Hayra ve şerre sadece bu dünyaya aitmiş gibi bakmaktır bizi yanıltan. Bu dünyada katlanmamız gereken acıların Rabbimizden gelen bir imtihan olduğuna, mükafaatının da ahirete kaldığına inanmamak bilinçli bir Müslüman için düşünülemez. Bir Gazze var karşımızda, gönlümüzde…
Gerçi haksızlık etmeyelim ve doğru tesbit yapalım: Şunu açıkça ve bir ‘iman’ hassasiyetiyle söyleyelim ki, ‘’İşte o eski ramazanlar gibi, eski zekatlar, eski namazlar, o eski haramlar konusundaki hassasiyetler olsa böyle mi olurdu?’’ da diyebiliriz…
Anlatırken zaman zaman sesi titredi ve gözleri doldu. “Peki sebebi neydi onun kitaplarına bu kadar düşmanlık?” diyemedim. Daha neler neler demek istedim ama diyemedim. Sadece, “Onun kızı olmam yasağı bittirdi mi yani?” diyebildim.
Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi (1865–1914) 1911 yılında neşrettiği “Yirminci asırda âlem-i İslâm ve Avrupa: Müslümanlara rehber-i siyaset” adlı hacimli eserinde, zamanın Avrupasının siyaset ve medeniyetini ele alıyor.
Medyanın belirleyiciliği ile ilgili klasik düşünce “medya ne düşüneceğimizi söylemede başarılı olmayabilir ancak ne hakkında düşüneceğimizi söylemede son derece başarılıdır” görüşünden ortaya çıkmıştır. Bu görüş sosyal mecra için de geçerlidir…
Bir tek insan; çabası dönüşen, gayreti genişleyen, / Omzunda seçme yüküyle zamanda sıçrayan…
İnsan, bir tek kendini bulamıyor, sadece ardında bıraktığı izi sürüyor. Kendi bıraktığı, daha evvelinde başka bir hal ile yol alırken ardında bıraktığı izi sürüyor. O izi sürerken ardında yeni bir iz bırakıyor kendine, kendini ararken sürebilsin ama bulamasın diye.
Kökten belirsizliklerin, küresel bayağılaşmanın ve popülizm çağının gerçekleriyle yüzleşmek yerine, romantik idealleri tartışıyor, masum/zayıf halkların düşmanı olan emperyalizmlerin yeniden sahneye çıktığını görmüyoruz. Toplumlarımız romantik hayaller dünyasına hapsedildiği için küresel teknoloji tiranlıklarının insanlığın geleceğini sömürgeleştirdiğini görmüyor.
Bedenin oruç tutuşu kalbe beyaz bir nokta vuruşu / Algılanır ruhun benlik karşısında muhteşem duruşu…
Şair Cevat Akkanat’ın, Mayıs ayı boyunca tuttuğu günlüklerinden bir demet…
Hayatta her şey olabilir. İyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, haklı ya da haksız, her şey. Mesele buradaki hikmeti kavrayabilmek ve bunun altında yatan derin mevzuyu/mantığı kavrayabilmektir.
Rabbimiz Allah kendisi hakkında ne kadar bilgi veriyorsa, o bilgiler ile yetinmek Allah’a inanan bir insan için yeterlidir… Yazımızın konusu olan “Rabbca Allah’ın lisanı mıdır?” sorusuna vereceğimiz tek cevap vardır.
Gecenin bir vakti kalkar uzun uzun Kur’an okurdu. Bazen yorgunluktan bitap düşerek oturduğu yerden uykuya dalıp giderdi. Sanki uzunca bir yolculuğun henüz başında bir yolcuymuş gibi sade ve gösterişsizdi. Bundan önce nasıl bir hayat yaşamıştı kim bilir…
Gazze Müslümanlarındaki asalet, onlara bu büyüklüğü kazandıranın ne olduğunu sorduruyor ve böylece pek çok insanın yolu İslam’a çıkıyor. Gazze israfın, küfran-ı nimetin kökünün kazındığı yer oluyor.
İnşaatı, kazanmayı, parayı elbette sevebilirsiniz o zaman gidin sadece müteahhit olun! Neden kendinizi, adeta memur gibi maaşı belli bir mesaiye adıyorsunuz? Neden kendinizi suçlamalara, yanlış anlaşılmalara açık hale getiriyorsunuz? Neden ne inşaattan ne de makamdan vazgeçemiyorsunuz?
İtalyan düşünür Niccolo Machiavelli’nin (1469-1527) Prens” isimli kitabından mülhem geliştiği varsayılan bir düşünüş, bir inanış biçimidir ve daha çok devlet…
Adamın biri hayvanat bahçesini gezmeye gitti. Fillerin olduğu bölüme geldiğinde ilginç bir manzara ile karşılaştı: Fillerin hiçbiri ne kafesteydi ve ne de onları sabit bir yere bağlayan zincirleri vardı. Zincirsiz oldukları halde, onları o dar alandan kaçmaktan alıkoyan tek bir şey vardı; ilginç ama dikkat; o güçlü filleri kaçmaktan alıkoyan tek bağ filin bacaklarından birine bağlı hiç de güçlü olmayan bir “ip” parçasıydı.