İslamcılık Düşüncesinin üzerine inşa edildiği en önemli kavramlardan birisi, şüphesiz ki medeniyet kavramıdır. Değişmeye ve yenilenmeye dönük olarak, tecdid, ıslah, terakki, fünun, mektep gibi kavramlar düşünce cereyanı içerisinde sıklıkla ve titizlikle ele alınırken, medeniyet kavramı, bütün bunları kuşatacak mahiyette değerlendirilmiştir.
Yakup Döğer
İslamcılar neredeyse bütün kavramları, medeniyet kavramının bir alt şubesi olarak ele almıştır. Modernleşme döneminde medeniyet üzerine yazılan her makale ve risalede, sık sık tekrarlanan “insanın tabiatı itibariyle medenî olduğu” ifadesi, medeniyet kavramının düşünce içerisinde nasıl bir etki yarattığını anlamamıza yardımcı olacaktır.
Tanzimat’tan sonra tercüme faaliyetleriyle ortaya çıkan ve benimsenen medeniyet kavramına sahiplenmeyi zaruretten gören İslamcılık düşüncesi, ilerleyen süreçte kavramın kendilerine ait olduğu kanaatine kadar gitmiştir. Oysa Batı dünyasında bile geçmişi iki yüz yıl geriye gitmeyen kavram, İslamcılar tarafından Asr-ı Saadete kadar geri götürülebilmiştir. İslam ile medeniyet, din ile medeniyet, Asr-ı Saadet ile medeniyet, Müslümanla medeniyet, hak ve hakikat ile medeniyet, şeriatla medeniyet sürekli olarak birlikte ele alınmış, bahsi geçen bütün konular, medeniyet kavramı ile izah edilmeye çalışılmıştır. İlginçtir ki, İslamiyet ve Asr-ı Saadet dahi medeniyet kavramının anlam alanı içinde izah edilmeye çalışılmıştır.
Bir kavram arayışı
Biz bu yazımızda, medeniyet kavramının tarihi kökeninden ziyade, İslamcılık Düşüncesindeki yerini ve bu kavram hakkında modernleşme dönemi aydın ve ilmiyenin neler söylediğine bakmaya çalışacağız.
Modernleşme dönemi Osmanlı aydını, devletin çöküşünü durdurmak ve zaman içerisinde eski durumuna getirmek için çeşitli çözüm önerileri ileri sürmüşledir. Bütün merhametsizliğiyle karşılarına dikilen “Batı Medeniyeti”ne itiraz etmek, yer yer meydan okumak için, bu medeniyete muadil bir kavram üretmek ve bu kavram üzerinde bir duruş inşa etmek istemiştir.
Peki, bu kavram ne olabilirdi?
“Medeniyet-i Garbiye”nin karşısına en güçlü olarak çıkabilecek kavram elbette “Medeniyet-i İslamiye” olmalıydı. Avrupa Medeniyeti karşısında durabilmek için “Medeniyet-i İslamiye” kavramı icat edildi. Bu kavramın icadıyla birlikte, Avrupa medeniyeti karşısında Osmanlı aydınlarının daha özgüvenli, lakin sürekli savunmacı duruşla yazılar yazmaya başladığı görülür. İcat edilen kavram dönemin aydınlarına bir yön vermiştir ve “Medeniyet-i İslamiye” üzerine risaleler, makaleler neşretmeye başlarlar.
Medeniyetle ilgili makale ve risalelerin en başında yer alan, “insanın tabiaten medeni” olduğuna dair ifade, dönemin Osmanlı aydınının medeniyet kavramına nasıl baktığını anlamamız açısından önemlidir. Erken denilebilecek bir tarih olan 1854’de, başlığında “Medeniyet-i İslamiye” kavramsallaştırmasının yer aldığı bir makalenin başlangıcında “Malumdur ki, insan muvanesetle mefturdur, tab’an medenidir” ifadeleri yer alır. Müellif medeniyetin ne olduğunu izaha çalışır:
Medeniyet – Medine
“Medeniyet bir şehirde oturmak, yani ikamet etmek demek olduğunu eslafdan bazıları yazıyorlar. Bu tarif manay-ı iştikakisi cihetiyle mülayim olsa da, manay-ı ıstılahisi nokta-i nazarından doğru olamaz. Çünkü ikametten ikamete, maişetten maişete fark vardır.
Medeniyet için nefsü’l-emre muvafık tarif aramak iktiza eder. Eslaf-ı esatize bu himmeti ibzal etmişler ve demişlerdir ki: “Temeddün ve medeniyet, medineden müştak olup, medine yani şehirde ve mütecem-i bir halde kalmak demektir.”(1)
Medeniyet-i İslamiye
“Medeniyet-i İslamiye” kavramı üzerine yazılan risalelerin ilki denilebilecek risale, Şemseddin Sami’nin, “Medeniyet-i İslamiye” adlı risalesidir.(2) Şemseddin Sami’nin ardından, bu kavram bir nevi İslamcıların vazgeçilmez sığınağı halini almıştır. İslam ve Medeniyet sürekli karşılaştırılmış, İslam, medeniyet kavramı içinde izah edilmeye çalışılmıştır.
Modernleşme döneminde tarih ve medeniyet üzerine yazılıp söylenenlerin başında, klasikleşen bir ifade dikkat çeker. O ifade de, “İnsanın tabiaten medeni” olduğudur. Şemseddin Sami de bu ifadeyi kullananların başlında gelir. Müellif medeniyeti arızi bir hal olarak görür. Müellife göre, “İnsanların düşüncelerindeki farka sebep olan şeye medeniyet” denir.(3)
Şemseddin Sami, medeniyet kavramını İslamileştirmeye, ya da İslam’ı medeniyet kavramı içinde izaha çalışırken, insanın yaratılışına dair ilginç ifadeler kullanır:
“İnsan, “bil-tabii medenidir denildiği vakit, insanın tabiatında medenileşmek kabiliyeti bulunduğu murat olunur. Yoksa insanın haddizatında medeni bulunduğu ve medeni olarak yaratıldığı iddia olunamaz. İnsan hemen hemen sair hayvanlara yakın bir vahşet halinde yaratılmıştır. Şu kadar var ki kendisini, halini ıslah edip medenileşmesi için bir vakit ve kabiliyet verilmiş ve medenileşmesi için kudret eli tarafından donatılmıştır.”(4)
Şemseddin Sami’nin ifadeleri dikkat çekicidir. Satır aralarında, Batı düşüncesindeki insan tasavvuru sırıtmaktadır ve öyle anlaşılıyor ki, müellif Batı felsefesinin gözüyle bakarak insanı değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Devamı ise daha ilginçtir:
“İnsan vahşi bir halde yaratılmıştır fakat vahşi kalmak için yaratılmamıştır. Hayvanlardan çoğunun birer vazifesi olduğu gibi, beşer cinsinin de bir vazifesi vardır. (…) İnsan da kâinatın ve hususiyle dünyanın üzerindeki maddelerin mahiyetini ve hakikatini anlayıp, bir marifet sermayesi ortaya çıkarmak ve onun vasıtasıyla kendi cinsinin rahat ve asayişini sağlayacak sebepleri ve vasıtaları ortaya çıkarmak vazifesiyle görevlidir.”(5)
Görüldüğü gibi, İslam düşüncesinde var olan insanın en güzel şekilde yaratıldığına –naslarla da sabit olan diyebiliriz– insanın neden yaratıldığına dair kabul, müellifte ters yüz olmuştur. Sami Efendi, bir bakıma İslam’ı medenileştirmektedir. Risalesinin ilerleyen bölümlerinde Avrupa medeniyetini eleştiren müellif, bir bakıma eleştirdiği medeniyetin zihin kodlarıyla düşündüğü görülmektedir.
Şemseddin Sami de, Avrupa medeniyetinin bugünkü yükselişini İslam medeniyetine borçlu olduğunu ileri sürenlerdendir. Ona göre Avrupalı araştırmacılar İslam medeniyetini inkâr etmemiş, Avrupa medeniyetinin doğrudan doğruya İslam medeniyetinden doğduğunu teslim ve ispat etmiştir. (sayfa 14) Müellifin, İslam medeniyeti kavramını inşa ederken, Batı karşısındaki psikolojik ezikliğini gizleyemediği anlaşılmaktadır. Siyasi buhranlar, askeri yenilgiler, iktisadi sıkıntılar, Batı medeniyetinin bu alanlarda üstünlüğüne işaret ettiği gibi, İslamcıların psikolojik olarak daha ağır bir baskı altında olduğu anlaşılmaktadır. Sami Efendi’nin risalesinde, bu psikolojik baskının izlerine çok sık rastlanmaktadır.
Medeniyet kavramını hem sahiplenmek hem de meşru bir zeminde savunabilmek için geldiği yeri, kökünü medineye bağlamak isteyen aydınların, medeniyet kavramını asli hüviyetinden soyutlamaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Anlayabildiğimiz kadarıyla dönemin aydınları, medeniyet kavramının ne olduğu hususunda yeterli malumata sahip değildir.
Başka bir makalede de, medeniyetin mahiyetini tayin etmenin müşkül olduğundan bahsedilir.
“Medeniyetin tayin-i mahiyeti müşkül ise de tahvilat-ı içtimaiyenin gösterdiği asar ve ahvale nazaran “medeniyet” bir kavim ve millete mahsus ve münhasır olmayıp, alelıtlak nev-i beşerin tevsiat-ı ilmiye ve ameliyesiyle tayin eden bir hassa-i tabiiyedir. İlim ve ameli kabiliyet, milel ve akvama tabii umur, ihtiyariyeden olmakla, medeniyetin asıl medar-ı tesis ve şekli milel ve akvamın meyil ve istiadadıdır.”(6)
Medeniyet-i Sahiha
Medeniyet kavramına sahiplenen İslamcılar, her ne kadar tarihi kökenini anlamasa da, bu kavrama kendilerince bir mana vermişler ve “medeniyet-i sahiha” olarak bir başka kavram daha üretmişlerdir. Üretilen bu yeni kavram, medeniyet kavramını daha meşru bir zeminde ve hem de rahatlamış olarak tartışmalarını sağlamıştır. Onlar için iki medeniyet vardır fakat medeniyet-i sahihanın karşısındaki olumsuz olan medeniyetin adı yoktur. Cevdet Paşa’nın deyimiyle, medeniyet oku, çerçöp israf ve sefahatte getirmektedir. Bir medeniyetin, “Medeniyet-i Sahiha” olabilmesi ve beka bulabilmesi için neler gerekmektedir? Bu tartışılır:
“Bir medeniyetin devam ve bekası ve “Medeniyet-i Sahiha” hükmünü alması, ilim ve marifet ve sanat ve ticaret ile husule geleceği hemen herkesçe malum ve müsellemdir. Fakat bu ilmin bu marifetin bu sanat ve ticaretin de bir diyanet-i semaviye ve ahlak-ı aliyeye mukareneti de şart-ı azimdir.”(7)
Cevdet Paşa da insanın tab’an medeni olduğunu ve birbirlerinin ihtiyaçlarını görmek zorunda kaldıklarını ifade eder. Paşaya göre, medeniyet şehirlerde yaşamaktır. Karyelerde yaşayanlar ise şehirlerde yaşayanlara nispeten daha az medenidir.(8)
Medeniyetin membaı
Şemseddin Sami’nin “Medeniyet-i İslamiye” kavramını ortaya atmasından sonra, dönemin matbuatında bu isimle makaleler neşredilmeye başlanır.(9) İlerleyen süreçte, Medeniyet-i İslamiye’nin çıkışını Kur’an’ı Kerim’e kadar götürenler olmuştur. Burada biraz uzunca da olsa iktibas yapmayı uygun görüyoruz:
“Medeniyet-i İslamiyenin tarz ve cereyanı hakkında öteden beri vukuu bulan tetkikat ve tetebbuat-ı ulumane şimdiye kadar layetegayyer hükmünü kesb etmiş olan bir netice-i aliyeye müncir olmuştur ki, o da dünyevi ve uhrevi kaffe-i muamelatımıza kefil bulunan Kur’an’ı Azimüşşanın tenvir-i fikir ve vicdan emrindeki mucizat-ı behre-i ilahiyesidir.
Yunan, Mısır, Roma, Fars, Bizans medeniyetleri üzerine saye-saz kemal olarak zuhur ve şark ve garba, isal-i nur ederek şimdiki medeniyet-i garbiye esasını teşkil eden medeniyet-i İslamiyenin, vaz-ı hakikisi Hazreti Kur’an’ı Kerimdir. Bu hakikat nezd-i İslam’da haiz olduğu bedahet ve ulvi menzilatını, ahiren Avrupa hükemay-ı cedidesi indinde dahi ispat ederek, Kitab-ı mübinimizin yalnız ilim ve marifet vaaz ve tavsiye etmeye memur değil, herhalde neşr-ü tamim etmek gibi, inayet-i subhaniyeyi kainata tahsis ederek, beşeri müstenir-i lutf-u hidayet eylemeye sayi bir feyyaz-ı ebedi olduğunu teyid eylemiştir.”(10)
“Tarih-i medeniyet, İslamlara büyük bir mevki-i şan ve şeref tahsis etmekte, Medeniyet-i İslamiyeyi medeniyet-i hazıranın en ehemmiyetli membalarından ad etmektedir.
Filvaki İslamiyet’in zuhuru sıralarında, Yunan ve Roma medeniyetleri mahv ve münkariz olmuş idi. Mesai-i fikriyeyi, ulum ve fünunu himaye ve teşvik eden hiçbir hükümet hiçbir millet kalmamış idi. Artık ne Atina ve Roma ve ne de İskenderiye şehirleri mütefekkir ve alimleri beslemiyordu. (…) İslamlar sahne-i tarihe işte bu sırada çıkmışlar ve medeniyet-i beşeriyeyi bu hal-i ihtizar ve inkırazdan kurtarmışlardır.”(11) Müellif, İslam tarihinden uzun uzun bahsederek, medeniyet kavramını İslam’a ve Müslümanlara dayandırmaya çalışmaktadır.
Sahiplenilen kavram olarak medeniyet
Henüz literatüre yeni girmiş bir kavramın bu denli sahiplenilip, itiraz edilemeyecek sağlam bir zemin üzerine inşa gayreti, gerçekten şaşırtıcıdır. Şaşırtıcı olan ise sadece bu kavram değil, modernleşme döneminde, İslamcıların önüne çıkan her yeni kavramı can-siperane sahiplenip savunması, olağan bir durum halini almıştır. Meşrutiyeti, eşitliği, meclisi, Kanun-i Esasiyi, tecdidi vb. birçok kavramı sahiplenip savundukları görülür.
Medeniyet kavramı ile ilgili tartışmalar, arayışlar, tanımlar ve yer yer eleştiriler, II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte doruk noktasına ulaşır. Meşrutiyet ilan edilmiş, hürriyet gelmiş, her fikirden neşriyat mantar gibi türemiştir. Dönemin aydınlarının efkâr-ı neşri olan dergiler, gazeteler, risaleler, her alanda ve her kavram hakkında fikir beyanının vasıtası olmuştur. İslamcı cenah da kendi yayın organlarıyla siyasi, hukuki, iktisadi tartışmalara müdahil olur. Medeniyet, en çok tartışılan, İslamcıların teveccühünü celp etmiş önemli kavramlar arasında yer alır.
Avrupa’da dahi 18. yüzyılda ortaya çıkmış olan kavram, İslamcılar tarafından tarihin ne kadar gerisine gidilirse gidilsin, mutlaka medeniyete rastlanabileceği iddiası ileri sürülür. Medeniyet konusundaki bu iddiaya elbette yabancı değiliz. Zira İslamcılar meşrutiyet sistemini de Asr-ı Saadet’e kadar götürmüşler, Resulullah’ın (sav) Medine’de kurduğu devleti demokrasi ve cumhuriyet olarak yorumlamıştır.
Medeniyetin bekası
Sıratımüstakim Dergisi, yayın hayatına başlamasıyla birlikte medeniyet üzerine uzun makaleler neşretmeye başlar. Kazanlı Halim Sabit, medeniyet üzerine uzunca makaleler yazar. O da makalelerine, insanların yaratılış itibarıyla medeni olduğunu, insanda medeniyet hissinin bulunduğuna dikkat çeker.(12) Medeniyet üzerine yazılmış bütün makaleler aynı ifadelerle başlar. İslamcıların medeniyet kavramına, dini bir mahiyet vermek için çaba sarf ettikleri görülmektedir. “Mükerrem ahlak olmazsa, medenileşme de olmaz” derler.(13) Elmalılı Hamdi, insanın bekasını medeniyete, medeniyetin bekasını adalete bağlar. Adalet ise önce kanun daha sonra da kanunun en güzel şekilde uygulanması ile mümkündür.(14)
Medeniyet üzerine yazılmış en kapsamlı makale serisi sanırız İskilipli Atıf Efendi’ye aittir. İskilipli medeniyet kavramını tam sahiplenmiş, “Medeniyet-i Şeriyye – Şeriat Medeniyeti” kavramsallaştırmasını kullanmıştır. İskilipli Atıf, dinin kendisine ait bütün kavramlarını bir kenara bırakarak siyaseti, hukuku, adaleti, muamelatı, içtimai münasebetleri, hemen her şeyi medeniyet kavramıyla açıklamaya çalışır.
Medeniyet-i Şeriyye
“Bir kavmin, bir topluluğun, bir hükümetin medeniyeti, fertlerinin medeniyeti ile vücut bulur. Fertlerinin medeniyeti ise aileler kurulması ile başlar. İşte bunun içindir ki İslâm Dini makul bir surette aileler teşkilini ve erkekler ile kadınların izdivacını meşru kılarak insanları vahşet aleminden kurtarıp medeniyetin temelini kurmuş ve bu şekilde insan neslinin beka ve çoğalmasını emniyet altına almıştır.”(15) İskilipli’ye göre, medeniye, insanlar arasında münasebet, muamele ve mübadelelerin cereyanının icap edeceği zaruri bir iştir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, medeniyetin ne olduğuna dair İslamcıların ortak bir tanımı olmasa bile, birbirine yaklaşık yorumu da yoktur. Hemen herkes, durduğu yere, sahip olduğu görüşe göre medeniyet tanımı yapmaktadır. Fakat insanın tab’an medeni olduğu ortak söylemdir. II. Meşrutiyet döneminin en radikal muhalif yayın organı olan Derviş Vahdeti’nin Volkan Gazetesi de medeniyet üzerine söz söylemek gereği duyanlardandır.
İnsan tab’an medenidir
“İnsan tab’an medenidir. (…) Medeniyet bir şehirde ikamet etmek ve maişeti için cehd eylemek manasına şamil değildir. Medeniyet, ahlak-ı hamid ile mesudane hayat sürmektir. Ahlak hissinin en mükemmel rehberi de şeriat-ı mutahhara-i Muhammediyedir.”(16)
“Diyanet-i hakka insanları, insaniyete muhalif olan her şeyden mani ve muvafık-ı insaniyet olan her şeye sevk eder ki, medeniyet-i hakikiyenin de esas el-esasını teşkil eden budur. Malumdur insanlar tab’an medenidir. Yani yaşamak için yekdiğerine muavenet ve müzaherete ve tevzi-i adalet tesis-i müsavata tab’an mecburdur. (…) Avrupa milletlerinde medeniyet-i hakika mevcut olduğunu düşünenler, biraz araştırışa maatteessüf oralarda da medeniyetin yalnız lafzı olup manası olmadığı bila-şek tezahür eder.”(17)
İslamcı düşünürler, insanın medeni olabilmesi için, İslam’ın emir ve yasaklarına riayet etmesi gerektiğinin şart olduğunu da söyler. İslamcılar, medeniyetin ve terakkinin membaı ve hadimi olarak İslam’ı gösterirler.
Medeniyetin hadimi ve membaı olarak İslam
“Bu esef halindeki durumumuzun sebebi araştırılır incelenirse görülür ki, medeniyetin membaı ve terakkinin hadimi olan bu dini mübinin bizlere bahşettiği faydaların çoğundan layıkıyla istifade etmek yollarını terk ederek, cehalet ve atalet vadilerine sapmamızdan ileri gelmiştir. Yoksa zan ve iddia olunduğu gibi bu din-i fıtrinin insan saadetine kefil olmayıp mani-i medeniyet ve terakki olmasından ileri gelmediğini şer’i kaideler vakıf olanlarca malum ve aşikârdır.”(18)
Sıratımüstakim’de Musa Kazım, “Medeniyet-i Sahiha”nın esaslarını izah eder. Medeniyet-i Sahiha kavramı, İbnül-Emin Mahmud Kemal’in icat ettiği bir kavramdır. Tercüman-ı Hakikat Gazetesinde bir dizi makale ile bu kavramın ne olduğunu izaha çalışır. Mahmud Kemal medeniyeti, Medeniyet-i Kazibe ve Medeniyeti Sahiha olarak ikiye ayırır. Medeniyet-i Kazibe, dinden ve dinin tayin ettiği ahlaktan mahrum olan milletlerin inşa ettiği vapurlar, binalar, fabrikalar, muntazam sokaklar, belediye düzenlemelerinden oluşur. Bunlar asli değil, fer’i olanlardır ve zahiri medeniyetin eserleridir. Bunlarda cemiyet-i beşeriye için dünyevi anlamda olumlu menfaatler mevcuttur. Fakat asla riayet edilmemiş, fer’inden başlanmıştır.
Medeniyet-i kazibe
Mahmud Kemal’in ifadesiyle Medeniyet-i Sahiha ile medenileşen bir millettin arasında da sıkıntı çekenler olmasına rağmen, medeniyet-i kazibede yaşanan hadiseler gibilerine çok nadiren rastlanır. “Çünkü medeniyet-i sahiha, toplumun genelinin saadetine kefildir. Bu kefilliğin memba-ı ise ilahi iradedir. Her şeyin Allah korkusu gözetilerek yapıldığı bir toplumda, Allah’ın yardımını da her daim gelecektir.”(19)
İbnül-Emin Mahmud Kemal’den on yıl sonra Musa Kazım, Medeniyet-i Sahiha’nın esaslarını yeniden izaha çalışır. Musa Kazım’a göre, medeniyet-i sahihanın üç esası vardır. Bunlar haya, emanet ve sıdktır. Bir toplumda bu üç esas varsa, o toplum medeniyet-i sahiha içindedir.(20)
Medeniyet kimin malı?
Ahmed Hamdi Akseki, “İslâmiyet medeniyeti başka milletlerden mi aldı? Yoksa diğer milletler medeniyeti Müslümanlığın feyzinden mi aldı?” diye sorar ve bu soruya cevap arar.
“Bu ise zuhûr-ı İslâm’dan mukaddem küre-i arzda bulunan milletlerin edvar-ı hayatiyyelerini güzelce tetkik etmekle olur. Eğer bu cihet bi-hakkın tedkik edilecek olursa neticede görülür ki esasen medeniyeti bütün cihana neşr etmeye çalışan İslâmiyet’tir.”
Aksekili, diğer milletlerin medeniyeti İslam’dan aldığını ispatlamak için uzun bir tarih taraması yapar ve medeniyetin kurallarının Cenab-ı Hak tarafından verildiği sonucuna varır:
“Şimdi medeniyet-i İslâmiyyenin kendisinden mukaddem bulunan milletlerden alındığını iddia eden kötü niyet erbabına sorarız: İslâmiyet medeniyetin kurallarını dünyada kendisinden evvel hüküm süren İran ve Roma devletinden mi aldı? Yoksa her nasılsa ismi tarih sayfalarında geçmemiş olan diğer bir devlet-i mütemeddineden mi ödünç aldı? Hâşâ! Sümme hâşâ! İslâmiyet, bu sarsılmaz olan medeniyetin kurallarını ancak Cenâb-ı Kibriyâ tarafından getirmiştir. Bu ilahi medeniyetin başlangıcında mislini ortaya koymak hiç kimseye müyesser olmadığı gibi şimdiki hâlde de yoktur. Ve ilelebed de olamayacaktır. İşte bunun için insanları saadete erdirecek olan bir din varsa o da din-i İslâm olduğuna şark ulemasından başka garb ulemasının mutaassıb olmayanları da ittifak etmişlerdir.”(21)
Ahmed Hamdi Akseki’yi bu kanaate vardıran sebep nedir? Medeniyetin kurallarının Allah tarafından vaz edildiğini söylemesi nasıl izah edilebilir? Bu ifadelerden anladığımız, Aksekili’nin İslam ile medeniyeti aynı değerlendirdiğidir. Daha da dikkat çeken husus, İslam, medeniyet kavramının altında kalmakta, ikinci sırada yer almaktadır. Müellifin takip eden makalelerinde İslam, hakiki medeniyetin “ruhu” olarak zikredilir.(22)
İslamcılar arasında medeniyetin kaidelerinin, Avrupa’ya İslam’dan, Müslümanlardan geçtiğine dair ortak kabul mevcuttur. Aslında medeniyetin doğduğu yer İslam dünyasıdır ve Avrupa medeniyeti “bizden” almıştır. Bu kabulün ispatı için de yer yer yabancı düşünürlerin fikirlerine eserlerine müracaat edilir. Mesele üzerinde uzun izahlarda bulunulur.
Müslüman medeniyeti
“Müslümanlar, buldukları ulum ve fünun-u insaniyeyi bu suretle terakki ve tekâmül ettirdikleri, yeni ilimler fenler icat ettikleri, medeniyet-i insaniyeye bi-hakkın ‘medeniyet-i İslamiye’ namını verdikleri zamanlar, acaba alem-i nasraniyet ne halde idi? Bir medeniyet-i nasraniye var mı idi? Bugünkü medeniyete Avrupalılar nereden tevarüs etti?”(23) “Avrupa medeniyetini, bir Müslüman medeniyeti izmihlâlden kurtarabilir ve bu medeniyet bir inkişaf zeminine ererse insaniyetin atisi için büyük bir ümit bahşeder.”(24)
Medeniyet kavramının efsunlu etkisinden tasavvuf çevreleri de nasibi almıştır. İslam, “ilim ve medeniyet dini” olarak tanımlanır. İslam gelince medeniyet ve marifet bayrağı yükselmeye başlar. Medeniyetin esaslarına delalet eden ayetler vardır. Bunlar hürriyet, adalet, uhuvvet, müsavat, ittihat, sebat ve azim, müşavere, başkalarının hukukuna tecavüz etmeme, iktisat, ilim tahsili çalışma, hayır isteme, iyilik hakkında ayetlerdir. Bütün bunlara amir olan din, medeniyetin ve saadetin hamisidir.(25)
Aşağıda bir kısmını iktibas ettiğimiz makalede de, İslamiyet ile medeniyetin ilişkisinin, İslamcıların zihninde nasıl tezahür ettiğini göstermesi açısından ufuk açıcıdır.
Merkez-i memba-ı medeniyet
“Medeniyet kelimesini düşününce, altında estar eden, gizlenen esbab-ı saadet ve selameti velhasıl bütün mucib-i memnuniyet-i halatı, kuvve-i fikriyemiz ihzar eder.
Şu manalara havi olan medeniyeti bizler: Hangi ve kimin medeniyetinde arayacağız? Avrupa medeniyetinde mi? Hayır! Biz yine o medeniyeti İslamiyet’te aramalıyız. Ve orada bulacağız. Çünkü İslamiyet merkez-i memba-ı medeniyettir. (…)
Şarken ve garben şems-i muhit-i İslamiyet, az zaman zarfında neşr-i envar-ı hidayete muvafık olmuş ve afak-ı kâinatı müstevli kabus-u dalalet ve vahşeti işa-i feyizatayla lema-i medeniyet olmuştur. Ve kavm-i necib-i Arab, tekâmül ede ede harika nema medeniyetler, terakkiler göstermiş, Ceziretül Arab çöllerinden seyelan eden seylab-ı medeniyet, arz-ı cihanı imla ve irva eylemiştir.(26)
Medeniyet üzerine en çok çaba sarf edenlerden birisi de Mehmed Akif’tir. Mısırlı Muhammed Abduh’un, Ferid Vecdi’nin medeniyet üzerine yazdığı ne varsa tercüme eder ve Sıratı Müstakim’de neşreder. Ferid Vecdi medeniyeti, Müslümanca bir hayat yaşamak olarak yorumlar. Vecdi’ye göre, “Medeniyet-i Hakikiye”nin ruhu, İslam’dır.(27) Hamdi Aksekili’nin de Medeniyet-i Hakikiyye kavramını kullanması dikkat çekicidir. Mehmed Akif, medeniyet üzerine makaleler yazan diğer bir Mısırlı, Abdülaziz Çaviş’in de eserlerini tercüme ederek Sebilürreşad’da neşreder. Çaviş de, “Medeniyet-i Kur’âniyye” kavramını icat eder.(28)
İslamcılar II. Meşrutiyet öncesi ve meşrutiyetin ilk yıllarında medeniyet kavramını, Batı’ya hiç uğramamış, Batı’dan devşirilmemiş, İslam’ın ve Müslümanların öz be öz malı imiş gibi sahiplenmiş, savunmuş, kendilerine mal etmiştir. Medeniyetin hiçbir olumsuz tarafına vurgu yapmayan, hatta olumsuz taraflarının olabileceğine dair en ufak bir düşüncesi bile olmayan İslamcılar, ilerleyen süreçte medeniyetin nimetlerini (!) gördükçe, belki de hata yaptıklarını anlayacaklardır.
İslam medeniyeti – asri medeniyet
Önemli meselelerden biri de, İslam’ın asri medeniyetle uyuşup uyuşmayacağıdır. İslamcıların yorum ve yaklaşımlarında medeniyet, öz be öz Müslümanların kendi malıdır. Lakin bir de karşılarında duran asri medeniyet vardır. İslam Medeniyeti, asri medeniyetten ne kopabiliyor ne de onunla kucaklaşabiliyor. İslamcılar orta bir yol bulma çaresini ararlar. Halim Sabit uzunca makalesinde bu meseleyi izaha çalışır. Ona göre İslam, asri medeniyetle uyum sağlayabilecektir.(29)
Elmalılı Hamdi Efendi, Fransız Rinye Milye tarafından Paris’te verilen bir konferansın tercümesini yaparak, Beyanülhak sütunlarında neşreder. Konferansın başlığı ise, “İslamiyetle Medeniyet-i Cedide Birleşebilir mi?”dir. Fransız muharriri, İslam’ın tarihi serüveni içerisinde nereden nereye geldiğini izah ederek, İslam’a ve Müslümanlara önyargıyla yaklaşan Batı dünyasını eleştirir.(30)
Medeniyet kavramına ilk zamanlar büyük umutlarla sarılan İslamcılar için belli bir zaman sonra medeniyet, “tek dişi kalmış canavar”a dönüşecektir. “Medeniyet kisvesi altında işlenen çeşitli melanetler”, Darul Hikmetil İslamiyye’yi ve Meşihat Makamını en çok meşgul edecek meseleler olacaktır. Belki de dönemin İslamcıları, medeniyet kavramı ile birlikte garblılaştıklarının farkında değildi. Ya da, dönüştürmeyi düşündükleri kavram, belki kendilerini değil ama devleti ve toplumu dönüştürmüştür. Zira kavramın büyülü etkisi sade İslamcıların işine yaramıyor, bütün kesimleri etkiliyordu.
Medeniyet maskesi altında yırtılan haya perdesi
İlk zamanlar ilerlemeci bir mantıkla Avrupai ilerlemeyi ve medeniyet kavramını savunanlardan olan Elmalılı Hamdi Efendi, yaklaşık on yıl sonra, bugünkü Avrupa medeniyetinin Yunan ve Roma medeniyeti ile tam bir ahenk içinde olduğunu itiraf eder.(31)
1918 yılında İslâm’ı savunmak maksadıyla Meşihat makamına bağlı olarak kurulan Darul Hikmetil İslamiyye, toplumdan medeniyet maskesi altında ortaya çıkan müstehcenlikten şikâyet mektupları alır. Şikâyetlerin çokluğu üzerine kurum Meşihat makamına bir beyanname vermek ihtiyacı duyar. Milleti medeniyet hayatına alıştırmak perdesi altında kadınların kızların yüzlerindeki haya perdesi yırtılmak istenmektedir.(32)
İslamcıların, medeniyet kavramına sahiplenmeleri ve İslam’dan görmelerinin sebebi, Batı dünyasının baskısından kaynaklandığı aşikârdır. Said Halim Paşa bunu fark etmiştir. Paşa bu hususta şöyle demektedir:
“Memleketimizin teali ve terakkisi için, garb medeniyetinden istiğna zarureti, bizde yeni bir sınıf-ı mütefekkire yetiştirdi. Bu ihtiyacı tatmin için yetişmiş bu sınıf-ı münevver, memleketin mukadderatına, her nevi murakabe ve rekabetten azade bir tesir icra eylemiştir.
Hâlbuki zümre-i münevvere, medeniyet-i garbiyenin tesiratı altında şahsiyetini kayıp ederek, bir garb perestişkârlığına müpteladır ki, selamet-i milliyeyi, ancak kendisinin duçar olduğu bu ibtilayı maraziyeyi memlekete sirayet ettirmekte görüyor. Terakki ve teali namına, vicdan ve efkarda envai buhranlar tevlid ederek, mezalim-i meçhulata doğru sürükleyip götürüyor.”(33)
Sonuç
İslamcılık Düşüncesinde medeniyet, bizatihi İslam’ın kendisidir, İslam’dandır ve tarihi süreçte bu hakikat gerek şarkın gerekse garbın mütefekkirleri tarafından kabul edilmiştir. Medeniyet, İslam’ın ve Müslümanların malıdır. Dünyanın dört bir yanına İslam ve Müslümanlar tarafından yayılmıştır.
İslamcılar medeniyetin kendilerine ait olduğunu ispatlamak ve daha kalın çizgilerle vurgulamak için Medeniyet-i İslamiye, Medeniyet-i Kur’an’iye, Medeniyet-i Şer’iye gibi birçok kavramsallaştırma üretmiş, bunlar üzerinden kavramı hem sahiplenmiş hem de meşru bir zemine oturtabilmek için büyük çaba göstermiştir.
İslamcıların medeniyet kavramının tanımında hemfikir olmadıkları, tanımlarında farklılıklar bulunduğu gözlemlenmektedir. “İnsanın yaratılış itibarıyla medeni olduğu” ifadesine sürekli vurgu yapmak, kavramı savunmak ve sahiplenmek açısından meşruiyet arayışı içermektedir. Zira gerek literatürlerinde gerekse müktesebatlarında olmayan bir kavramı sahiplenmek, meşruiyet gerektiren bir durumdur. Asr-ı Saadet’te dahi Müslümanların medeniyete katkılarından bahsedildiğine göre, kavram dinileşmek, İslamlaşmak zorundadır.
İslamcıların medeniyet kavramını, modernleşmeyi de meşrulaştırma girişimine zemin hazırlayacak tarza ele alıp yorumladıkları gözlemlenmektedir. Medeniyet kavramına yüklenen mananın, İslam’ı da içine alacak şekilde geniş tutulması, dini kavramın içinde değerlendirilmesi, sıkıntılı bir yaklaşım olmuştur. Öyle ki, İslam medeniyeti değil, medeniyet İslam’ı kuşatmış gibidir. Dinin bütün güzelliklerinin, dinin gereği olarak değil de medeniyetin bir gereği olarak ifade edilmesi, Müslümanca düşünebilmeye gölge düşürmüştür.
Dipnotlar
1 Vassaf, Medeniyet-i İslamiye, Maarif cilt I, sayı 5, tarih 12 Eylül 1270 – 24 Eylül 1854
2 Şemseddin Sami, Medeniyet-i İslamiye, Mihran Matbaası, 1296 – 1879
3 Sami, a.g.e. sayfa 5
4 Sami a.g.e.sayfa 6
5 Sami a.g.e.sayfa 6
6 Mehmed Rıza, Medeniyet, Resimli Gazete, cilt II, sayı, nüsha-i fevkalade, tarih 15 Temmuz 1313 – 27 Temmuz 1897
7 Musa Kazım, Hami-i Medeniyet, Resimli Gazete, sayı 65, tarih 26 Şubat 1313 – 10 Mart 1898
8 Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, cilt 1, sayfa 15, 2. Tab, Dersaadet, Matba-i Osmaniye, 1309
9 Artin Asaduryan; Mehmed Fuad, Medeniyet-i İslamiye, Ma’lumat cilt I, 3-4-5. sayılar, tarih 24 Şubat 1309 – 8 Mart 1894
10 Mehmed Ekrem, Medeniyet-i İslamiye’nin Tarz-ı Cereyan ve Tesisi, Mecmua-i Edebiyye cilt I, sayı 48 Tarih 20 Eylül 1317 – 3 Ekim 1901
11 Satı, Bir Konfreranstan: Medeniyet-i İslamiyye, Tedrisat Mecmuası, cilt I, sayı 11, tarih 15 Şubat 1326 – 28 Nisan 1901
12 Kazanlı Halim Sabit, İnsaniyet, Fikr-i Dini, Medeniyet, Sıratımüstakim, cilt 1, sayı 2, tarih 21 Ağustos 1324 – 03 Eylül 1908
13 Mehmed Rıfat, İslamiyette Medeniyet ve Hürriyet, Beyanülhak, cilt I, sayı 18, tarih 19 Kanun-ı sani 1324 – Şubat 1909
14 Küçük Hamdi, Makale-i Mühimme, Beyanülhak, cilt I, sayı 18, tarih 19 Kanun-ı sani 1324 – 1 Şubat 1909
15 İskilipli M. Atıf, Medeniyet-i Şeriyye – Terakkiyat-ı Diniyye, Beyanülhak cilt VI, sayı 140, tarih 12 Kanunuevvel 1327 – 25 Aralık 1911. İskilipli Mehmed Atıf’ın aynı başlıklı makalesi Beyanülhak’ın ileriki sayılarında seri olarak neşredilmiş, makaleler Sadık Albayrak tarafından sadeleştirilerek “Şeriat Medeniyeti” adıyla kitap halinde yayınlanmıştır.
16 Mehmed Hakkı, İfadecik: Medeniyet, Ahlak ve Şeriat Üzerine, Volkan cilt I, sayı 79, tarih 7 Mart 1325 – 20 Mayıs 1909
17 Mürşid, Diyanet-i Hakka – Medeniyet-i Hakikiye, İrşad el-Müslimin, sayı 1, tarih 4 Temmuz 1334 – 4 Eylül 1918, insanın tab’an medeni olduğuna dair, Mehmed Rıfat, İslamiyette Medeniyet ve Hürriyet, Beyanülhak, cilt I, sayı 18, tarih 19 Kanun-i sani 1324 – 1 Şubat 1909
18 Kırımlı Seyyid Mehmedzâde Ya’kûb Kemâl, Din ve Adat-ı Gayr-i Meşru’a, Sıratımüstakim, cilt 2, sayı 29, tarih 26 Şubat 1324 – 11 Mart 1909
19 İbnül-Emin Mahmud Kemal, Medeniyet-i Sahiha, Tercüman-ı Hakikat, sayı 998, tarih 18 Temmuz 1314 – 30 Temmuz 1898
20 Musa Kazım, Heyet-i İctimaiyye ve Medeniyet-i Sahihanın Esasları, Sıratı Müstakim cilt I, sayı 26, Tarih 5 Şubat 1324 – 18 Şubat 1909
21 Aksekili Ahmed Hamdi, Şems-i Münir-i Medeniyet Şark’dan mı Tulu Etti Yoksa Garb’dan mı? Sebilü’r-Reşad, cilt VIII, sayı 187, tarih 22 Mart 1328 – 4 Nisan 1912
22 Aksekili Ahmed Hamdi, Din-i İslam Medeniyet-i Hakikiyyenin Ruhudur, Sebilü’r-Reşad, cilt I-VIII, sayı 10-192, tarih 26 Nisan 1328 – 9 Mayıs 1912
23 Şeyh Mihridin Arusi (Filibeli Ahmed Hilmi, Avrupa Medeniyeti Nereden Geldi? Bu Medeniyetin Doğru İsmi Nedir?,. Hikmet, cilt I, sayı 3, tarih 18 Ağustos 1910
24 İnsaniyeti Yükseltecek Müslüman Medeniyetidir, Sebilürreşad, cilt 14, sayı 352, tarih 12 Teşrînisânî 1331 – 25 Kasım 1915
25 Sabri Cemil, İslamiyet ve Medeniyet, Ceride-i Sufiyye, cilt IV, sayı 114, tarih 24 Eylül 1331 – 7 Ekim 1915
26 İskeçeli Sadık Hulusi, İslamiyet – Medeniyettir ve Necat Ümid İslamiyette, Beyanülhak, cilt VII, sayı 175, tarih 27 Ağustos 1328 – 9 Eylül 1912
27 Muhammed Ferid Vecdi, Müslümanlıkla Medeniyet – I – çeviren Mehmed Akif, Sırat-ı Müstakim, cilt V, sayı 125, tarih 13 Kanunisani 1326 – 26 Ocak 1911 – Ferid Vecdi’nin medeniyet üzerine yazdıkları, Sırat-ı Müstakim’in ilerleyen sayılarında neşredilir.
28 Abdülaziz Çaviş, İslam ve Medeniyet, Tercüme Mehmed Akif, Sebilürreşad, cilt 14, sayı 339, tarih 7 Mayıs 1331 – 20 Mayıs 1915
29 Halim Sabit, İslâmiyet ve Asrî Medeniyet, İslâm Mecmuası, cilt V, sayı 51, tarih 26 Kanun-i sani 1332 – 8 Şubat 1917
30 İslamiyetle Medeniyet-i Cedide Birleşebilir mi?, çeviren: Küçük Hamdi, Beyanülhak cilt I, sayı 20, tarih 2 Şubat 1324 – 16 Şubat 1909, devamı Beyanülhak’ın 21, 23 ve 24. sayılarındadır.
31 Elmalılı Mehmed Hamdi, Ulum-ı İslamiyyenin Ruhu ve Mizac-ı Tasnifi Sebilü’r-Reşad, cilt XIV, sayı 364, tarih 8 Ağustos 1334 – 8 Ağustos 1918
32 Haya ve Namus Hakkında Beyanname, Meşihat-ı Celile-i İslamiyye, Ceride-i İlmiyye, cilt V, sayı 48, Zilkade 1337 – 12 Ağustos 1919
33 Said Halim Paşa, Buhran-ı Fikrimiz, sayfa 3, ikinci tab, Sebilürreşad Kütüphanesi neşriyatı, Dârülhilâfe – Hukuk Matbaası, 1337 – 1921













Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *