“Devletler sıcak paraya olan ihtiyaçlarından dolayı küresel para baronlarından bağımsız değildir. Bağımsızlık meselesi, bir toprak parçası üzerinde siyasi ve askeri varlığıyla tanımlanabilecek bir kavram olma eşiğini çoktan aşmıştır.”
Bağımsızlığın İmkânsızlığı
Yakup Döğer
Dünya artık yüz yıl önceki dünya olmadığı gibi, gerek toplumsal ilişkiler gerekse devletlerarası ilişkiler de yüz yıl önceki gibi değildir. Serbest Pazar ekonomisi ve küreselleşme, buna binaen kapitalist sermayenin buyurganlığı, birçok meselenin yeniden düşünülüp değerlendirilmesine, yeniden tanımlanmasına neden olmuştur. Bu yeniden tanımlanmaların başında ise “Bağımsızlığın ne olduğu” gelmektedir.
18. yy.’da Avrupa’da, 20. yy.’da Osmanlı topraklarında kurulan ulus devletlerin bağımsızlık söylemleri ve iddiaları, küresel düzende yeniden sorgulanmalı ve yeniden bağımsızlığın ne olduğu tartışılmalıdır. Artık dünya ne kıtalar ne de ülkeler olarak birbirinden ayrılamayacak kadar siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, felsefi bir bütünleşmeye gitmiştir. Özellikle modern bir mele olarak kapitalist sermaye, iktidarları da kuşatacak azgınlığa eriştiğinden, sözünü dinletme açısından kendisine muhalif bir tavrı kabul etmemektedir.
Yaşadığımız dönem gösteriyor ki, Bağımsızlık tanımını, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde siyasi, askeri ve toplumsal yapıyla anayasal düzen içerisinde var olmayı karşılamıyor. Bağımsızlık artık başka bir anlama ve kabulleri de içermektedir. Bu kabuller sadece belli ulus devletleri değil, yerküre ölçeğinde var olan her devleti kuşatmakta. Bu kuşatma siyasi ve askeri gücün çok üstünde ekonomik gücün ezici rekabetinin üstünlüğüne dayanmaktadır. Bu dayatma, fertten topluma, toplumdan devlete, devletten küresel düzeye alabildiğince merhametsizce kendini göstermektedir.
Görünen ve yaşanan dünyada iktisadi faaliyetler ve iktisadi yapılanma, siyasi egemenliğin çok üstüne çıkmış, yaşanan sıkıntıların tamamının nedenleri iktisadi olarak düşünülmekte, bu sıkıntıların halline ise bütünüyle iktisadi yönden çözüm bulunmaya çalışılmaktadır. Para dünya halkalarının ve ülkelerinin üzerinde istisnasız tek egemendir. Bu egemenin varlığı ve etkinliği tartışmaya bile açılmayacak kadar belirgin şekilde hayata müdahilliğiyle ortadadır.
Hemen hemen her düzeyde, işçi patronundan, memur devletinden, patron malını satacağı yerden bağımsız değildir. Devletler sıcak paraya olan ihtiyaçlarından dolayı küresel para baronlarından bağımsız değildir. Bağımsızlık meselesi, bir toprak parçası üzerinde siyasi ve askeri varlığıyla tanımlanabilecek bir kavram olma eşiğini çoktan aşmıştır.
Küreselleşme denen fenomen bir bakıma kapitalizmin özgürlüğünü de sağladı ve sermaye denen buyurgan güç sınır tanımaz, hatır tanımaz, din tanımaz, iktidar takmaz bir tavırla küresel düzeyde hegemonik üstünlüğü ele geçirdi. Kendi dışında var olan her kim ve ne varsa söz söyleme imkânını elinden aldı. Küreselleşmeyle birlikte sermaye, yeryüzüne hakim konumdadır. Küreselleşme ile sermaye devlet denetiminden bağımsız olarak serbest hareket etmektedir. Sermayenin kontrol edilebilmesi devletler tarafından dahi sağlanamamaktadır. Bu sebepten dolayı, sermaye devletlere hakim olmasının da ötesinde, gerek ulusal gerekse küresel boyutta bütün gelişmeleri yönlendiren bir konuma sahiptir.
Küreselleşme sürecinde “bağımsızlığın imkânsızlığı” tezini gerçekçi kılabilecek iki unsurdan bahsedebiliriz. Bu unsurlar “üretim” ve “tüketim”dir. Bu unsurlar üzerinden dünya ölçeğinde devletleri de ikiye ayırabiliriz. Tüketime dayalı adaletsizce kapitalist üretim yapanlar ve bu devletlerin ürettiği her şeyi sanki yaşamlarının gereğiymiş gibi ahlaktan bağımsız tüketenler. Bu pencereden bakıldığında bağımsızlıktan bahsetmenin imkânsızlığını her iki taraf için de söylemek mümkündür. Ama bir yere kadar tüketenler üretim yapanlardan daha avantajlı görülmektedir.
Eğer bağımsızlık meselesine başka bir yerden daha bakarsak, özellikle “Ulusal Bağımsızlık Nedir” meselesi ne sosyolojik ne de felsefi açıdan hiç tartışılmamış bir konudur. Sınırları uluslararası hukukta belli olan bir toprak parçası üzerinde siyasi ve askeri varlığın devam etmesi ulusal bağımsızlık iddiasını karşılar mı? Bu bağımsızlık iddiası ekonomik, sosyolojik, eğitim, hukuk, toplum kurgusunun neye göre ve nasıl olduğu gibi konularda nasıl bir tavır almaktadır? Yani ulusal bağımsızlık anayasal bir düzen içerisinde sadece siyasal yapının işleyişiyle sağlanabilir mi? Bu kabul, asla tekabül eden, bağımsızlık söyleminin içini doldurabilir mi?
Bir diğer açıdan bakıldığında, fertten topluma, toplumdan devlete, devletten dünyaya olan ilişkiler üzerine bağımsız olmak gibi bir olasılığın insan için ne kadar mümkün olduğudur. İnsan bizatihi tek başına hayatını idame ettiremeyeceği için bir diğerine ve diğerlerine bağımlıdır. Modern söylemde bağımsızlık iddiası özgürleşme vesvesesi ile popüler bir değer kazanmıştır lakin hayatın pratiğinde hiçbir anlamı yoktur. İslam düşüncesinde bağımsızlık, rububiyet-ulûhiyet ve ubudiyet konularında Allah’tan başkasına teslim olmamakla karşılık bulur ki, bu bağımsızlığın ne lafzi olarak ne de delalet ettiği hususun modern düşüncede karşılığı yoktur. Bağımsızlıktan söz etme hakkı ise, gerek fert, gerek toplum gerekse devlet olarak rububiyet-ulûhiyet ve ubudiyet hususlarında hassasiyet gösterenlere aittir. Zira bağımsızlığın öncelikli sahip olması gereken değerler, izzet ve şereftir. İzzet ve şeref ise, reel-politik faydacı bir yapıya sahip olan ulusalcı yapıların lügatinde yer almaz.
Bu tür yapılarda ve düzenlerde, insan insanın kurdudur, herkesin herkesle savaştığı gibi, aynı zamanda herkes herkesle yan yana, kol kola yürüyebilir. Kurulu düzenin dayandığı merkez, merkezsizliktir. Fırsatını bulanın bir diğerine her türlü tuzağı kurması mubahtır. Bu kural hiçbir yapının ve düzenin asla bir diğerinden bağımsız olmayacağı anlamını taşır. Adaletsiz üretimi sürekli kârını artırmak için sürdüren kapitalist düzen, tüketime dönük toplumların isyan duygusunun uyanmaması için çabalarken, tüketim toplumundan bağımsızlığı düşünülemez. Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere hem de hayat-memat meselesi noktasında bağımlıdır. Aslında isyan ve rıza bıçak sırtında duygulardır.
Bir bakıma kapitalist üretime dönük iktidarların bağımsızlığının imkânsızlığı, tüketim toplumlarına göre daha da imkânsızdır. Zira ürettiklerini tüketecek toplumların bilinç uyanması, bir kıvılcımın koca bir ormanı küle çevirmesi gibidir. Tüketim toplumlarının ahlaktan bağımsız tüketimini sonlandırmaları, aslında ihtiyacın ne olduğu tanımını yeniden keşfedebilmelerine bağlıdır. Tüketime dönük üretim baronları, istek ve arzuları ihtiyaç tanımının içine sokarak topluma böyle gösterdiklerinden dolayı, tüketim toplumları, istek ve arzularını ihtiyaç gibi algılamakta ve bu sebepten üretimden bağımsız bir hayatı düşünememekteler.
Şantiye şartlarında yaşamayı bilen ve kaybedeceği hiçbir dünyevi varlığı olmayan kitleler, sömürüye dayalı düzen sahiplerini, kendileri lehine istedikleri gibi at koşturacakları bir alana çekmiş durumdalar, lakin farkında değiller. Şartların kendi lehlerinde olduğunun farkındalığını anlayamadıklarından dolayı itiraz haklarının ve isyan duygularının tetikleyici bilincini kavrayıp kullanamıyorlar. Bu bilinçsizlik, tüketime dönük her türlü kapitalist üretimi elde etme çabasını göstermelerine, sahip olmalarına rağmen, tüketim toplumunu bir türlü şantiye şartlarında yaşamaktan kurtaramıyor.
Tüketim toplumları, kısa bir süreliğine bile olsa isyan ve itiraz seçeneklerini bilinçli bir şekilde kullanmayı tercih etseler çok şey değişebilir. Elindekilerle bir ay gibi, hatta bir hafta gibi bir süre yetinmekten yana irade beyanında bulunsalar, sömürü düzeninin hak yiyicileri şaşırabilir. Kapitalist sömürünün bir köle gibi, adeta bir makine parçası gibi kullandığı işçi sınıfı, bir aylığına ama ne olursa olsun sonucuyla fabrikalarda üretimi durdursalar, kimin kimden bağımsız olduğu ortaya çıkabilir.
Akaryakıtın sürekli ve gelişigüzel, keyfi olarak fiyat artışına karşı, araç sahipleri bir ay araç kullanmasalar, insanlar yeni araç almasalar, sürekli telefon değiştirmeseler, her sezon değişen kıyafet modasına itibar etmeseler, kapitalist sömürü düzeninin azgın azınlığı, bağımsızlıklarının imkansız olduğu gibi büyük bir sorunlarının olduğunu anlayacaklar.
Sabrın dönüştürücü gücünden mahrumiyet, ertelenemez isteklerin cenderesinde kıvranmayı ve öngörülemez bir hayatı dayatıyor. Oysa yapılması gereken, bağımsızlığın imkânının isyan ve itirazdan geçtiğini, bu geçişin de sabır ve tevekkülle mümkün olacağını anlamaya çaba göstermektir. Tüketimin ruhsal bir hastalık gibi bulaşıcı şekilde yayılması, kalıcı etki göstermesi, herkesin herkese farklı görünme, tükettiği kadar var olma çabası, sabır ve tevekkül düşüncesini körleştiriyor.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *