Yaşarken oldu olanlar. Tarih bir ileri bir geri devam etti yoluna. Sessiz şarkıların çaldığı zamanlar da oldu zihnimde, gürültüyle geçilen sokaklar da oldu. Neyi nereye koyacağımı karıştırdığım onca delilikler sökün etti hayatımda. Eski ve yeni sürekli geldi gitti.
Bünyamin Zeran
Eskiyen şeyler de oldu belleğimde tazeliğini yitirmeyip hiç eskimeyen şeyler de. Hayat gibi, fikirler de değişti zamanla. Bugün olan ve bugünü inşa eden şeylerin şimdiyi ya da geleceği inşa edemediği zamanlara erdim. Popüler kültür, modern kültür, post modern kültür, post truth derken yeniyi ıskalamak tehdidiyle baş başa kaldığım da doğrudur.
Anlam veremediğim bir buhranın içinde hissediyordum kendimi. Bir karanlığın içinde yolunu bulamayan ama bulmak için sürekli eliyle tutunacak bir şeyler arayan biriydim. Çok mekanlar gezdim, çok insan tanıdım ahir ömrümde. Herkesin kendince bir meşakkati ve kendince bir telaşı vardı. Kimin telaşı kimden daha büyüktü bilemiyordum ama benim içime sığmayan düş kırıklıklarıyla dünya başıma bela olmaktaydı. İçimde derin şüpheler, kaybettiğim adreslere kendimi bırakma arzum ve zihnime ışık tutacak bir yol haritası için devinip durmaktaydım. Kapılar çalıyor, naralar atıyor, gözyaşları döküyor ve ellerim rahmete muhtaç bekliyordum. Sonra kesif bir uykunun beni sardığını hissetmeye başladım. Gece bir hayli ilerlemiş, ben yorgunluktan bitap düşmüştüm. Bir yolcu yaklaştı yanıma. Belli ki o da anlamını arayan bir yaşamzedeydi.
Seninle dedi bir yolculuğa çıkacağız. Belki sen de bu yolculukta aradığın şeye kavuşursun. Ben şaşkın bir vaziyette onu seyrederken, aradığım bir şey olduğunu nereden çıkardın dedim. Yüzümden yansıyan, anlamını kaybetmiş ama onu kaybetmekten ızdırap duymuş kederli çizgilerimi işaret etti. Sen kaybettiğin şeyin farkındasın ama onu nasıl bulacağını bilemiyorsun dedi. Bir anlaşma önerdi bana. Ben seni üç farklı şehre götüreceğim dedi. Her şehrin huyu, suyu farklıdır diye ilave etti. Sen bu üç şehri gezeceksin, göreceksin, dinleyeceksin, anlayacaksın, anlamlandıracaksın ve ondan sonra aradığın şeyi bulman belki mümkün olacak dedi. Sana sorularının cevabını kimse vermeyecek çünkü herkesin hayata dair sorusu farklı olabilir ve herkes kendi cevabını bulmakla mükellef olacak dedi. Anlaşmayı kabul ettim ve yolculuğum başladı.
İlk şehre yaklaşmıştık. Yola çıktığımdan bu yana tek kelime konuşmadım. Kendi sorularımın cevabına ulaşmayı o kadar arzuluyordum ki başka bir şey düşünecek, konuşacak durumda değildim. Ve şehre giriş yaptık. Tuhaf bir şehirdi. İnsanı saran bir yanı vardı. Her şey sanki bir düzen içinde ve her şeyin nasıl başlayıp nasıl bitmesi gerektiği sanki belliydi. Bu şehirde herkes her şeyi biliyordu ve herkes her şeyden korkuyordu. Çarşılarında buhur kokmaktaydı. İnsanların yüzlerinde bir telaş bir kaygı hemen kendini hissettirmekteydi. Adeta zamanın ellerinden kayıp gittiğini seyretmekteydiler. Zamana mı kızıyorlardı yoksa zamanın karşısında eriyip giden emeklerine mi anlam veremiyorlardı. Ne yapsalar ne etseler onların bu korkuyla beslenen öfkeleri onları daha fazla geçmişe sığınmalarına sebep oluyordu. Oysa geçmişin içine bu kadar hapsolmasalar belki bir ışık bulabileceklerdi. Ama onlar geçmişe gömüldükçe yüzlerine anlamsız bir huzur yayılmaktaydı. Huzur muydu gerçekten yüzlerindeki anlam yoksa endişenin vücut bulmuş hali miydi bilemiyordum. Yıllar geçiyor, zaman değişiyor, insan başkalaşıyor ama onlar öylece anın içinde kalakalıyorlardı. Birçoğu ölmeliyiz şimdi diyordu. İlerde günahların yargısının boyunlarına yük olmasından ödleri kopuyordu. Ama yaşamakla cezalandırılmış gibiydiler. Yaşamak yargısı boyunlarında bir yük olmuştu onlara. Zaman geçiyor, ömür sermayesi tükeniyor ve insanın ziyan içinde olduğu aşikâr bir şekilde görünüyordu şehrin içinde.
İçimin daraldığını hissettim. Birçok güzel şeylerin olduğu bu şehirde eskinin yeniye dönüşemediğini ve yeninin eskiyi korkuttuğunu farkettim. Eski ve yeni kıyasıya savaş verseler de bu şehrin kapıları yeniye kapalıydı. Çünkü yeninin neleri tarumar edeceği kestirilemiyordu. Ama eskide ısrar edildikçe de giderek sert bir çekirdeğe dönüşen bir yapı halini alıyordu bu şehir. Daha sert, daha acımasız ve daha toleranssız oluyordu. Her şey katı kurallarla ve duygudan, sanattan arınmış bir şekilde inşa ediliyordu. Yapılar gösterişli olsa da içinde kocaman bir boşlukla yaşamayı kabul etmişler gibiydi. Vitrinleri süslü ama içeride satacak malı olmayan dükkanları andırıyordu. Elbet bu şehirden öğrenilecek çok güzel şeyler vardı ama bu şehirde kalındığında o kocaman boşlukların içinde kaybolacağım kesindi. Ben bu şehirden çok güzel şeyler de öğrendim. Mesela geleneğin önemini ve insanların yaşarken bir usül ile yaşaması gerekliliğini öğrendim. Ama bu şehirde uzun süre kalamazdım. Eğer bu şehrin büyüsüne kapılırsam düşüncede yozlaşacağıma, kabalaşacağıma ve kendimi bile isteye bir yalnızlığa mahkûm edeceğime dair kuvvetli bir his vardı içimde. Sanatın, inceliğin olmadığı, her şeyden önemlisi farklı düşüncelere tahammülün olmadığı bu şehirde kalamazdım. Ben bu şehre “Esaret” adını verdim.
Kendime yetecek yol azığımı hazırlayıp ikinci şehre doğru yola çıkmak için hazırlığımı tamamladım ve refiğimle yola koyuldum. Refiğimin ifadesiyle ikinci şehir bu şehirden çok farklıymış. Şehre uzun bir yolculuğun sonunda yaklaştım. Neyle karşılaşacağımı bilmiyordum ama yeni bir deneyimin eşiğinde olduğumu farkediyordum. İlk şehrin bende yarattığı duygu hala üzerimdeydi. Aradığım şeyi bulamamış olsam da neyi istemediğimin cevaplarından birini bulmuştum. İkinci şehri şöyle uzaktan bir temaşa ettim. Hareketli canlı bir şehre benziyordu. Üzerimdeki o kasvetle bu şehre giriş yapmak istemedim. Bu sebepten şehrin yakın bir yerinde geceledim. Ertesi sabah gün doğumundan hemen sonra kalkıp şehre giriş yapmak için hareket edecektim.
Güneş bir mızrak boyu yükselmişti. Son hazırlıklarımı yaparak şehre doğru hareket ettim. Şehre girdiğimde “Esaret” şehrinden farklı olarak her şey çok canlıydı. İnsanlar sürekli hareket halinde ve konuşkandı. Çarşısı görülmeye değerdi. Devasa binalar arasında geniş yolları olan bu şehirde her şey akıp gitmekteydi. Kimse bu akıp giden zaman ve hayattan rahatsız görünmüyordu. İnsan böylesi bir yerde yaşamak ister doğrusu diye düşündürebilecek kadar canlıydı. Ne var ki erken cümleler kurmamak için sabretmem ve bir süre gözlem yapmam gerektiğini biliyordum. Zira bu kadar canlılığın içinde ihmal edilebilen şeylerin olması muhtemeldi.
Çarşılarını, kıraathanelerini, kütüphanelerini, sergi salonlarını ve konferans salonlarını gezdim. Aylarca bu şehrin en önem arzeden mekanlarında bulundum. İnsanlarıyla sohbet edip, hayata dair fikirlerini dinledim. Beğendiklerim de oldu, tuhaf bulduklarım da… şehri tanıyabilmek ve tınısını çözebilmek için zihnimin olanca gücünü kullanmaktan çekinmedim. Zamanla farkettim ki haz ve hız birbirine karışmış gibiydi. Şehrin gürültüsüyle insanın gürültüsü, akordu bozulmuş bir bağlama gibi tizdi. Hem birbirine karışıyor hem de birbirini itiveriyordu. Dinleyene işkence, yaşayana ızdırap olmaktaydı. İnsanlar farklı şeyler düşünüyorlar ama yaşadıkları düşündüklerinden farklıydı. Sloganlar atılıyor, aforizmalar düşünürlerin dillerinden düşmüyor ama hayat bu aforizmaların ötesine taşıyordu. Akşam oluyor futbol konuşuluyor, sonra en kallavisinden yemek programı yapılıyor, şaraplar yudumlanırken açlar için ağıtlar yakılıyordu. Sonra amma düşündük, bayağı düşündük der gibi yataklara kıvrılıveriyorlardı. Ah şu uyku, bütün hayatın üzerine temiz bir çarşaf örtmek gibi iyi geliyordu insanlara. Ölmek mi? Dilenen en son şey idi burada. Keyifler güzel, kafalar şıktı burada. Yaşamak güzel deniyordu.
İnsanlar genel olarak bu şehirde yaşam konforlarından ödün vermeksizin sosyal sorumluluk adına yahut inançları adına çeşitli alanlara paralarını verebiliyorlardı. Bir takım inanç ya da düşünceleri de konforlarını bozmayacak kadar destekliyorlardı. Mesela bir futbol takımını konuşmak veya ticari bir mevzuyu gündem yapmak ya da bir sinemayı gündem konusu yapmak insanları heyecanlandırırken bundan daha önemli olan bir ülkenin başka bir ülkeye soykırım yapması yahut yanı başlarında olan bir adaletsizlik, zulüm onları o kadar tedirgin etmiyordu. Bir savaşı değerlendirirken dahi borsada yatırım yaptıkları savunma sanayi üzerinden elde ettikleri kâr yahut zarar üzerinden değerlendirme yapmaktaydılar. Evet bütün fikirlere açıktılar, her türlü fikir, çoğulculuğun ve insani özlerin farklı olmasından dolayıdır diyorlardı. Lakin insan olmanın esas kıymetine dair amellerden noksandılar. Fizik vardı ama metafizik onlardan çok uzaktaydı. Ne var ki içinde oluşan boşlukları da doldurmanın yollarını aramaktaydılar. Kimisi mistizmin yolunu tutmaktaydı kimisi yoga peşindeydi. Belki bu şekilde kendilerini rahatlatabileceklerini düşünmekteydiler.
Sözlerin amellerle savaşını andırır bir tablo vardı. Bir yandan yaşasın insanlık ve insanlık idealleri diye aforizmalar savururken diğer yandan insan olmanın fıtri yapılarından uzakta durmaktaydılar. Yaşadıkları konformizmden kopamamaktaydılar çünkü. Standartlaşmış hayatlarını devam ettirerek yataklarında rahat ölmek arzusundaydılar. Esaret şehrindekiler ölmeyi dilemekteyken bu şehirdekiler yaşamayı, daha çok yaşamayı dilemekteydiler. Ben bu şehrin adını “Dilemma” koydum. Bu şehrin insanları kendi insani yapılarında, tevhidi bozmuş ikilem içinde yaşamayı seçmişlerdi. Yaptıklarının doğru olmadığını bildikleri halde ellerindekinden de vazgeçemiyorlardı. Bisikleti çaldıktan sonra Allah’ın kendisini affetmesini isteyen hırsız gibiydiler. O yüzden mistisizm yahut yoga ile yaşadıkları ikilemi, vicdani ızdıraplarını dindirme niyetindeydiler.
Artık bu şehirden de çıkma vaktim gelmişti. Aradığım şeyin bu şehirde olmadığını gördüm. Bir yandan aradığını bulamamanın hüznü, diğer yandan ne olmak istemediğimin cevabı… Benim yazgım da cevabını aramak olmalıydı. Hazırlığımı yaptım ve refiğime haber vererek “Dilemma” şehrinden ayrılmak için hareket ettik. Yolda refiğime üçüncü şehir nasıldır diye sordum. Gülümsedi ve dedi ki bu senin yolculuğun ve sen aradığın şeyi bulmak için seyahat halindesin. Benim cevabım benim sorularıma, senin soruların da senin cevaplarına muhtaçtır. Üçüncü şehrin nasıl olduğunu bu yüzden yalnızca sen tecrübe edebilirsin dedi. Sustuk ve günlerce ya da aylarca yolumuza sessizce devam ettik. Nihayet üçüncü şehir görünmeye başladı. İçimde bir heyecanla şehre bir an önce girmek istedim. Beni neyin beklediğini bilmiyordum.
Gün ortası olmalıydı vakit öğle namazı vaktiydi şehre giriş yaptığımda. Şehir çok hareketli ve çok gürültülüydü. Herkes bir telaşla bir şeylere koşturmaktaydı. Sürekli yüksek sesler duyulmaktaydı. Kadınıyla, erkeğiyle, genciyle topluluklar halinde bir yürüyüş, koşturma eksik olmuyordu. Neydi olanlar ben neyin içindeydim bilemedim. Ama öğrenmek istiyordum olanları. Günler, haftalar ve aylar boyunca olan biteni anlayabilmek için kendimi bu kalabalıkların ve koşturmaların içine bıraktım. Zamanla olan biteni de kavramaya başlamıştım. Çünkü o kalabalıklar içinde geçirdiğim zaman dilimi içinde insanları dinledim, merak ettiklerimi sordum. Bu şehrin insanları bir kavganın içindeydiler. Beğenmedikleri, isyan ettikleri her şey için eylemleriyle meşhur bir şehir olmuşlardı. Belli bir düşünceye yaslanarak itiraz etmekte ve itirazlarını şehrin en kalabalık caddelerinde dile getirmekteydiler. Bazen duvarlara kırmızı sprey yazılarla, bazen dükkan camlarına yapıştırılan broşürlerle isyanlarını aşikar ediyorlardı. Bu şehir bundan önce içinde zaman geçirdiğim iki şehre de benzemiyordu. Ne yeniyle karşılaşma korkusu ne de konformizm telaşı vardı. Yalnızca isyan vardı. Sloganların inlettiği cadde ve sokaklar adeta bir şenlik havasındaydı.
İlk başlarda bu isyan havası beni mutlu etmişti. Çünkü Cemil Meriç’in “bir yerde zulüm varsa tarafsızlık namussuzluktur” cümlesi aklıma gelmekteydi. İşte bu şehrin insanları bir taraftılar ve kendi inandıkları düşüncenin izinde sokaklarda idiler. Polisle çatışmayı göze almaktalar, kimileri tutuklanmakta, kimileri bu eylemleri yüzünden işinden gücünden atılmaktaydı. Ama yine de yılmamakta idiler. Bu şehrin insanları eylemliliği zulmün karşısında bir tavır olarak görmekte idiler. Elbette onların bu tavırlarını haklı buluyordum. Ama bende oturmayan, kafamı kurcalayan sorular da yok değildi. Zamanla belki sorularım bir cevap bulur ümidiyle aralarında kalıp, eylemlerine katılmaya devam ettim. Marşlar, sloganlar ve grup dayanışması harikuladeydi. Herkes her olay hakkında bir şeyler söylemekte ve hemen hızlı bir şekilde o eylemden bu eyleme geçişler yapılmaktaydı. Bunca hız ve bunca eylemin arkasını dolduracak, toplumsal inşaya kalıcı temeller atacak ve uzun vadeli hedefi, planı, programı olacak bir yapılanma olmalıydı. Ben bunu aramakla meşguldüm. Gördüm ki eylemden ibaret olan bir şehrin içindeydim. Samimiyet elbette vardı. Ama tek başına samimiyet bir toplumu, nesli yeniden inşa etmeye kâdir gözükmemekteydi.
Bu şehir başlangıçta bir fikre yaslanarak eylemler yapsa da zamanla yaslandıkları fikirlere aykırı da olsa başka eylemlere de dahil olmaktaydılar. Gruplar kendi içinde farklı fraksiyonlara sahip ve eylemler tükendiğinde kendi kendilerine düşecek havası vardı. Onları birlikte tutan şey bir düşünce ya da inanç olmaktan çıkmış sadece eylem oluvermişti. Hala inançlarına yaslanmaya devam eden insanlar ise eylem yapmaktan bir meseleyi enine boyuna anlamaya ve daha kalıcı temeller üzerinden bir nesil inşasına dair bir yol haritası geliştirememekteydi. Adeta sabırla ve uzun vadeli bir yol haritası üzerinde çalışmak bir nevi atalet, korkaklık olarak nitelendirilmekteydi. Ne eskiye bir saygı, ne de yeniyi konuşacak bir sabır vardı. Belli ki bir vicdan patlaması yaşanmaktaydı lakin bu yaşananlar çaresizliğin izleri olduğunu göstermekteydi. Çaresizlikti, çünkü ötekinin saldırdığı, ezdiği, yok ettiği bir dünyada geçmiş okumaların, birlikte yolculuk yapılan yol arkadaşlarının zaman içinde çözülmesi, politize oluşu bu şehrin insanlarını bir şeyler yaparak onlara benzememeye itmişti sanki. Eylemlerle diri kalmaya çalışan bu şehrin insanları aslında savaşı kaybettiklerini kabullenmek istemiyorlardı. Ya da savaşın yalnızca bu şekilde devam etmemesi gerektiğini kabullenmiyorlardı.
Bu şehirde de benim aradığım yoktu. Ben ne eskiye takılıp kalan ve giderek sert bir çekirdeğe dönüşerek yok olmaya mahkûm bir düşünce, ne de konformist yaşamından vazgeçmeden vicdanını rahatlatacak mistisizme sığınmış bir düşünce ve ne de eylemlerle kendini diri tutmaya çalışan ve çaresizliğinin acısını sloganlara yüklemiş bir düşünceden de ibaret olmak istemiyordum. Ben yalnızca inancıyla yaşadığı çağı doğru anlamış, onun iyilik ve hayırla inşasına sebep olacak ve bu şekilde zulmün sürekli hasım olduğu bir düşünce olmak istiyordum. İçinde eskiyle bağını koparmamış, yeniden korkmayan ve gerektiğinde eylemiyle varolduğunu gösteren bir düşünce olmak istiyordum. Aradığım buydu. Ama bunu nasıl yapacağımı ve nereden başlayacağımı bilemiyordum.
Refiğimin yanına vardım. Yüzümde kederlerin derin çizgileriyle, hadi gidelim dedim. Burada yolumuz ayrılıyor dedi. Bu üç şehir senin neyi aradığını değil neyi aramadığını sana öğretmek içindi. Artık bundan sonrasında sen ve senin dışındaki herkes, yeni bir yol bulmanın gerekliliğine inanıyorsa o yolun işaret taşlarını, ya birlikte ya da birbirinizden habersiz olarak aynı duyguyla imleyeceksiniz dedi. Sonra belli belirsiz bir tebessümle “akla uygun diye bildiğimiz bir amaç, bazen sadece hayat biçimimizden doğan bir önyargı olabilir” dedi. Sonra kalkıp bana sarıldı ve yolun kadar zihnin ve gönlün de açık olsun dedi. Ben bana söylediği akla uygun diye başlayan cümlesini düşünürken ardımdan seslendi “peki bu şehrin adını ne koydun” dedi. “Telaşe” şehri dedim kendi kendime. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Şimdi kendi şehrimi inşa etmeliyim diye düşündüm ama inançlarımdan başka elimde olan hiçbir şey yoktu. Ellerimi rahmana açıp tıpkı Musa’nın dediği gibi: “Rabbim göndereceğin her hayra muhtacım” dedim.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *