Abdülhamid döneminde sansüre uğramış basın, meşrutiyetin ilanıyla birlikte yeniden gün yüzüne çıkmış, her yerden ve her fikirden gazete ve dergiler neşriyata başlamıştı. İttihat ve Terakki’ye eklemlenen ulema kesimi de kendi gazetelerini çıkarmaya başlamış, yine İttihatçılara bağlı olarak kendi cemiyetlerini kurmuştu.
Yakup Döğer
“Ey Abdülhamid! Artık kendi kendine insaf eylemez misin ki senen altmışa erdi. Bu kadar daha yaşamak muhal değilse de elbet bir gün ecel şerbetini içeceksin. Sakın ‘tövbe ne vakit olursa olsun makbuldür’ diye nefsinin azgınlığına aldanma. Çok defa bugünün akşamı ve akşamın sabahı olmaz.”(1)
Abdülhamid’in hal fetvasından:
“İmam-ı müslimin olan zat, bazı önemli meseleleri şer-i kitaplardan çıkarmak ve adı geçen kitapları yasaklamak ve yakmak. Ve beytülmalden saçıp savurmakla israf ederek. Şer-i cevazların aleyhine tasarruf ve sebepsiz yere adam öldürmek ve hapsetmek, tebaasını sürgüne göndermek ve sair zulümleri devamlı surette işledikten sonra. Doğruluktan dürüstlükten ayrılmayacağına dair yemin etmişken, yeminini bozarak, müsliminin işlerini tamamen olumsuza çevirecek büyük fitneleri işlemekte ısrar etmekle ve katliamlar işlemekle…” (2)
Abdülhamid, iktidarı döneminde kendisini tövbe etmeye çağıracak ve yukarıdaki iddiaların hal fetvasında yer almasını sağlayacak kadar ne yapmış olabilir? Otuz küsur yıllık sultanlığı sırasında nasıl bir idare şekli sergiledi de, genelde bütün muhalif kesimlerin, özelde ise ilmiye sınıfının, sınır tanımaz tepkisini üzerine çekti? İttihat ve Terakki’yi bir kenara bırakarak bakacak olursak, ilmiye sınıfının Abdülhamid’e düşmanlık derecesine varacak kadar ileri giden tepkisi, sadece uyguladığı baskıcı idaresinin sonucu mudur? Yoksa bu düşmanlığın daha derinlere inen başka sebepleri de var mıdır?
Bu soruların cevap bulmasının, günümüz siyaset-aydın-entelektüel ilişkilerinin ahvaline dair büyük katkı sağlayacağı kanaatindeyiz. Fakat bizim bu yazımızda değinmek istediğimiz konu bu değil. Bahsi geçen dönem itibarıyla, zamanın matbuatında yer alan ifadelerde, ulemanın gözünde Abdülhamid’i ve uyguladığı idareyi ele almaya çalışacağız.
Şüphesiz ki yakın tarihin en çok tartışılan şahsiyetlerin başında Sultan II. Abdülhamid’in geldiği tartışmadan uzaktır. Kimine göre kızıl sultan, kimine göre ulu hakan olan Abdülhamid, kendi zaman ve mekân sınırlarını aşan bir şahsiyettir. Takdiri İlahi olarak, iktidara gelişi seleflerinin hal fetvasıyla olduğu gibi, iktidardan gidişi de, kendisi hakkındaki hal fetvasıyla olmuştur.
Yeni Osmanlılardan Namık Kemal (1840-1888), Ziya Paşa (1829-1880), Mithat Paşa (1822-1884), Rıfat Bey, Sadullah Bey (1838-1891) gibi zevatın girişimleriyle meşruti bir idarenin tesisi üzerine süren çabalar yoğunlaştı. Sultan Abdülaziz’in idaresinden hoşnut olmayan Mithat Paşa, ihtilalci bir grup kurarak çeşitli entrikalarla Abdülaziz’i sıkıştırmaya başladı ve sonunda Şeyhülislam Hayrullah Efendi’nin hal fetvasıyla tahtından indirilerek yerine V. Murad getirildi.
Daha öncelere dayanan bazı rahatsızlıklarının olması ve tahta geçirilişi sırasında da yaşadığı birçok olumsuzluk sonucunda, Sultan V. Murad psikolojik olarak dengesini yitirdi. Kendisini tahta çıkaranların sürekli baskısı, bu rahatsızlığını iyice artırdı. Meşruti bir idareyi ve Kanun-i Esasi’yi arzu eden yenilikçi cenah, padişahın bu haliyle bir şey yapamayacaklarını anladılar. Abdülhamid ile görüşen Mithat Paşa ileriye dönük planlarında kendilerine fırsat tanıyacağını söyleyen Abdülhamid’i tahta geçirmeye karar verdi. Bu kez V. Murad yine Şeyhülislam Hayrullah Efendi’nin hal fetvasıyla tahttan indirildi ve II. Abdülhamid sultan oldu.
Abdülhamid’in padişah olması ve olumlu yaklaşımları Meşrutiyetçilere umut ışığı oldu. En çok sevinenler arasında, Abdülhamid’i iktidara taşıyan Mithat Paşa gelmekteydi. Meşruti idareyi tanımlayan ve günün şartlarına göre çok radikal olan metni Hattı Hümâyun olarak ilan etmesi için Abdülhamid’e sunan Mithat Paşa, yeni sultandan ilk hayır cevabını aldı. Abdülhamid sadece Mithat Paşaya hayır demekle kalmamış, meşrutiyetçilerle ve Yeni Osmanlılarla yakın ilişkileri bulunan saray erkânını da görevden almıştı. Abdülhamid’in bu davranışı yenilikçi kanatta büyük hayal kırıklığı yarattı.
Uzun çalışmalar ve hararetli tartışmalar sonucunda Kanun-i Esasi hazırlandı, seçimler yapıldı, Aralık 1876’da II. Abdülhamid tarafından yüz bir pare top atışıyla I. Meşrutiyet ilan edildi. Bu yeni yönetim tarzı, ne siyasi olarak, ne hukuki olarak ne de içtimai anlamda Osmanlı devlet yapısı ve toplum sınıflarıyla ahenk gösterebilecek yönetim biçimi değildi. Fakat buna rağmen ısrarcı tutumlar buraya kadar gelinmesini zaruri kıldı.
Osmanlı Devleti, bütün bu gelişmeler yaşanırken tarihinin en sıkıntılı dönemlerini geçirmekteydi. İç ve dış olaylar, Balkanlardaki ayaklanmalar, Avrupa devletlerinin sürekli içişlerine müdahale etmesi, bütün bunların üzerine bir de Rusya’nın tahrik edici tavrı, devlet kademelerindeki çekişmeler, mevcut kurumları birbiriyle uyumlu bir şekilde çalışmaz hale getirmişti. Abdülhamid böyle bir meclisle çalışamayacağını ve Rusya ile başlayan savaşı ileri sürerek, Kanun-i Esasi’nin kendisine tanıdığı yetki ile Şubat 1878’de meclisi süresiz olarak kapattı. Böylece Nisan 1909 tarihine kadar sürecek olan Abdülhamid’in otuz üç yıllık iktidarı başlamış oldu. Sultan Abdülhamid tek adamlık iktidarında amansız bir baskı kurdu.
Meşrutiyet, hürriyet ve eşitlik savunucuları, Avrupai parlamenter yapıda siyasi sistem yanlıları, Abdülhamid’in muhalifine göz açtırmaz tavrı karşısında ya sessizliğe büründü, ya da yurtdışına kaçtılar. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar basına uygulanan sansür nedeniyle Osmanlı topraklarında hiçbir muhalif ses çıkaramaz iken, Mısır’da, Fransa’da, İngiltere’de ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerindeki Abdülhamid muhalifleri, çıkardığı gazete ve risalelerle muhalefetlerini en yüksek perdeden dile getirmeye başladılar.
Avrupa’da muhalefeti yükselten çevreler öyle bir noktaya gelmişti ki, Batının gözlükleriyle baktıkları memleketlerine, Londra’dan Paris’ten, Cenevre’den ve dahi birçok yerden sürekli ayar vermeye çalışıyorlardı. Namık Kemal ve diğer muhalifler Meşruti bir idarenin cari olmaması durumunda, Düvel-i Muazzama (!) dedikleri Avrupa devletlerinin Osmanlı’ya müdahale bile edebileceğini söyleyecek kadar ileri gidip pervasızlaşabiliyordu. Paris’i Londra’yı sürekli yukarı çekenler, Payitahtı ise sürekli aşarı iterek itibarsızlaştırma yarışına girmişti.
1895-1896 yıllarında laik-batıcı kesimin İttihat ve Terakki Cemiyeti adıyla organize olmaya başlaması, yurtiçinde ve yurtdışında teşkilatlanması, Avrupa destekli, Selanik merkezli bu hareketi, bütün muhalif kesimlerin gözünde Abdülhamid’e karşı kurtarıcı bir pozisyona taşıdı. İngiliz aklıyla çalışan ve mason teşkilatlanma sistemiyle teşkilatlanan cemiyet, içeriden de bulduğu destekle 1908 Temmuzunda Abdülhamid’e II. Meşrutiyet’i ilan ettirdi. II. Meşrutiyet’in ilanı ülkede ve özellikle gayrimüslimler tarafından büyük sevinç gösterileriyle karşılandı. Artık meşrutiyet ilan edilmiş, Kanun-i Esasi yürürlüğe girmiş, herkes hürriyetine(!) kavuşmuş, müsavat-eşitlik sağlanmış, Abdülhamid’in zulmü sona ermişti.
Abdülhamid döneminde sansüre uğramış basın, meşrutiyetin ilanıyla birlikte yeniden gün yüzüne çıkmış, her yerden ve her fikirden gazete ve dergiler neşriyata başlamıştı. İttihat ve Terakki’ye eklemlenen ulema kesimi de kendi gazetelerini çıkarmaya başlamış, yine İttihatçılara bağlı olarak kendi cemiyetlerini kurmuştu. Artık sıra Abdülhamid’e haddini bildirmeye, otuz küsur yıldır işlediği mezalimi deşifre etmeye gelmişti.
Münker devri
Ulema kesiminin neşriyatından biri olan Beyânül Hak gazetesi Mustafa Sabri, Elmalılı Hamdi, Mehmed Fatin, Hüseyin Hazım, Mehmed Arif gibi ilmiye sınıfının ileri gelenleri tarafından neşriyata başladı. Gazete Abdülhamid’e ve onun idaresine karşı içinde biriktirdiği, intikama dönen öfkesini dökmeyi kendisine vazife olarak belledi. İstibdad idaresinde milletin ve memleketin etrafını felaket bulutları sarmış, karanlık ve dehşet içinde kalan ahali ne yapacağını bilemez olmuştur. Fakat artık bu günler geride kalmıştır.
Beyânül Hak gazetesinin başyazarı olan Mustafa Sabri Efendi, gazetenin ilk sayısında Beyanül-hakk”ın Mesleği” isimli makalesinde, istibdad devrinin münker devri olduğunu ve Temmuz’da defnedildiğini ifade eder. Ulema kesimine de eleştiri getiren Mustafa Sabri, bu kötülük devrinin sona erdirmenin aslında kendi görevleri olduğunu ama bunu becerecek maharetlerinin ve cesaretlerinin olmadığından, istibdadı ortadan kaldıran İttihat ve Terakki’ye mahcubiyetle teşekkür eder.(3)
Bu teşekkürün ardından neden bu vazifeden geri kaldıklarını da izaha gayret eden Mustafa Sabri, istibdad devrinde kendilerine göz açtırılmadığını, hainlerin sürekli ilim ehlini baskı altında tuttuklarını, hiçbir sınıfa kendilerine uygulanan baskının uygulanmadığını ifade eder. Bu ve bunlar gibi sebeplerden dolayı kendileri mazur görülmelidir.(4)
Beyânül Hak’tan Adanalı Hayret Efendi, “Ya Alîm Ya Halîm” adıyla kaleme aldığı makalesinde, Abdülhamid’e ve idaresine ağır eleştirilerde bulunur. Hayret Efendi’nin Abdülhamid iktidarına dair ileri sürdüğü ağır ifadeler, inanılması bakımından çok güçtür. İleri sürülen iddialar Abdülhamid tarafından hakikaten gerçekleştirilmiş midir? Yoksa dönemin Abdülhamid aleyhine estirdiği rüzgârın getirdiği bir öç alma girişimi midir? Bu sorunun cevabını bulmak, döneme dair derinlikli araştırmaların da yapılmasını gerekli kılmaktadır.
Sözü Adanalı Hayret Efendi’ye bırakalım:
“İstibdad idaresinin zulmü, idaresi altında bulunan bütün milletler için geçerliydi. Ancak Müslümanlar diğer milletlerden daha fazla zulüm görmekteydi. Çünkü ermeni, Rum milletlerine mensup olanlar bir zulme uğradıklarında hemen patrikhanelerine koşmakta haklarını aramakta idi. Patrikhaneler milletlerine karşı bir zulüm meydana geldi mi, hemen harekete geçer ve haklarını arardı. Müslümanın ise istibdad hükümetinin zulmüne karşı engel olabilecek herhangi bir kurumları olmadığından ezilirler idi.
Bir de istibdad idaresinin en çirkin, kötü zulmü, hükmü altında bulunan çeşitli milletlerin tamamını cehaletin karanlıkları içinde bulundurmak ve herhangi bir şekilde bir yerden ışık görse hemen ışığı söndürmekti. Hevasına tâbi bu iktidar ile nice ışık saçan idrakler söndürülmüştü.
Şayanı teessüftür ki, zalim iktidarın bu zulmüne en çok maruz olan Müslümanlar idi.
Bu biçareler zalim iktidarın bu zulümlerinden başka, Ermeni Rum hemşerilerinin görmediği diğer feci, çekilmez bir zulmünü de çekelerdi. İslam dışındaki bütün dinler ve mezhepler kanunen emniyet altında iken, İslam aleyhine kitaplar ve risaleler yayınlanır, ruhsat verilirdi. Fakat Müslümanlar bu aleyhte yayınlara karşı reddiyeler yazdıklarında, bunların yayınlanmasına müsaade edilmez, ruhsat verilmez, mani olunurdu. Bunlardan daha da fenası, sandıklar dolusu İslami kitaplar Çemberlitaş hamamında yakılmaya başlanmış, bir başka yerde daha hususi bu iş için yaptırılan fırında da yine dini kitaplar yakılmıştır.”(5)
İddiaların dehşet verici boyutu, Abdülhamid idaresinin ne durumda olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Hayret Efendi’nin ifadelerinde yer alan iddiaların, başka kişiler tarafından da dile getirilmesi ve aynı iddiaların hal fetvasında da yer alması, yaşananların hakikate tekabül eden yanını göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Dönem itibarıyla en çok konuşulan ve tartışılan meselelerden olan hürriyet, eşitlik, adalet değerleri de Abdülhamid idaresinde büyük zarar görmüştü. Oysa medeniyetin unsurlarından olan hürriyet, eşitlik ve adalet şeriat ahkâmının gereklerindendir. Şimdiye kadar şeriatın aleyhine ortaya çıkan bütün olumsuzluklar ve muamelat, dinin bağlayıcılığından uzaklaşıp kendi başına buyruk hareket ederek, idarede bulunan baskıcı iktidarın sonucudur.(6) Genel olarak ortaya çıkan kanaat, yaşanan bütün sorunların tek kaynağı Abdülhamid’in istibdad idaresidir.
Abdülhamid portresi
“Geçmişteki hükümet (Abdülhamid dönemi) Osmanlılara reva gördüğü zulmün en şiddetli tarafını Müslümanlara gösterir, çaresiz halka karşı eşkıyalığın ve baskının en ağrını uygulardı.
Uyguladığı zulme, kanunsuzluğa meşru bir delil bulmak ve makul göstermek, korkaklığını ve hıyanetini ikiyüzlü bir şekilde milletin dikkatinden gizlemek için işlediği cinayetlerin Din-i Mübin’in yüce ahkâmından olduğunu ilan ederdi.
Ahaliye haince niyetlerle dağıttığı vergileri, hilafetin hakkı olan zekât olarak gösterirdi. Yüce Din-i Mübin’i yıkıp tahrip etmekte, şeriata uygun merasimleri mahvederek ortadan kaldırmayı vazife edinmişti.
Dini kitapları toplar, en adi yerlerde, hamamların fırınlarında ateşte yakardı. İlim ehli talebeleri –kendilerinde hürriyet fikirleri bulunmadığından dolayı– büyük gemilerle, süprüntü kayıklarla dışarıya sürdü. Huzur mahkemesi gibi bir adalet kapısını kapattı, Mecelle Meclisi gibi bir toplantı yerini ortadan kaldırarak cezalandırdı. Avrupalılar İbn Abidin’i, Minhac’ı, Fıkh-ı Hanefi, Şafii, Maliki’den binlerce adalet ilkeleri ve hükümleri tercüme ettikleri, Şerh-i Mevakıf gibi kelam kitaplarını defalarca neşir ettikleri halde, ortadan kaldırdı. Son yıllarda Allah’ın kullarına o kadar musallat oldu ki, fazilet sahibi din erbabı lanet olasıca istibdadın İslam’a açtığı zararlara bakarak, bu memleketten İslamiyet’in artık yok olmaya yüz tuttuğuna kanaat getirmeye başladı, matemler içine girdi.”(7)
Yukarıda yaptığımız uzunca alıntıyı, Abdülhamid ve iktidarı zamanında işlediği cürümler hakkında fikir vermesi açısından nakletmeyi gerekli gördük. Hafız Mehmed Efendi bu makalesini yazdığı dönemde Abdülhamid henüz saltanat koltuğundadır ve müellif meşrutiyetin ilanının hemen akabinde böyle ağır ifadeler kullanmaktan çekinmemektedir. Dikkat edilirse Abdülhamid’in hal fetvasında yer alan iddialar, müellifin ifadeleriyle örtüşmektedir.
Beyânül Hak gazetesinin diğer bir mensubu olan Elmalılı Hamdi Efendi de Abdülhamid idaresini kıyasıya eleştirir.
Savaşlar için hazineler dolusu harcamalar yapılmış, lakin bir fakih yetiştirmek için hiçbir şey yapılmamıştır. Her türlü fuzuli harcamalar yapılırken, ilim ehli yetiştirmek, medreseleri onarmak, talebelere bakmak, buralar için belli bir ödenek ayırmak akla gelmemiştir. Yanlış malumatlarla yetişen nesil de yanlış yollara sapmıştır. Devletin ilim ve fen için çaba sarf etmediğini, yapması gerekenleri yapmadığını, bu yüzden de dünya devletlerinden çok geride kalındığını ifade eder. Bu sözleri II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Abdülhamid’e karşı bir eleştiridir. Zamanında gereğini yapmayan sultanın, şimdi hem kendisi hem de tebaası perişan haldedir. Elmalılı’ya göre de bunun sorumlusu Abdülhamit’tir. Makalesinde uzun uzun olup biten yanlışları, hataları dile getirir.(8)
“Bu millet İslam Hukukçuların meydana getirdiği mecelleyi, medeni hukuku, İslam dinini tanıtan fetvahaneleri, Osmanlı Fakihlerini tanımış, görmüş, okumuş olsalardı, büyük meseleler, davalar diye zannedilen çekişmelerin hallolması için başka mahkemelere gitmezler, şeriatlarını gasp ettirerek iki cami arasındaki beynamaza dönmezlerdi. O zaman şeri toplantılarda, İslami konular hakkında soyut tartışmalara girilmez, adaleti ayakta tutmak zorunda olduklarını anlarlar ve medeni kanunların kaynağının İslam dini olduğunu anlamakta ve anlatmakta zorlanmazlardı.”(9)
Otuz iki sene süren uğursuz, meymenetsiz istibdad zamanında Osmanlıda tefrika almış başını gitmişti. Makam mevkii kapmak, kapılan makam mevkii muhafaza etmek için yakılmadık can, yıkılmadık hane kalmamıştı. Makam mevkii sahibi olanların hemen hepsi cahiller güruhu idi ki, bunlar kanunları kendi menfaatleri için kullanmakta idiler.(10) Akla gelebilecek bütün olumsuzluklar, Abdülhamid döneminde gerçekleşmişti.
31 Mart vakasına kadar ulemanın Abdülhamid’e ve yönetim tarzına getirdikleri eleştiriler çok ağır olmakla birlikte, 31 Mart vakasından sonra yapılan eleştirilerin öncekilerin çok daha üstünde olduğu görülmektedir. Abdülhamid’e karşı eleştiri sınırlarını zorlayan dönemin ilmiye sınıfı, kem söze dair söylenebilecek her şeyi Abdülhamid ve iktidarı dönemi için söylemiştir.
Meşrutiyetin ilk aylarında Abdülhamid’e karşı görece bir hürmet ve yakınlık ile davranan Manastırlı İsmail Hakkı, 31 Mart vakasından sonra daha önce söylediklerini unutacaktır.
“Ne mel’ûn şeytan. Ortalığı yakacaktı. İnsan demeyecekti. Ne kadar aklıselim insan varsa hepsinin vücudunu kaldıracak. Sonra istediği gibi hüküm sürsün, mezâlimi eline alsın. Hâsılı tamamıyla istibdâdı geri getirsin. Fikir bu idi. Allah’a sığınırız. Allah bu mel’anetlere fırsat vermedi. İslam Milletini ve bütün insanları kurtuluşa erdirdi.”(11)
31 Mart vakası esnasında Mustafa Sabri Efendi’nin başını çektiği Beyânül Hak gazetesi ve Cemiyyet-i İlmiyye-i İslamiyye de bir bildiri yayınlar. Bildirideki dikkat çeken hususlar, Abdülhamid’in iktidarda iken ilim ehline, medrese talebelerine karşı uygulamalarıdır.
“Medrese adına haiz olan haberleri görmez miydiniz? İşte biz 32 senedir o mezarlarda gömülü idik. Daha dün “basü bade’lmevt” halinde teneffüse başladık. 16 sene önce –ki İstibdat devrinin tam ortasında– bir defa ölü nakli şeklinde İstanbul’dan dışarıya atılmak üzere bir gün içinde topumuzu birden kayıklara mavnalara doldurmuşlardı. Biz hamele-i şeriat hilafet merkezinden dışarıya fırlatılırken, o günkü asker evlatlarımız ‘şeriat isteriz’ diyememişler, seslerini bile çıkaramamışlardı. Acaba o vakit askerlerimiz de mi ölmüştü? Tabii değil ya!”(12)
Manastırlı İsmail Hakkı da işlenen cürümleri vaazlarına sürekli konu yapar. Meşrutiyetin ilanından iki üç gün evvel Sahip Molla Efendi’nin evini basarlar ve ne kadar dini kitap varsa hepsini çuvallara ayaklarıyla teperek doldururlar, evde bulunan kadınların hepsini bir odaya kapatırlar, evin her yerini talan ederler.(13) Millet Abdülhamid’in baskıcı idaresinden meşrutiyetin ilanıyla kurtulmuştur, hürriyete nail olmuştur. Fakat bu nail oluş öyle basit bir şekilde gerçekleşmemiştir.
“Bu nailiyet canımız malımız ve kemal ciddiyetle çalışmamız ve bir ittihadı milli sayesinde hasıl olmuştur. Bu ittifakı teşkil için her türlü fedakârlığı göze aldık. Hapishanelerde yattık, ağladık inledik işkence edildik. Çok zahmetler geçirdik, yerlerde süründük. Öyle günler görüldü ki, kitaplardan adalet kelimesi kaldırıldı, zalimin kötü olduğunu söyleyen kitaplar ve risaleler yakıldı, Hele ‘imamlar Kureyştendir’ hadisi şerifinin içinde bulunduğu kitaplar fırınlara atılarak yakıldı. Bu zulümler içinde en felaketini görenler de ulema ve ilim talebeleri oldu. Gizli bir plan ile ilim diyarı olan İstanbul’dan ilim ehlinin boşaltılmasına karar verildi. İki gün zarfında on bine yakın ilim talebesi mavnalara bindirilerek İstanbul’dan çıkarılmak üzere vapurlara gönderildi. İstanbul sokaklarından koyun sürüsü gibi fevc fevc gitmekte olan ilim talebelerini gören vicdan sahipleri büyük bir vaveyla kopardılar. Pencerelerin camlarını kırıp feryat etmeye başladılar.”(14)
Bütün memleket Abdülhamid’in kanlı pençelerinin zulmü altında, istibdad idaresinde esir idi. Herkes birbiri aleyhine ispiyonculuk yapar, haneler yıkılır, aileler dağılır, ocaklar sönerdi. Yetimler, analar-babalar ağlardı. İnsanlar zindanlara atılır, sürgünlere gönderilir, feryatlar içinde sesleri yükselirdi. Camilerde adalet ve ihsanı, emanetin ehline verilmesini, her işte meşvereti emreden, zulmü baskıyı lanet eden Kur’an ayetlerinin okunması yasaklanırdı. Namazda selam vermeden hafiyeler kandilleri söndürmesi için kayyumları darb eder, camilerden ağlayarak çıkılırdı.(15)
İstibdad, milletin şan ve şevketi ile beraber ahlakını da bozmuştur. Devri sabık zenginler arasına rekabet ve çekememezlik, fukara arasına da atalet ve meskenet ilka etmiş hele hükümetin vazifesi zalimlere, mütegalibelere dayanak olmaktan ibaret kalmıştı. Devri sabık bütün efradı milleti birbirinden soğutmuş, akrabayı akrabadan, komşuyu komşudan, vatandaşı vatandaştan ayırmış, herkes birbirine karşı yabancı, vatandan garib bırakmış idi. İstibdad, kalplerden vatan muhabbetini, menfaati umumiye hissini silmiş ve yalnız menfaati şahsiye fikrini kalplere yerleştirmişti. O derecede ki çalışanlar nefsi nefsi diyerek çalışır ve kendi işini yoluna koyduktan sonra başkası ne olursa olsun demekten çekinmez ve erbabı namustan bilinenlerin dahi ekserisi bile, bana dokunmayan yılan bin yaşasın misali duygusuz bulunurdu.(16)
Otuz üç seneden beri iktidarda olan Abdülhamid, bütün devlet ricalini saf dışı bırakarak kendi saltanatını sağlamlaştırmıştır.(17) Maliyeyi ve devletin itibarını harap etmiş, Yıldız’daki kasaları doldurmuş, milyonlarca milli serveti kendi zevk ve sefasına harcamış, Avrupa ve Amerika bankalarına paralar aşırmıştır. Abdülhamid nazarında dini ve dünyevi ilimlerin büyük suçlardan kabul edildiği bütün ahalinin malumudur. Herkesin hanesi kontrol edilir, kitaplara el konulur, sahiplerine cezalar verilir. Bundan dolayı çaresiz kalan ilim erbabı kendi kitaplarını elleriyle yakmaya, mahzenlere saklamaya mecbur kalırdı.(18) Yıldız’daki mahlûk sürekli olarak İslamiyet’i nasıl baltalayacağını düşünüyordu. Zalim hükümdar Makam-ı Hilâfet-i İslâmiyye’yi gasp etmişti.(19) Abdülhamid milyonlarca devlet gelirini zimmetine geçirmiş, çaresiz memurları sefalet sıkıntılara mahkûm etmiştir.(20)
Sonuç:
1- Bu merkezdeki ifadeler daha sayfalar dolusu olarak yazılabilir, fakat biz konuyu daha fazla uzatmadan bu kadarla yetinmeyi düşündük. Diğer İslami basın organlarında da Abdülhamid’e karşı duyulan hissiyat bunlara yakındır ve bir kısmı da daha ileri hakaretler taşımaktadır. Mesela “halife adını taşımasına rağmen, din-i İslam’a ihanet etmiş, Müslümanlara düşman olmuştur” gibi ağır ifadeler yer almaktadır.
2- Otuz üç yıl iktidarda kalan II. Abdülhamid, özellikle ulema kaleminden sadır olan bütün bu cürümleri işlemiş olabilir mi? Abdülhamid zamanın ulemasının dile getirdiği gerek dinen, gerek siyaseten pervasızca işlediği münkeratı (eğer yaptıysa) hangi sebeplerle yapmıştır? Bütün bu yaptıkları ‘sadece iktidarda kalabilmek için’ gibi bir sebeple izah edilebilir mi? İktidar sevdası her şeye rağmen bu davranışları mümkün kılabilir mi?
3- Abdülhamid’e bu iddia ve isnatlarda bulunan ilmiye sınıfı, O’nun otuz üç yıllık iktidarına şahit olmuş sınıftır. Abdülhamid iktidarı döneminde hepsinin de dünyevi olarak makam mevkii sahibi olduğu, görevlerini yapıp maaşlarını aldıkları görülmektedir. Abdülhamid’e karşı iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak görevinin yerine getirilip getirilmediği hususu aşikâr değildir. İlmiye sınıfı, İttihatçı tayfanın eteğine yapışacağına, millet arasında ağırlıklarının olması hasebiyle Abdülhamid’e karşı kendi geleneği içinde bağımsız bir muhalefet oluşturarak gerekli baskıyı yapsa, daha farklı bir sonuca ulaşılamaz mıydı?
4- Abdülhamid iktidarı döneminde, kendisiyle bir sorun yaşamadığı görülen, bu ağır iddiaların sahibi ilmiye sınıfının bu kin ve nefretinin arka planında başka sebepler olabilir mi? Bu kadar ihaneti, kötülüğü, münkeri, haddi aşmayı kendisine siyaset tarzı olarak gören bir sultanın verdiği görevleri yerine getirmek, ulema vasfına muhalefet değil midir? Mesela, bahsi geçen iddialar arasındaki dini kitapların yakılması hususunda, ulemanın nasıl bir tavır takınması gerekirdi, nasıl tepki vermişlerdir?
5- Abdülhamid’in iktidarı esnasında işlediği cürümlere mal, can, mevkii, makam gibi kazanımlarını kaybetmemek için ilmiye sınıfının sessiz kaldığı görülmektedir. İlmiye sınıfının bu tavrı ile yaşadığımız çağda cari olan iktidarların işlemekte olduğu cürümlere karşı sessiz kalan aydın, entelektüel, akademik cenahın tavrı arasında nasıl bir benzerlik vardır? Abdülhamid’in işlemiş olduğu münkeratı, zaman, mekân ve şekil açısından değil de, mahiyet açısından değerlendirirsek, günümüz iktidarlarının işlemiş olduğu münkerat ile nasıl bir örtüşme sağlanabilir?
Dipnotlar
(1) Makale-i Mahsusa Abdülhamid’i Tövbeye Davet, Kanun-i Esasi, cilt 2, sayı 36, sayfa 1-2, tarih 31 Mart 1315 – 12 Nisan 1899
(2) II. Abdülhamid’in hal fetvasından, Sırat-ı Müstakim, cilt 2, sayı 34, sayfa 104, tarih 3 Mayıs 1909; Hakan-ı Sabık’ın Hilmi Hakkında Kabl-i Şer’den Sadır Olan Fetva-yı Şerife Sureti, Beyânül Hak, cilt 2, sayı 30, sayfa 692 tarih 8 Haziran 1325 – 21 Haziran 1909
(3) Mustafa Sabri, Beyânül Hakk’ın Mesleği, Beyânül Hak, cilt I, sayı 1, sayfa 2-4, tarih 22 Eylül 1324 – 5 Ekim 1908
(4) Aynı yer
(5) Hayret, Ya Alîm Ya Halîm, Beyânül Hak, sayı 1, sayfa 6, tarih 5 Ekim 1908
(6) Mahkeme-i İstînâf Hukûk Re’îsi Mâhir, Mu’cizât-ı Kur’aniyye, Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 12, sayfa 185, tarih 12 Kasım 1908
(7) Hafız Mehmed, Makale-i Mahsusa, Beyânül Hak, sayı 3, sayfa 11-12, tarih 6 Teşrinievvel 1324 – 19 Ekim 1908
(8) Elmalılı Küçük Hamdi, Ulum-i İslâmiye Beyânül Hak, sayı 9, sayfa 178, tarin 30 Kasım 1908
(9) Aynı makale
(10) Üsküb Belediye Reîs-i Sâbıkı Mehmed Ferîd, Teferruk Temeyyüz, Sırat-ı Müstakim, cilt 2, sayı 29, sayfa 42, tarih 26 Şubat 1324 – 11 Mart 1909
(11) Manastırlı İsmail Hakkı, Meva’iz, Sırat-ı Müstakim, cilt 2, sayı 40, sayfa 224, tarih 28 Mayıs 1325 – 10 Haziran 1909
(12) Asker Evlatlarımıza Hitabımız, Beyânül Hak, sayı 29, sayfa 668, tarih 19 Nisan 1909
(13) Manastırlı İsmail Hakkı, Mevaiz, Sırat-ı Müstakim, cilt 1, sayı 7, sayfa 111, tarih 25 Eylül 1324 – 08 Ekim 1908
(14) Ali Nazmi, Makale-i Mahsusa, Beyânül Hak, cilt 1, sayı 17, sayfa 379, tarih 12 Kanunisani 1324 – 24 Ocak 1909
(15) Mehmed Fahreddin, Tevhîd ve İttihâd, Sebilürreşad, cilt 8, sayı 189, sayfa 123, tarih 5 Nisan 1328 – 18 Nisan 1912
(16) Mustafa Sabri’nin nutku, Beyânül Hak, cilt 2, sayı 43, sayfa 950, tarih 7 Eylül 1325 – 20 Eylül 1909
(17) Hasan Kazım, Zaman-ı Abdülhamid, Ceride-i Sufiyye, cilt 1, sayı 6, sayfa 2, tarih 18 Nisan 1325 – 1 Mayıs 1909
(18) Abdülhamid’in Hal’i, Sırat-ı Müstakim, cilt 2, sayı 43, sayfa 260, tarih 18 Haziran 1325 – 01 Temmuz 1909
(19) Troyskili Ahmed Tâceddin, Alem-i İslam Ahvali Umumiyye-i İslamiyye ve İstikbal-i İslam, Sırat-ı Müstakim, cilt 3, sayı 77, sayfa 399, tarih 11 Şubat 325 – 24 Şubat 1910
(20) Abdülhamid’in Hal’i ve Hindistan Matbuatı, Sırat-ı Müstakim, cilt 2, sayı 42, sayfa 246, tarih 11 Haziran 1325 – 24 Haziran 1909
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *