Said Halim Paşa’da İslam’ın Siyasi Usulü

Said Halim Paşa’da İslam’ın Siyasi Usulü

İslam siyaset usulü ile Batı siyaset usulü birbirinden ayrıdır, ayrı olmaya mecburdur. Bu sebepten her milletin siyasi usulü, kendi değerleriyle mütenasip olan usuldür. Müslümanlar için de en ideal usul İslam siyasi usulüdür.

Yakup Döğer

Said Halim Paşa (1864-1921) Mondros Mütarekesi’nden sonra savaş ve Ermeni kırımı sorumlusu iddiasıyla Dîvân-ı Âlî’ye verildi. 10 Mart 1919’da tevkif edildi ve Dîvân-ı Harb-i Örfî’de yargılandı. 28 Mayıs 1919’da İngilizler tarafından önce Mondros’a, ardından Malta’ya sürüldü. Paşa Malta’da sürgünde bulunduğu sırada, “İslam’da Teşkilat-ı Siyasiye” adıyla bir risale kaleme almıştır.

Said Halim Paşa’nın bu risalesi, “İslam’da Teşkilat-ı Siyasiye” adı altında Sebilürreşad, 26 Şubat 1922 tarihli, 19. cilt, 493. sayısından itibaren Mehmed Akif’in tercümesiyle bölümler halinde yayınlamaya başladı. Biz bahsi geçen risalenin Sebilürreşad’ın 20. cilt, 494. sayısında neşredilen, “İslam’ın Usul-i Siyasiyyesi” adlı bölümünü analiz etmeye çalışacağız. 

Said Halim Paşa makalesinin girişinde, bir topluluk için en uygun siyasi usulünün, kendi değerleriyle münasip ve kendi değerlerinin çizdiği sınırlar içinde yaptığı siyaset olduğunu vurgular. Paşa da izahlarını, bir Müslüman olarak kendi ilkelerinin gösterdiği yoldan yürüyerek yapacağını belirtir. Bu sebepten dolayı, Müslümanlar için en mükemmel usulün, İslam’ın siyaset usulü olduğunu ifade eder.

“Bir cemiyet için en güzel siyasi usul, kendi içtimai ihtiyaçlarını en mükemmel şekilde karşılamaya tekabül eden, kendi ilkelerini en güzel tarzda izahta başarılı olan, onun en sadık ve en sahih ifadesini bulan usuldür. Biz işte bu ilkeden yürüyerek Müslümanlar için İslam’ın siyasi usulünün en mükemmel usul olduğunu izaha çalışacağız.”

Paşa, bu sözlerine müteakiben, İslam cemiyetinin nasıl ve hangi vasıflara sahip fertlerden teşekkül ettiğini ifade eder. O’na göre: 

“İslam cemiyetinin şeriatın hâkimiyetine bağlı olması demek, ahlaki ve içtimai kanunların cemiyetin her bir ferdine yüklediği vazifeyi her fert ayrı ayrı yerine getirmek, cemiyet tarafından saygı gösterilmesini, düşünülmesini ve korunmasını sağlamak demektir.”

Said Halim Paşa, Müslüman topluluktaki “ben Müslümanım” diyenlerin, ferdi ve içtimai önceliğini sarih bir şekilde belirtir. Zira bir cemiyet, o cemiyeti oluşturan fertlerden meydana gelir. Müslüman ferdin sorumluluğu, sadece Müslüman olduğunu söylemekten çok ötedir. Müslümanlara, inandıkları din “iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak” gibi büyük bir görev vermiştir. Müslüman fertler, sadece bireysel ibadetlerini yapıp bir kenara çekilerek taptıkları Allah’ı (cc) razı edemezler. Hem kendileri dinin ahlaki ve içtimai yasalarına riayet edecekler, hem de toplum tarafından saygı görmesi için çaba sarf edecekler. Eğer Müslüman fertler, bulundukları toplumda, iyiliğin yaygınlaşması ve kötülüğün önlenmesi için çaba göstermez ise, o toplum ifsada sürüklenecek ve İslam Cemiyeti olmak vasfını kaybedecektir. 

Paşa ilerleyen satırlarında, Müslüman ferdin mesuliyet çıtasını daha yükseğe taşır. Müslüman bir fert, sadece kendisi şeriatın hâkimiyetine bağlı kalmamalı, şeriatın, yaşadığı toplumda da saygı görmesi için çaba sarf etmelidir. Fakat Müslüman ferdin görevi sadece bunlarla da sınırlı değildir:

“O halde Müslümanları sevk ve idare eden gözle görülür bir hak vardır ki, o da budur. Evet, her Müslüman, hükümet tarafından şeriatın saygı görülmesini, boyun eğilmesini ve yüce ahkâmının en mükemmel şekilde tatbik edilmesini takip etmek gibi dini bir vazifeyle mükelleftir. Bu her Müslümanın hiçbir itiraz kabul etmeyen İslami bir hakkıdır.”

Müslüman fert, aynı zamanda iktidarı da sorgulamalıdır. Bu, Müslüman ferde inandığı dinin verdiği bir haktır. Kendisini ve içtimai yapıyı sevk ve idare eden iktidar, İslam şeriatına saygı duyuyor mu? Dinin yüce ahkâmını, hem de en güzel şekilde tatbik ediyor mu, etmiyor mu? Ayrıca Müslüman ferde bu görevini yerine getirirken kimse mani olamaz, kınayamaz. Zira bu hak, Müslümanın itiraz kabul etmeyen İslami bir hakkıdır.

Paşa bu satırları yazdığında, fertten topluma, siyasetten ekonomiye, eğitimden kültüre Batılı tarzda bir değişim dönüşüm yaşanmaktadır. Fakat ahali genel anlamda İslami vasfını muhafaza etmekte, gavurlaşmaya dönük gelişmelere tepki göstermektedir. Müslümanlar, fertten topluma ikaz edilmelidir ve Paşa bunu yapmaktadır. Her ne kadar geç kalmış bir itiraz ve ikaz olsa da, Paşa’nın ifadeleri kayda değerdir ve günümüze dair çok şey söylemektedir.

Yaşadığımız dönemde, Müslüman fertler şeriatın ilkelerini ne derece içlerine sindirmiştir ve ne derecede bu ilkeleri ferdi hayatlarında yaşamaktadır? Bunun ötesinde, Müslüman fertler dinin ilkelerinin toplumda saygı ve hürmet görmesi için ne gibi çabalar sarf etmektedir? Bir eşik sonrası, laik seküler iktidara karşı nasıl bir tavır takınmaktadır? “İyiliği emretmek ve kötülüğü men etmek” vazifesi mucibince, nasıl bir mücadele vermektedir?

İslam’ın siyaset usulü, Batı usulünden büsbütün farklıdır 

“O halde İslam’da siyasi usul ancak milleti temsil etmek suretiyle olur. Ancak milletteki sınıflar arasındaki rekabetlerin meçhul bulunduğu, gaye ve içtimai yönelişinin katiyen değişmediği halk için birliği muhafaza ettiği İslam cemiyetinde, milleti temsil eden usul Batı’daki tarzından büsbütün başkadır. Evet, ruhuyla, gayesiyle, bileşenleriyle, hukukuyla, ayrıcalığıyla, İslam’ın siyasi usulünü ötekinden ayrı olması mecburidir.”

İslam’ın siyaset felsefesiyle, Batının siyaset felsefesi birbirinden tamamen farklıdır. Farklı olmak mecburiyetindedir. Bunun sebebi ise, İslam’ın siyaset felsefesinin, kendi inandığı değerleri temsil eden temsilciler tarafından icra edilmesidir. Bu icra, inanılan ilkeler çerçevesinde toplumda birliği meydana getirir. 

Paşa neden bunları söylemek gereği duymaktadır? II. Meşrutiyet’le birlikte parlamenter sisteme geçilmiş, Müslüman cemaatin özeline dahi gayrimüslim vekiller müdahale etmeye başlamıştır. Parlamentoda yer alan vekillerin birçoğu gavurdur, diğer geri kalanların az birazı hariç yerli gavurlardandır. Müslüman milletin öz değerlerine yabancılaşmış ve dahi bu değerleri eritmek için çaba göstermektedir. Bu sebepten Müslüman milleti temsil gibi vasıfları yoktur. Her biri Batı taklitçisi, ezik şahsiyetlerdir. Bunlarla bir yere gidilemez. Müslüman milleti temsil edecek olanlar, Allah’tan başkasından korkmamalıdır.

Mecliste şeriatın ilkeleri tatbik edilmeli

Paşa meseleyi açarak, izah etmeye devam eder:

“Bundan dolayı İslam cemiyetini temsil edecek heyet, milletin güzidelerinden oluşacak ve orada milletin çeşitli sınıflarını samimi bir surette yekdiğerine bağlayan vahdete uygun huzur ve ahenk, siyasi hükümran olacaktır. Demek ki bu heyet, içtimai alanda mevcut olanı, siyasi alanda da görünür kılmak vazifesiyle mükelleftir.

O halde Müslümanların meclisinde ne komünist ne sosyalist fertler görülecek, ne cumhuriyet ne saltanat taraftarları bulunacaktır. Mecliste, görevi yalnızca şeriatın ilkelerinin hâkimiyetini en mükemmel bir şekilde tatbik ederek, müşterek gayeyi, aynı maksadı takip eden fertler bulunacaktır. Şayet bu kişiler arasında ihtilaf vukuu bulursa, ancak müşterek gayeyi meydana getirmek için müracaat olunacak vasıtaları belirlemek hususunda bulacaktır.”

Said Halim Paşa, mecliste bulunacak vekillerin vasıflarını izah ederken, aynı zamanda meclisin görevini de söyler. Mecliste milleti temsil edecek olanlar, sıradan insanlar olmamalıdır. Demokratik temelli niyet ve çabaları önceleyen, ırkçı faşist insanlardan laik zihin yapısına sahip olanlar, Müslüman milletin temsilcisi olamaz. Mecliste bulunacak vekiller, çeşitli sınıfları içinde barındıran toplumsal yapıda huzur ve sükûneti sağlar iken, sağlanan huzur ve sükûnetin siyasi alanda da hükümranlığı için gayret gösterecektir.

Müslümanların meclisinde İslam dışı bir siyaset usulü varlık göstermemelidir. Müslümanların meclisinde komünist, sosyalist bulunamayacağı gibi, cumhuriyet ve saltanat taraftarları da yer alamaz. Said Paşa, II. Meşrutiyet’te kurulan meclise şahittir. Bu meclis içinde Batı kaynaklı her türlü dünya görüşü kendisine yer bulabilmiş, bir nevi demokratik temelli çoğulcu toplum inşasına geçilmiştir. Bu yüzden mecliste yer alanların birçoğu, İslam dışı paradigmanın savunuculuğunu yapmaktadır. 

Said Halim Paşa’nın tasavvurundaki meclis, günümüz meclis yapısına reddiye mahiyetindedir. Müslümanları temsil edecek meclis, Müslümanların akil adamları tarafından oluşturulmalı ve gayesi şeriatın hükümlerini cari kılmak olmalıdır. Eğer Müslümanların meclisinde saltanat taraftarları olmayacaksa, sosyalist, komünist ve cumhuriyetçiler de olmamalıdır. Zira bu dünya görüşleri demokratik temelli çoğulcu toplum kurgusuna dayandığından, beşeri yasamanın gerçekleştiği ideolojilerdir. Bu ideolojilerde salt akıl yol göstericidir ve vahyin verili değerlerini göz ardı eder. Oysa Müslümanların meclisi vahye dayalı şeriatın hükümranlığına çalışır. 

Meselelerin çözümünde ortaya çıkan ihtilafları çözmek için de, müşterek gaye olan şeriatın egemenliği yol gösterici olduğundan dolayı, çözüme giden usul yönünden bir sıkıntı yaşanmayacaktır. Aradaki ihtilafların sebebi, vasıtaların farklılığı yönünde olacağından, şeriatın belirlediği çerçeve dairesinde bu vasıtalar tespit edilebilecektir.

Said Halim Paşa, siyaset tasavvurunu müşterek gaye olan şeriatın ilkeleri üzerine inşa etmektedir. Müellife göre, siyasetin genel ilkelerini belirleyen insan aklı değil, şeriattır. Şeriat Allah’ın vaz ettiği hükümler olduğundan dolayı, verili olan temel ilkeleri üzerinde herhangi bir tartışma yaşanmayacaktır. 

Bundan dolayı millete karşı sorumlu olanlar, maksat dışı bir işte birbirlerine girmeyecek, tartışmayacak, siyasi buhran yaşanmayacaktır. Böyle bir buhran yaşanmayacağı gibi, bilakis müşterek gayeye hizmet için birbirlerine yardımda bulunacaktır. İşte bu sorumlular görevlerini ihtiras, haset, kin, rekabet gibi hislerden uzak olarak yerine getirecektir. Yani insani faaliyetlerini en verimli ve en kuvvetli kılan şeriat dairesi içinde iş göreceklerdir.

Günümüz politik atmosferinde, iktidar muhalefet münasebetlerini göz önüne aldığımızda, Paşa’nın söylemek istediğini çok daha iyi anlıyoruz. Kişisel hırsların, dünyevi çıkar peşinde koşmanın, insanı modern ulus devlete feda etmenin, kayırmacılığın, orantısız gelir dağılımının ve dahi her türlü adaletsizliğin yaşandığı idare yapısına şahit olmaktayız. 

Said Halim Paşa bu temsil heyetini, yönetimin en üst seviyesi, tepe noktası olarak tanımlar. Müslüman Milletin temsilcileri, hükümetin üstündedir. Kanaatimizce Paşa, “Ehlü’l-Hal ve’l-Akd”a atıf yapmaktadır. İslam Hukukunda Ehlü’l-Hal ve’l-Akd devlet başkanını seçmek ve gerektiğinde azletmekle yetkili olan heyet anlamında İslâm hukuku terimidir.

İslam Hukukçuları olan Fakihler, Ehlü’l-hal ve’l-Akd grubuna giren kimselerde ilim, adalet, doğru düşünce ve tedbir niteliklerinin aranmasını gerekli görürler. Onlara göre buradaki ilimden maksat ictihad derecesindeki bir fıkıh ilmi değil devlet başkanlığına lâyık olanı tespite yarayan bilgidir. Ehlü’l-hal ve’l-Akd’in toplum içinde güç ve saygınlığı olan, diğer insanların üzerinde otoritesi bulunan kimseler olması şartı üzerinde dururlar. Ehlü’l-hal ve’l-Akd’in, halifeyi (ya da hükümeti) seçme yetkisinin yanı sıra gerektiğinde azletme yetkisi de genelde kabul edilmiştir. Hukuka aykırı davranışlarda bulunduğunda halifenin azledilmesi (ya da hükümetin düşürülmesi) hukuk devletinin gerçekleşmesi yolunda önemli bir merhaledir. 

Said Halim Paşa, siyasi, askeri, sosyal yönden çok kritik bir dönemde bunları söyleyebilmektedir. Müslüman entelektüeller, fikir hürriyetinin (!) alabildiğine serbest olduğu günümüzde böyle meseleleri ele alabilecek cesareti gösteremediği gibi, ne yazık ki böyle bir tartışmaya girecek mecale de sahip değillerdir. Oysa kanaatimizce Müslümanların tartışması ve yeniden gündeme getirilmesi gereken konulardan biri de, yönetim-iktidar-itaat meselesidir.

Modern dönem siyasi iktidar alanında, milletin temsilcisi olabilmenin şartlarının ne kadar basit olduğu herkesin malumudur. Temsil makamına gelenlerin gerek bilgi, gerek, doğru düşünmek ve gerekse hayatla ilgili tecrübeleri göz önüne alındığında, Said Paşa’nın tanımladığı milletin temsilcileriyle kıyaslanamayacak kadar niteliksizdir. Günümüz millet temsilcileri, hükümeti denetlemek bir yana, hükümetin yaptığı her icraatı onaylama makamındadır. 

Yasama yetkisi

Paşa daha da hassas bir hususa işaret eder:

“Bu temsil heyetinin sahip olduğu hukuk ve ayrıcalığa gelince, bunlar kendisini hükümetin en mükemmel, en etkili ve en hakiki bir surette gözetimini temin edecek, bununla beraber ona yasama yetkisini vermeyecektir. Zira milleti temsil eden temsilcilere bu hakkı vermek; akıl ve itidale ne kadar sahip olursa olsun, bir siyasi heyetin İslam cemaati adına kanun yapmasıyla mükellef olmasına rıza göstermeyen şeriatın ruhuna uygun hükümet ve adaletle mutlaka tezat teşkil eder.” 

Hükümeti-idareyi hassas bir şekilde denetleyecekler, fakat ellerindeki temsil gücüyle yasama yetkisi vermeyecektir. İktidarı elinde bulunduranlar, ne kadar akıllı ve itidalli olursa olsunlar, sonuçta insan olmaları hasebiyle yanlış yapabilirler. Kaldı ki bunun da ötesinde beşeri yasama şeriatın öngördüğü hükümet ve adalet anlayışına tezat teşkil etmektedir. Tabii burada beşeri yasamanın mahiyetine değinilecek olursa, bu yasamada nihai itaat merciinin neresi ve kim olduğuyla ilgili izaha gerek duyulabilir. Gerek Said Halim Paşa’nın gerekse bizim beşeri yasamayla ne anlatmaya çalıştığımız malumdur. 

Paşa, Avrupa’nın parlamenter sistemine de değinir. Batı siyasetinde var olan parlamentonun yasama yetkisi, Batı dünyasının kendi tarihi, siyasi, kültürel, sosyolojik süreci içinde, kendisine özgü şartlar gereğince ortaya çıkmıştır. İslam siyaset usulü ile Batı siyaset usulünün işleyişi birbiriyle ilkeleri bakımından en ufak benzerlikler göstermez. Bu sebepten İslam cemiyetinde milleti temsil edenlerin görevi, yalnızca işleyişi kontrol etmek, bakıp gözetmektir. Yoksa Batı parlamentolarında olduğu gibi yasamada bulunmak değildir. Zira İslam siyaset usulünün hedefi, aklı başında bir idare temin ederek, fertler arasında sağlanabilecek en yüksek adaleti sağlamaktır. 

Yasama hakkı

İslam Cemiyetinde yasama görevi, Batıdaki gibi değildir. Batıda yasama faaliyetleri tamamen siyasi içeriklerle olmaktadır. İslam Cemiyetinde ise yasama içtimai düzenin sıhhatine yöneliktir. Ve bu hak gelişi güzel sıradan insanlara verilemez. Yasamada bulunacak kişiler, işin erbabı olmalı, hassas davranmalıdır. 

“Bunun içindir ki yasama vazifesi, beşeri cemiyetteki vazifelerin an önemlisi değilse bile, herhalde mühim olanlarından biridir ve kanun yapmak çok yüksek ve çok hususi bir salahiyeti gerektirir. Yeniden kanun yapmak yahut var olanı düzenlerken itidal, tedbir, basiret, tarafsızlık gösterilmesi için yapılan kanunun, şeriatın hakikatlerine esaslı bir şekilde bağlı olması, ahlaki karakterin de o derecede yüksek bulunması lazımdır.”

Paşa, yapılacak yasamanın sınırlarını da belirler. Bu sınırlar şeriatın hakikatlerine esaslı bir şekilde bağlı olmalıdır. Dünyevi işlerin bir düzen içinde işlemesi, yeni gelişmelerin gerektirdiği yasamaların yapılması kaçınılmazdır. Fakat hangi hususta ve alanda olursa olsun, yapılacak bütün yasama faaliyetleri İslam Dinine sıkı sıkıya bağlı olmalı, şeriatın dairesi içinde gerçekleşmelidir. Ayrıca yapılacak yasamalar, toplumun değerleriyle çatışmamalı, yasamada bulunacak şahıslar, yaşadıkları cemiyetin hassasiyetlerine vakıf olmalıdır. Yapılacak kanun ancak bu şekilde olursa cemiyet tarafından teveccüh görür ve cemiyetin işine yarar. Zira bir kanun muhabbet, hürmet hislerinin hepsini birlikte sağlayabilmelidir. Eğer bunu sağlayamazsa, polis nizamnamesinden başka bir anlam taşımaz.

Said Halim Paşa yasama hakkının kimlere ait olduğuna da değinir. Bu hak, faziletleriyle, tecrübeleriyle, ilimleriyle milletin hürmet ve itimadını kazanmış ihtisas sahibi hukukçulara aittir. Bu sebepten bu hak Müslümanların fakihlerine, fakihlerden oluşacak bir heyete verilir. Tamamen bağımsız olan bu heyet, mutlak hâkimiyet olan şeriatın çizdiği sınırlar içinde yasamada bulunsun ve mukaddes gayesine doğru yürüsün gitsin.

Halim Paşa, modern tasavvurun demokratik temelli mekanik kurgusuna itiraz etmektedir. Zira modern tasavvur salt pozitivist ve materyalist bilgiyle toplumun sadece cismine hitap etmektedir. Bu dünya görüşünün mensuplarının yapacağı yasamada fazilet, tecrübe, itimat, güven, samimiyet yoktur. Dünyevi göstergeler neyi işaret ederse, yasama o işaret üzere yapılır. Günümüzde olan da budur. Hiç evlenmemiş, yuva kurmamış, evlat sahibi olmamış olanlar, aile hakkında yasamada bulunur. Hayatla ilgili hiçbir tecrübeye sahip olmayanlar, yüksekokulu bitirdiğinde, yaşam koçu olur. Toplumla ilgili hiçbir malumatı bulunmayan, kendi insanını tanımayanlar psikolog olur. Toplumun ruhuna değil, bedenine hitap ederler. 

“İşte İslam cemiyetinde ortaya çıkarılacak kanunlar ancak bu şart iledir ki, ruhunda barındırdığı hikmet ve mutlak adaleti için, ebediyen değişme imkânı bulunmayan on dört asırlık bir şer’i usulün süreklilik ve ahengine dayanacaktır.”

“Yine o kanunlar ancak bu şart iledir ki iyi düşünülmüş, düzgün, mantıki, genel ahlakın daha iyi olmasına mazhar bir düsturlar bütünü arz edebilir. Ve bu cemiyetin kanun ile kontrol edilmesi, kanun üzerine dayanması, yalnızca bu şekilde olabilir ki, bu da asla zeval bulmaz.”

Said Halim Paşa, şeriatın çizdiği daire dışında meydana getirilecek kanunların, yasamaların kişisel ihtiraslar sonucu dünyevi menfaat ve ihtiyaçları temin etmek için yapılmış olacağını ifade eder. Bu sebepten yapılacak kanunlar günü birlik ve geçici bir takım olayları gözeterek yapılmış kanunlar hükmüne inmeye mahkûmdur. Nitekim yaşadığımız dönem, bu tespitin en bariz şekilde görüldüğü dönemdir. Ve Said Halim Paşa sanki bu günleri görürmüş gibi makalesini sonuçlandırır.

“O yüzden bu kanunlar adaleti temsil etmezler, bilakis despotizmi temsil ederler. Despotizm ise bir taraftan zayıfları ezmek için güçlülere kanundan istifade hakkı vererek, diğer taraftan zalimden kurtulmak için zayıfları ya kanundan kaçmaya veya o kanunu tanımamaya mecbur ederek, cemiyetin fesadına yol açarlar.”

Sonuç:

Said Halim Paşa, Müslümanların meclisiyle, Batılıların meclisinin birbiriyle benzer yanlarının olamayacağına vurgu yapar. Her iki toplum da dini, siyasi, kültürel, sosyal yönlerden birbirlerine benzememektedir. O yüzden İslam Siyaset usulü ile Batı siyaset usulü birbirinden ayrıdır, ayrı olmaya mecburdur. Bu sebepten her milletin siyasi usulü, kendi değerleriyle mütenasip olan usuldür. Müslümanlar için de en ideal usul İslam siyasi usulüdür.

Müslümanların meclisinde bulunan milletin temsilcileri sıradan insanlar olamaz. Milleti temsil etmeleri için, belli vasıflara sahip olmalıdır. Milletin temsilcileri, kendi milletini tanıyan, milleti arasında bilgileriyle, tecrübeleriyle, samimiyetleriyle saygı gören ve nüfuzu olanlar ancak milleti temsil edebilir.

Müslüman bir toplulukta şeriatın hakim olması, o topluluğun şeriatın hâkimiyetine ne denli bağlı olduğuyla alakalıdır. Ayrıca Müslüman fertler sadece kendileri iman etmekle yetinemez. Yapmaları gereken aynı zamanda yaşadıkları cemiyet içinde bu hâkimiyetin saygı görmesini temin için çalışmaktır.

Müslümanlar yaşadıkları cemiyette şeriatın hâkimiyetini tesis ve temin için mücadele ederler iken, aynı zamanda iktidarı da bu hâkimiyete boyun eğip eğmediği konusunda kontrol etmeleri şarttır. Bu, Müslümanlara inançlarının verdiği bir haktır. Bu hakkı kullanmalarına kimse mani olamaz.

Müslüman milletin meclisinde şeriat hakim olduğundan dolayı, mecliste sosyalist, komünist, saltanat ve cumhuriyet taraftarları bulunamaz. Zira bu akımların hepsi şeriatın ruhuna aykırıdır. Bu sebepten mecliste milleti temsil edecek olanlar, sadece şeriatın hâkimiyetine iman etmiş fertler olmalıdır. Müslümanların meclisinin yegâne görevi şeriatın ilkelerini tatbik etmekten ibarettir. 

Müslümanların meclisinde yasama-kanun yapmak, dinin çizdiği sınırlar içerisinde olabilir. Şeriatın çizdiği sınırları aşmak kimsenin haddi değildir. Belirleyici olan, dinin çizdiği sınırlardır. Eğer yasamada bulunacak olanlar bu sınırları ihlal edecek olurlarsa, çıkaracakları yasalar kendi dünyevi menfaatlerine yarayacak, adaletsizlik ve zulüm baş gösterecektir.

Yasama görevinde bulunacak olan fertler, ilmiyle amil, toplum tarafından saygı gören, tecrübeli, dürüst kişiler olmalıdır. Yasama aynı zamanda hukuk ilmine vakıf fertler tarafından yapılmalıdır ve bu da şeriatın hukukçuları olan fakihlerin işidir. Yasamada bulunmak veya mevcudu düzenlemek itidal, tedbir, tarafsızlık, basiret gerektirir. Bu gibi vasıflara sahip olmayanlar yasama görevinde bulunamaz. Hem, hangi meselede, ne gibi kanun yapılırsa yapılsın, yapılacak kanun şeriatın hakikatlerine esaslı bir şekilde bağlı olmalıdır.

Şeriatın hakikatlerine muhalif olan kanunlar, adaleti temsil edemezler, despotizmi temsil ederler. Despotizm ise güçlüleri korurken, mazlumları ezer. Bunun sonucunda mazlumlar zalimlerin zulmünden kurtulmak için, ya kanunları çiğner, ya da kanunlardan kaçarak toplumun fesadına yol açar.

Makale kaynağı: Said Halim Paşa, İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye: İslam Usul-i Siyasiyyesi, Sebilü’r-Reşad cilt 20, sayı 499, tarih 27 Nisan 1922

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *