Va Esefa, Va Hasreta

Va Esefa, Va Hasreta

Yakın tarihimizde seleflerimizin “Va esefa, va hasreta, va hayfa” dediklerine, onların halefi olarak bizler de “Va esefa, va hasreta, va hayfa” diyor muyuz? Aynı sorunlardan yakınıyor, aynı meseleleri tartışıyor muyuz?

Yakup Döğer

Temmuz 1908 devrimi olmuş, Abdülhamid devrilmiş, meşrutiyet ilan edilmiştir. İstibdad dönemi kapanmış, geride kalan dönem artık “Devr-i Sabık” olarak adlandırılmaktadır. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte hürriyet (!) ortamı sağlanmış, halk günlerce sokaklarda yeni düzenin gelişini büyük şenlikler ile kutlamaktadır. Laik-seküler karakterli İttihat Terakki ortak akıl ve ortak eylemle iktidara gelmiş-getirilmiştir. Artık bundan sonra herkes fikrini serbestçe söyleyecek, isteyen istediğini yapabilecektir. Esas parola budur. Hürriyet-i şahsiye, hürriyet-i mutlaka, müsavat… Kayıtsız serbestlik!

O dönemin hürriyet özentisi, özellikle ‘Hürriyet-i Şahsiye’ tabiri, bugünün ‘Bireysel özgürlük’ kavramsallaştırmasının karşılığıdır. Hürriyet arzusunun getirdiği bu serbestlik, her kesimin işine yararken, hesabını doğru yapamayanlar, hesabı tutturamayanlar da vardır. Hesabı yanlış yapanlar ise, Müslüman cenahtır. Zira uğruna yanıp tutuştukları hürriyet sevdası, içtimai ve kültürel olarak Müslüman toplumu başkalaşmaya doğru götürmeye başlamıştır.

Müslüman halk, hürriyet-i şahsiyenin sınırsız vahalarında dolaşmaya çıktığında, modernleşmenin / dünyevileşmenin bütün ayartmalarına karşı savunmasız kalmıştır. Müslümanlar arası sağlanması gereken ittihad-birliktelik, daha derin yaralar almaya başlamıştır. Müslüman aydınlar, yaşanan siyasi, iktisadi ve içtimai değişim karşısında, daha önce özlemini çektikleri İttihad yerine daha derin tefrikalara dalmıştır. Her açıdan kazançlı çıkan ise laik-seküler zihniyetin sahibi olan ittihatçı tayfadır. Bu olumsuz gelişmeler sonucunda, Müslüman aydınların hemen hemen yazıp çizdikleri her makalelerinde, “Va esefa, Va hasreta” (Esefler olsun, yazıklar olsun) tamlaması yer almaya başlamıştır. Bu tamlama bir pişmanlığı telafi edilemez sonuçlarını ifade etmektedir.

Va esefa -yazıklar olsun, esefler olsun- yakınmaları, en çok da toplumun yozlaşması meselesinde dile getirilmeye başlanmıştır. Hürriyet-i şahsiye, hürriyet-i mutlaka olmak yoluna girmiş, toplum kadın üzerinden dönüştürülmeye, bütün mahrem bağlarından koparılmaya çalışılmaktadır.

“Va esefa! Kadınlar için mutlak hürriyet sağlamaya çalışan gayret erbabı bu yoldaki çabalarının sonunda o biçarelerin hayrına olacak bir şeyler mi ortaya çıkarmaya çalışıyor? Heyhat! Zavallıların olanca gayretleri, bütün o vehim ve hayal mahsulü olan iddiaları, delilleri, tabiatın, ilmin önünde zerrece duramıyor da, o kadar uğraşmaları ilim ehlini kendi aleyhlerine kışkırtmaktan, biçare kadını da halkın elinde eğlence oyuncak, ağzında aşk hikâyesi yapmaktan başka sonuç vermiyor.”

Biri çıkıyor, kadınlar çocukluk halindedir diyor, öbürü geliyor layıkıyla terbiye görmemiş olduklarını söylüyor, daha öbürü zuhur ediyor, kadınlara karşı güzel muamele etmeyi dinin emir etmiş olduğu biz müslimine karşı cidden çok acı verici sözler söylüyor.” (1)

Bu sözler Mısırlı alim Ferid Vecdi’nin bir eserinden Mehmed Akif tarafından tercüme edilerek Sıratı Müstakim’de neşredilen makaleden alıntıdır ve tarih olarak meşrutiyetin ilanından, hürriyet ortamının sağlanmasının hemen akabindedir. Sıkıntılı bir süreç başlamıştır ve meşrutiyetin henüz ilk devrelerinde Müslüman cemiyeti üzerinde büyük sıkıntı görülmektedir. Va esefa, Müslümanların dilinde ve kaleminde bir deyim olmanın ötesinde bir mahiyet bürünmüştür.

“Va esefa ki, biz İslamlar şimdiye kadar birçok nasların emirlerine riayet etmeyip, onları terk edilmiş halde bıraktığımız gibi, Müslümanların vahdetine ait olan hususları da bütünüyle unuttuk. Hiç olmazsa geçirmiş olduğumuz azametli fetih devirlerindeki başarılarımızın gururuyla unutmuş bulunduğumuz Allah’ın kopmaz sağlam ipine sarılarak vahdeti hatırlayıp, bugünkü perişan halimizden ibret almalıydık. Bugün aynı memlekette bulunan iki Müslümanın ruhi ve manevi ahvali birbirine taban tabana zıt bulunduğu gibi, muhtelif memleketlerde bulunan Müslümanlarda dilsiz bir tarzda birbirinden ayrı düşmüş ve tamamen habersizdir.” (2)

Nur Alizade’nin, va esefa dediği ise, Müslümanlar arasındaki tefrikadır. İslamcı cenahın, İttihad-ı İslam, İttihad-ı Müslimin diyerek başlatmak istedikleri yeni bir uyanış ve inşa hareketi, devrimle birlikte daha sıkıntılı ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Yeni düzen, demokratik temelli çoğulcu toplum kurgusuna ve yeni siyasi oluşumlarının ortaya çıkmasına kapı açmıştır. Müslümanlar arası fikri tefrikalara bir de siyasi parçalanmışlık eklenmiş, sıkıntı daha da büyümüştür. Fikri tefrikalar ameli eylemlere dönüşmüş, bunların sonucu Müslümanlar arasına nifak tohumları ekilmiş, ikilik girmiştir.

“Bizi bu nifaka düşüren kimdir? Bizi bu hâle getiren nedir? Bütün selâmet yolları kapandı mı? Bizi bu içine düştüğümüz sıkıntıdan çekip çıkaracak bir rahmet eli yok mu? Topraklara mı karışıyoruz? Namımız alemin sayfalarında mı siliniyor? Şevketimiz mezara mı gömülüyor? Memleketimiz dünyanın üçte birini geçmiş, nüfusumuz insanların beşte birinden fazla. Ne fayda ki aramızda uhuvvetimiz kopmuş, dinden sapmışız, selamet yolundan uzaklaşmışız. Birbirimize görüşeceğimiz yerde, her birimiz başka bir tarafa çekilmiş, zillet ve atalet içinde çöküşümüzü bekliyoruz.  

Ey şanlı ümmet! Tek vücut olduğumuz halde ne için bir tarafımız hasta olur da; diğer tarafımız ondan habersiz kalır? Vâ-esefâ… Bu gaflet; bu cehalet nedir, bu hissizliğimiz ne vakte kadar devam edecek? Günden güne yaklaşmakta olan izmihlal anımızı ne için düşünemiyoruz? Eğitim yok, yardımlaşma yok. Yardımlaşma şöyle dursun, birbirimizin gözünü çıkarmaya bakıyoruz!” (3)

Müslüman toplumun siyasi alanda talebi gerçekleşmiş, uzun yıllar uğrunda mücadele ettikleri, hatta laik seküler dünya görüşüne sahip ve dini büyük bir sorun olarak görenlerle birlikte olmaktan çekinmedikleri zümrelerle beraber, çabalarının sonucunda meşrutiyet ilan edilmiştir. Hürriyet-i şahsiye, hürriyet-i mutlaka sağlanmıştır. Artık jakoben istibdad devri kapanmış, millet Abdülhamid zulmünden kurtulmuştur. Bundan sonra Müslüman cenahın beklentisi, her şeyin daha iyi olacağına, daha güzele ulaşılacağına, Müslümanlar arası ittihadın-vahdetin sağlanacağına, hukukta eğitimde, siyasette, iktisatta şer-i şerife uygun davranılacağına, meşrutiyetin meşveretle sağlanacağına dairdir.

Fakat… Va esefa, va hasreta, va hayfa… Hiçbir şey istenilen ve beklenen gibi olmamıştır. Olmadığı gibi, olan her şey de beklentilerin tam aksi istikamettedir. Dönemin Müslümanları hemen her konuda, yaşadıkları sürekli kırılmalar üzerine, “va esefa, va hayfa, va hasreta” demekten kendilerini alamamıştır.

Seleflerimize dair bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz, lakin konunun uzamaması için bu kadarıyla yetinelim, zaman ve mekânı değiştirelim.

Şimdi…

Yakın tarihimizde seleflerimizin “Va esefa, va hasreta, va hayfa” dediklerine, onların halefi olarak bizler de “Va esefa, va hasreta, va hayfa” diyor muyuz? Aynı sorunlardan yakınıyor, aynı meseleleri tartışıyor muyuz? Onların yakındıkları, şikâyetçi oldukları insan ve toplum yozlaşmasından bizde şikâyetçi miyiz? Onların yakındıkları, ‘yazıklar olsun’ dedikleri Müslümanlara arası tefrikadan, sağlanamayan ittihaddan biz de aynı şekilde mustarip miyiz? Müslümanlar arasına ekilen nifak tohumlarından, şişmiş egolardan, enaniyetten ve dahi cehaletten bizlerde nasipdar mıyız?

Seleflerimizin, “hürriyet-i şahsiye, hürriyet-i mutlaka, eşitlik, istibdad-baskı, terakki” diyerek taraf oldukları laik karakterli İttihat Terakki’nin kullanışlı bir malzemesi olmalarının sonuçlarını, onların halefleri olan bugünün Müslümanları basiret ve ferasetle değerlendirebiliyor mu? Yoksa Allah’ın dinini, laik-seküler siyasetlerine alet edenlerin ve Müslümanları halen sürekli kandırılabilen, kullanışlı bir malzeme olarak görenlerin safında yer almaya devam mı ediyor?

Bir dönem Müslümanların meşrutiyet temelli talepler barındıran beklentilerinin yol açtığı sonuçlar, günümüzde demokratik temelli taleplerde bulunarak felaha ereceğini düşünen Müslümanlar tarafından hakkıyla değerlendirilebiliyor mu? Bir dönem Müslüman cenahın İttihat Terakki’ye teveccühüyle yaşanan siyasi kırılma, onların halefleri tarafından bugün nasıl yorumlanıyor?

Ve bugün düşünelim! Yaklaşık yüz elli yıldan bu yana Müslümanların, “Va esefa, va hasreta, va hayfa” diyebilecekleri, ellerinden alınırsa sızlanıp dövünecekleri, çırpınıp ağlayacakları daha neyi kaldı?

Dipnotlar:

1- Müslüman Kadını, Sıratı Müstakim, cilt 1, sayı 6, sayfa 86
2- Nûr Ali-zâde Gıyâseddin Hasefî, İttihad-ı İslam Ne Vakit Olacak, Sıratı Müstakim, cilt 4, sayı 92, sayfa 248
3- Hutbe-i Arafat ve İttihad-ı İslam, Sıratı Müstakim, cilt 5, sayı 119, sayfa 244

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

3 Comments

  • Yakup Döğer
    22 Aralık 2020, 20:04

    Okuyup değerlendirdiğiniz için teşekkür ederim arkadaşlar. Ne yazık ki, bugün konuşup tartıştığımız ne varsa, yüz – yüzelli yıl öncesi başlamış tartışmaların devamıdır. Bu durumda öyle görünüyor ki, Müslümanlar hiçbir meselesini çözememiş, çözemediği gibi meseleler daha da sorunlu bir hal almış.

    REPLY
  • aytekin
    21 Aralık 2020, 22:56

    yüzyıl önceki mesele sanki bugün yaşanıyormuş gibi analiz edilmiş. harika bir yazı olmuş. yazarı tebrik ederim.

    REPLY
  • Sureyya
    20 Aralık 2020, 21:09

    Teşekkürler Hocam, aynayı öyle bir yere yerleştiriyorsunuz ki harika bir perspektif yakalayıp göremediğimizi gösteriyorsunuz. Bilmediğimiz bir konudan muhteşem bir analiz tutuşturuyorsunuz elimize. Umarım bize de gereğini yapmak düşer.

    REPLY