha derinlikli ve daha ilmi araştırmalara vesile olmak amacını gümektedir. Zira sorulan soruya verilecek cevabın mahiyeti ve sıhhati, kendi dönemini aydınlatacağı gibi, günümüz iktidar-aydın, entelektüel ilişkilerine de ışık tutacaktır.

19. yüzyılın sonları 20. yüzyılın başları

Ulema ve İttihat Terakki ilişkisini mecburi kılan gerekçe genel anlamda Abdülhamid’in iktidara gelmesiyle birlikte kurduğu baskı rejiminin sonucu olduğu genel kabul görmüş bir kanaattir. Abdülhamid’in şehzadelik dönemini tedirginlik içinde geçirmesi, kendisini evhamlı bir ruha haline sahip olmaya götürmüştür. Aynı zamanda yaşanan politik ve askeri kargaşa, devlet içindeki çeşitli kliklerin iktidara kendi adamını getirme çabaları, kendisinden önceki iki sultanın hal fetvasıyla tahtından indirilmesinin, evhamlı ruh halini tetiklediği, tedirgin bir hayat yaşamasına sebep olduğu gözlemlenmektedir. Abdülhamid döneminin muharrirleri tarafından hakkında yazılan metinlerde genel olarak göze çarpan izlenimler bu yöndedir.

Tanzimat’la birlikte Avrupa’ya gerek eğitim için, gerekse bürokrat olarak giden Osmanlı aydını, Batılı hayat tarzından etkilenmiş, memleketlerine döndüğünde, yaşanan baskı rejiminden şikâyet etmeye başlamış, aynı zamanda ulema sınıfı ile de dirsek temasına geçmiştir. Batılı bir hayat tarzına özenen Osmanlının yeni tip aydını, kendi ideallerini iktidara taşıyabilmek için yurt içinde ve yurt dışında örgütlenmeye çalışırken, aynı zamanda kendilerinin halk nazarında meşrulaştırılmasını sağlayacak ulema sınıfına ihtiyaçlarının olduğunun farkındadır. İttihatçılar zekice düşünmektedir.

Kendisinden önce iki sultanın ulema fetvasıyla hal edilerek tahttan indirilmesi ve yine kendisinin ulema desteğiyle tahta oturtulması, Abdülhamid’i ulema sınıfına karşı şüpheci davranmaya götürmüş, ulema sınıfı ile arasına mesafe koymasına neden olmuştur. Sultanın bu tavrı, uzun süredir devlette itibar kaybı süren ulema sınıfının itibarının kaybını daha da artırmış, hızlandırmıştır. Tanzimat’tan sonra yaşanan ve özellikle içtimai teşebbüslerde görülen ulemaya ait itibar kaybı, ilmiye sınıfının moralinin bozulmasına neden olmuştur. Ulema gerilere doğru itilirken, modern eğitimciler yukarı doğru çekilmektedir.

Daha önceki dönemlerde kendisine sorulmadan herhangi bir girişimin yapılmadığı sınıf, Tanzimat’tan sonraki oluşumlar ve değişimler içerisinde kendisine çok az yer bulabilmiş, bazı içtimai oluşumların kurucu kadrolarında dahi yer alamamıştır. Bugünkü manada STK diyebileceğimiz birçok yeni yapı ve oluşumun kurucu kadrosunda yer edinemeyen ilmiye sınıfı, eğitim sahasında da daralan alanlara sıkışmış, Batı tipi eğitim kurumlarının değer bulması sonucu, medreselere olan talep azalmaya, gözden düşmeye başlamıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın üzerine basarak şikâyet ettiği en mühim meselelerden birisinin medreselerin kendi haline terk edildiği ve gerekli özenin gösterilmediğidir. 

Modernleşme sürecinde II. Abdülhamid döneminde kurulan İdadiler, Sultaniler, Mülkiye mektepleri, Yüksek Askeri Okullar, Darül Muallimeler, Kızların eğitimi için kurulan mektepler, geleneksel eğitim kurumlarına olan teveccühü azaltmış, medreseler itibarını yitirmeye başlamıştır. Tabii medreselerin ve geleneksel eğitim kurumlarının itibar kaybı, ulema sınıfının da itibar kaybına neden olmuştur. 

Medreselerin ve dolayısıyla ulemanın yavaş yavaş gözden düşmesi, onlar açısından dünyevi geçim sıkıntısını da ortaya çıkarmış, memleketin her köşesinde çalışan din görevlileri çok cüzi ve düşük ücretlerle geçimini temin etmeye çalışmaktadır. Modernleşme dönemiyle birlikte statü ve itibar kaybına uğrayan ulema sınıfı, aynı zamanda dünyevi menfaatler ve kazancın adil paylaşımında da gerilere doğru itilmiştir. Mecliste ilmiye sınıfının ekonomik durumunun düzeltilmesine dair tartışmalar yapılmıştır.

Bütün bunlarla birlikte jakoben Hamidizm politik uygulamalarında, ulemaya karşı soğuk davranır iken, tarikat şeyhleriyle kurduğu sıcak ve yakın ilişkileri, ulema sınıfını kendi geleneksel usulünde işlevsiz bıraktı. Bu işlevsiz ve itibar kaybı içten içe bir nefret ve öç alma duygusunu da beslemiş oldu. Ulema sınıfının gözünde Abdülhamid artık kendisinden kurtulmanın şart olduğu bir konuma geldi. Sultan ulemanın tanımında zalim, müstebid, cani, katil, uğursuz, dini kitapları fırınlarda yakan din düşmanı, medreseleri harabeye döndüren adam, haksız yere istediğini sürgüne gönderen vb. sıfatlarla sıfatlandı. Ulema kendi halinde, bir bakıma sahipsiz olarak ortada kalmış, belirleyiciliğini yitirmiştir. Ulema artık gözleri kör olmuşçasına müzmin bir Abdülhamid muhalifidir.

Abdülhamid muhalifi diğer laik kesim İttihatçı tayfadır. Bu İttihatçı tayfa Avrupalı değerler ışığında siyasi, iktisadi, içtimai ve hukuki bir düzen kurmak, yakın zamanda hilafetten ve saltanattan yararlanmak, uzun sürede ise hilafeti ve saltanatı sonlandırmak istemektedir. Demokratik temelli bir yönetim biçimi inşa etmek için yurt içinde ve yurt dışında örgütlenmeye başladılar. Abdülhamid’in görmediği, göremediği ya da görmek istemediği büyük bir muhalefet hareketi bütün nefretini biriktirmiş olarak büyümekteydi. Lakin önlerinde Abdülhamid’in iktidarından daha büyük bir sorunla karşı kaşıya olduklarının da farkındaydılar. Avrupalı olmak, Avrupa gibi olmak gibi düşüncelere sahip olmalarından dolayı meşruiyet sorunu yaşıyorlardı. Ahali kendilerini gavur olarak görmekte, gavurların aklıyla hareket ettiklerini bilmekteydi. Ahalinin gözünde meşruluklarını sağlayamazlarsa, iktidara gelmeleri de, iktidarda durmaları da imkân dışındaydı. İttihatçılar bu meseleyi nasıl çözeceklerini bulmuştu.

Ulema sınıfının iktidar nezdinde itibarsızlaştığını ve ortada kaldığını gören İttihatçılar, bu fırsatı değerlendirmek için gerekli girişimlerde bulundular. Müslümanlık düşüncesine sahih manada sahip olan şahısları dahi kendi saflarına katmayı başardılar. İktidardan yüz bulamayan ulema sınıfı, İttihatçıların kendilerine gösterdikleri yakınlığın aldatıcı atmosferine kandılar. İngiliz aklıyla düşünen İttihatçılar, ulema sınıfını örgüt içinde ciddi makamlara getirdiler. Abdülhamid’in baskısından yurtdışına kaçan kişilere destek vererek gazete, risale vb. çıkarmalarını sağladılar. Said Halim Paşa gibi dönemin çok önemli bir şahsiyetini İttihat Terakki Cemiyeti’nin müfettişliğine kadar getirdiler. 

Yurt içinde Abdülhamid’in baskısı ne derece arttıysa, yurt içinde ve dışında muhaliflerin örgütlenmesi de o derecede yükseldi. Ulema sınıfı da İttihatçıların çağrısına, baskı rejimini ortadan kaldırmak, meşrutiyet-i meşruayı tesis etmek, meşveret usulünü canlandırmak, hürriyeti ve müsavatı sağlamak gibi gayelerle olumlu yanıt verdiler. Oysa çağrısına olumlu cevap verdikleri cemiyet, bahsi geçen bütün kavramların ihtiva ettiği mahiyeti tamamıyla laik seküler zihniyetle yorumlamakta, Batı merkezli bir düzen inşası yönünde çabalamaktaydı. Bu hakikat gizlenen, saklanan bir hakikat değildi. Teşkilatın önde gelenlerinin pozitivist düşüncelerde olduğu bilinmekteydi. Buna rağmen ulema sınıfı teşkilatın esas gayesini görmezden gelerek kendilerini İttihatçılara eklemlediler.

İttihatçıların ulema sınıfı üzerinde kendi lehlerine iki planı bulunmaktaydı. Birinci planları kendilerinin ve kuracakları yeni düzenin dinen Müslüman ahali nazarında meşrulaştırılmasını sağlamaktı. İkinci planları da, kısa dönem içerisinde ulemayı kullanmak, uzun dönem içerisinde ise ulemayı, sözünün geçtiği her alandan tasfiye etmek. Laik zihniyet İngiliz aklıyla sinsice hareket etmeyi planlamış, Abdülhamid düşmanlığı da ulema sınıfının gözünü karartmış, feraset ve basiretini köreltmişti. Kendileri üzerine oynanan böyle bariz bir planı fark edemediler. Fark etmelerine mani olan dünyevi beklentiler de elbette görmezden gelinemez. 

Abdülhamid iktidarında itibarını, statüsünü, belirleyiciliğini yitiren ulema, eski konumunu yeniden kazanmak için, İttihatçıların sahte teveccühüne, çıkarcı samimiyetine, dünyevi tekliflerine kayıtsız kalamadılar. Dünyevi tekliflere karşı kayıtsız kalamadıklarını, II. Meşrutiyetin ilanından sonra hemen hemen ulema sınıfının tamamının mebus olmasından, çeşitli cemiyetler kurmasından, gazete ve dergi çıkarmalarına müsaade edilmesinden anlamaktayız. Memleket fakirlik ve sefaletten yıkılırken, gerek meclis-i mebusan gerekse meclisi ayan üyeleri çok ciddi maaşlar almakta, kimse bu yoklukta bu kadar yüksek maaşsın adaletli olamayacağını dile getirmemektedir. Aylık on beş bin kuruş (tuzun kilosunun bir kuruş olduğu dönemde) maaş alan ayan meclisi üyesi Manastırlı İsmail Hakkı vaaz kürsüsünden fakir fukaraya sabırlı olmasını tavsiye etmektedir.

Ulema nerede hata yaptı?

Ulema statü ve mevkiine yeniden kavuşmak, dünyevi beklentilerini temin etmek için laik zihniyetli İttihatçılarla işbirliği yapmaktan çekinmedi. Tabii bu tercihlerinde kendilerini savunacak düşünceler de ürettiler. Bu savunmalarının en belirginlerinin başında Abdülhamid’in baskıcı yönetiminden kurtulmak, hürriyet ve müsavat ortamını sağlamak, meşveret usulünü ihya etmek gibi söylemler gelmekteydi. Fakat tâbi oldukları İttihatçı cephe, bu beklentilerini sağlayamayacağı gibi, daha da kötüleştirecek zihniyete sahipti. Ulema bunu anlayamadı. Ya da günün çok hızlı gelişen ve değişen şartlarında anlamak istemediler. Ulema burada büyük hata yaptı.

Abdülhamid kötü idi. Baskıcı, zalim, despot, müsrif, sefahat düşkünü biriydi. Fakat İttihatçılar zihniyet bakımından ulemanın beklentilerinin, inançlarının, akidelerinin, ibadetlerinin hasmı konumundaydı. Ulema, Abdülhamid’in bütün kötülüklerini gördü, lakin İttihatçıların laik seküler zihniyetini hiç görmedi, görmezden geldi. Abdülhamid gitsin de nasıl giderse gitsin, Abdülhamid’i devirsin de kim devirirse devirsin düşüncesinde karar kıldılar. Abdülhamid’in kötülüğünü sürekli görenler, İttihatçıların gavur zihniyetini hiç görmediler. Ulema bu basiretsiz davranışıyla büyük hata yaptı.

Ulemanın ifadesiyle Abdülhamid kötüydü, zalimdi, despottu vs. Fakat nasıl yorumlanırsa yorumlansın Müslümanların başında İslam dünyasının siyasi, iktisadi, hukuki, içtimai birliğini sağlayan bir halife vardı. Ve yine nasıl yorumlanırsa yorumlansın bu halife İslam Devlet şeklini temsil ediyordu. Yine nasıl yorumlanırsa yorumlansın Hilafetin, Müslümanlar için maddi ve manevi bir kuvvetin kaynağını teşkil ettiği açıktı. Ulema İttihatçılara meyledeceğine, laik zihniyetin kullanışlı bir malzemesi olacağına, Müslümanların halifesine ve Hilafet makamına sahip çıkmalıydı. Ulema kendilerini var eden değerlere sırt çevirmekle büyük hata yaptı.

Kötünün karşısında yer alması gereken ulemadan, kendi başına bağımsız bir muhalefet geliştirmesi ve kendi usul geleneğinde örgütlenmesi beklenirdi. Fakat onlar başka bir kötünün yanında yer alarak, daha kolay ve daha risksiz olan bir yolu tercih etti. Kendilerini iki kötü arasından birini seçmekle mükellefiyetlerinden kurtulacaklarını zannettiler. Ulema bu tercihinde büyük hata yaptı.

Ulema, çok kritik zamanlarda, yaşanan hadiseler karşısında hızlı, isabetli, basiretli ve ferasetli kararlar verebilmeliydi. Abdülhamid bahsettikleri kadar zalim idiyse, bu zalimin (!) zulmünden şikâyetçi olanlar, aynı zamanda o zalimin hizmetinde bulunup, değirmenine su taşımamalıydı. Abdülhamid idaresinden şikâyetçi olanların tamamı, Abdülhamid idaresinde devlet kademelerinde yer almakta, zalim, müstebid, müsrif, cani, katil, din düşmanı, sefahat düşkünü dedikleri sultanın hizmetinde bulunmaktaydı. Ulema zikredilen olumsuz vasıflarla andıkları sultanı, hem kötülemek, hem de hizmetinde bulunmakla büyük tezada düştüler. Bu tezada düşmekle büyük hata yaptılar. 

Ulema İttihatçıların safında yer almakla, kısa bir dönem de olsa dünyevi itibar ve statü sahibi oldu. Meclisteki yerlerini aldılar. Dolgun maaş sahibi oldular. Fakat bu kazanç onları dinleri konusunda büyük tavizler vermeye mecbur bıraktı. Dinin kavramlarını asli hüviyetinden soyutladılar, içini boşalttılar ve tamamen dönemin gereklerine uygun olarak siyasi içerikle yeniden yorumladılar. Din siyasette, iktisatta, hukukta, içtimai sahada belirleyici olmaktan uzaklaştı. Modern kavramlar yukarı doğru çekilirken, dine ait kurucu kavramlar ya hiç ele alınmadı ya da mahiyetleri örtülerek, değiştirilerek aşağılara doğru itildi. Ulema bu tavrıyla büyük hata yaptı.

Ulema çok hassas bir konuda yanılmıştı. Hain, zalim ve kâfir ruhlu kişilerin Firavun imanı taşıdıklarını, İslam’a ve Müslümana hasım, lakin işine geldiğinde Müslüman gibi görünen tavırlarını gözden ırak tuttular. Kısa zaman sonra bunun farkına vardılar, fakat güç ve iktidar başkalarının eline geçmişti. Ulema içinde hem devlet tecrübesi olanlar, hem de ilmi birikimi olanlar bulunmaktaydı. Eğer devlet tecrübesine sahip olanlarla, ilmi birikime sahip olanlar bir araya gelip organize olabilseydi, bugünkü Müslümanların durumu daha farklı olabilirdi. Böyle bir olasılık mümkün idi. Fakat dönemin uleması bunu başaramadı. Bu hususta büyük hata yaptılar.

20. yüzyılın sonları, 21. yüzyılın başları

Osmanlı bakiyesi topraklar üzerine kurulan modern ulus devlet T.C. kurucu ideolojisinin doğasındaki şiddet ve zulmün sonucunda, kendi vatandaşlarına amansız bir baskı uygulamaya, özellikle Müslümanlara karşı akla gelmeyecek zulümler işlemeye başladı. Kuruluşunun ilk yıllarıyla başlayan zulümler, idamlar, işkenceler, hapishaneler ve her on yılda bir yapılan askeri darbelerin bedelini Müslümanlar ödedi. İnançlarından dolayı devlet tarafından hiç ciddiye alınmadı. Siyasette, iktisatta, hukukta, sosyal hayatta, kamusal alanda varlıklarına tahammül gösterilmedi. Gösterilmediği gibi devlette ve kamusal alanda inançlarının sembolleri ve ibadetleriyle var olmalarına müsaade edilmedi. Müslüman öğrenciler İslami sembollerinden dolayı okullara alınmadı, devlet kademelerinde görev verilmedi. 28 Şubat gibi postmodern bir darbe, İslami söylemi sindirmeye dönük olarak gerçekleştirildi. 

Kamuoyunda, basında din ve vicdan hürriyetine dair uzun soluklu ve hararetli tartışmalar oldu. Fakat yapılan tartışmalarda, Müslümanların talepleri dini birer vecibe olarak ele alınmadı. Demokratik temelli haklar olarak ele alındı ve bu merkezde tartışıldı. Önceleri dini sembolleri Allah’ın emri olarak dile getiren dönemin Müslüman entelektüelleri daha sonraları meseleleri, insan hakları, din özgürlüğü, vicdan hürriyeti, demokratik haklar merkezinde tartışmaya başladı. 28 Şubat süreci ve bu süreçte yapılan operasyonlar Müslümanlar üzerinde üzüntü, endişe ve hayal kırıklığı yarattı.

Tesettür, sakal, sohbet, İslami söylem, İslami talepler irtica olarak kodlandı. Müslüman iş adamları yeşil sermaye, Müslüman entelektüeller ve aksiyon adamları gerici, cihatçı olarak yaftalandı. Bin yıl sürecek dendi. Devlet bütün bunları yaparken, siyasi, iktisadi, hukuki ve felsefi anlamda bunalım yaşamaya başladı. Kendi halkının değerlerine düşman olan ulusalcı laik düzen yeni ve derin bir strateji belirlemeliydi. Kendi halkına ve halkının değerlerine düşmanlık yaparak var olmak mümkün görünmüyordu. Dine ve Müslümanlara düşmanlık yaparak beka sorununu çözemeyeceği aşikârdı. 

Devlet yönünü İslamcı ve muhafazakâr cenaha çevirdi. Yeni siyasi iktidarın kurucu unsuru halkın değerlerini çok iyi bilen İslamcılar olacak, genel olarak muhafazakâr olan halk kitlelerini peşinden sürükleyecekti. Böyle de oldu. Egemen ideolojiye esastan muhalefet edenler, siyasi iktidara geldi, hükumet oldu, devleti yönetmeye başladı. Muhafazakârların iktidara gelişine ilk zamanlar şüpheyle bakıldı. Aldatılıyoruz, aidiyetlerimizi eritiyor, bizi düzenle bütünleştiriyor denildi. Fakat zamanla köprülerin altından çok sular aktı, zaman mekân değişse de değişmemesi gerekenler yeniden yorumlandı, değişti. Müslümanlar yüz yıl önce yapılan hatanın aynını yeniden yapmak üzereydiler.

İktidara gelen muhafazakârlar, insan hakları, özgürlük, din ve vicdan hürriyeti, sosyal adalet, anayasal değişiklik, eşitlik, ekonomik refah, ifade özgürlüğü vb. vaatlerle kapsama alanını genişletmeyi, daha çokta İslamcı cenah üzerinde etkisini kurmayı başardı. Laik-seküler-kemalist anayasa tadilatlarına duyulan teveccüh kırılma noktası oldu. İslamcı cenahın ağır topları, İslami Kuruluşlar laik anayasanın tadilat çalışmalarına aktif destek kararı aldılar. Kendileriyle, dinleriyle, inançlarıyla, itikadi ve ameli tutumlarıyla hiç alakası olmayan bir meseleye müdahil oldular. Gerekçeleri hazırdı: “Jakoben kemalizmin yerine, ılımlı olanı tercih etmek.”

İslamcılar nerede hata yaptı?

İslamcıların anlamadığı ya da anlayamadığı çok önemli bir husus vardı. Aslında iktidara gelen muhafazakârlar, İttihat Terakki siyasetinin tipik bir takipçisiydi. İttihat Terakki 20. yüzyıl başlarında hangi tekliflerle ulemayı kandırmış ise, 21. yüzyılın başlarında iktidara gelen muhafazakârlar da aynı tekliflerde bulunarak İslamcıları kandırmaktaydı. Fakat İslamcılar yaşanan gelişmelerin yüzyıl önceki tezgâhın tekrarı olduğunu kavrayamadı. Ya da işlerine öyle geldi. İslamcılar aldatıcılığı bariz olan bu oyuna gelmekle büyük hata yaptı.

Aleni itiraflara gözlerini, kulaklarını tıkayanlar, görmezden duymazdan gelenler, gizli niyetlerin peşine düştüler. Oysa iktidara gelen muhafazakârlar hiçbir zaman Müslümanca siyaset yapacaklarını, Müslümanca düşünüp, Müslümanca amelde bulunacaklarını söylemediler. Tam aksine kendilerini egemen gücün kurucu ideolojisine bağlı olduklarını, memleketi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için her türlü çabadan kaçınmayacaklarını alenen beyan ettiler. Fakat bu aleni beyanları görmeyen, görmek istemeyen İslamcı cenah, gizli niyetlerin peşine düşmekle büyük hata yaptı. 

Yaklaşık elli yıllık mücadele sürecinde siyasi, iktisadi, ilmi, felsefi sahalarda büyük birikim edindi. Fakat İslamcı cenah, temel ilkelerde bir araya gelinebilecek olağanüstü hal fıkhı oluşturup kendi içinde vahdeti oluşturamadı. Vahdet girişimlerinin tamamı çeşitli sebeplerle hüsranla sonuçlandı. Oysa 20. yüzyıl sonlarında egemen gücün her alanda daralan itibarı, bu dünyada Allah rızası için bir şeyler yapıp etmek isteyen İslamcılar için büyük fırsattı. İslamcı cenah bu hususta büyük hata yaptı.

Jakoben kemalizmin ağır baskısı sonucunda demokratik temelli sistem için mücadele yollarını tercih ettiler. Karşılarına iki kötü çıkmıştı. İkisinden birini tercih etmek mecburiyetinde kaldıklarını ve daha az kötü olanın sağlıklı bir tercih olduğuna karar verdiler. Üçüncü bir olasılık akıllarına gelmedi. Oysa İslamcılar sistem dışı bağımsız bir muhalefet stratejisi geliştirebilir, jakobenlerden de, ılımlılardan da bağımsız bir muhalefet cephesi kurabilirdi. 21. yüzyılda İslamcılar yüz yıl önceki seleflerinin yanılgısına düştü. İslamcılar mümkün olanı imkânsız gördü. Bu hususta büyük hata yaptılar.

Muhafazakâr iktidarın bireysel özgürlük, sosyal adalet, ifade özgürlüğü, sivil teşkilatlanma, kılık kıyafette serbestiyet, Müslümanların kamusal alanlarda görünür olması vb. tekliflerinin tamamı demokratik temelliydi. İktidar bu hakları, fıtri birer hak ve değer olarak değil, demokratik haklar olarak teklif etti. İslamcılar kendilerini sunulan bu teklif karşısında şaşkına döndü, sağlıklı düşünemedi. Oysa bu teklifleri yapan devletin ne Müslümanları koruyup gözetme ne de onların inançları doğrultusunda hayat kurmalarını sağlama gibi düşüncesi yoktu. Tek bir amacı vardı: Felsefi anlamda çöken ve vatandaşına söyleyecek sözü kalmayan devlet, muhafazakârlara yaslanıp yeniden toparlanmak niyetindeydi. İslamcılar bu bariz oyuna gelmekle büyük hata yaptı.  

Önce muhafazakâr siyasi iktidarı desteklediklerini, vesayeti gerileteceklerini, siyasi iktidarın olumlu icraatlarına katkı sunacaklarını, olumsuz olanları eleştirmeye devam edeceklerini ifade ettiler. Belki de en büyük hataları bu yönde olmuştu. Laik Kemalist iktidardan İslam, Müslümanlık ve dahi insanlık adına olumlu bir icraat beklemek! Allah’ın sözünün geçmediği iktidar odaklarından Allah’ın kullarına hayır beklemekle büyük hata ettiler. 

İslamcılar siyasi iktidarın, hükumetin olumlu icraatları desteklemek eşiğini de aştı. Devletçi oldular, laik Kemalist seküler devletin menfaatini, devletin ilerlemesini, devletin bekasını, devletin hukukunu, devletin adaletini, devletin eğitimini savunmaya başladılar. Egemen ideolojinin paradigmasının sınırları içerisinde ıslah yöntemlerini tartıştılar. Hiç beklenmedik yere geldiler. Laik devleti savunmakla büyük hata yaptılar.

Hülasa: Bu mesele üzerine söylenecek daha çok söz vardır. Bu kadarla yetinir isek, yüzyıl önce Müslümanlık adına yaşanan ne olumsuzluk varsa, yüzyıl sonra tekrarı oldu. İslamcılar geçmişinden ibret almamakla, tarihe ibret nazarıyla bakmamakla büyük hata yaptılar. Şimdi hem desteklemek, hem de şikâyet etmek gibi kendi içlerinde düştükleri büyük tezadın şaşkınlığını yaşıyorlar.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *