Harameyn’in atmosferini, hele de az çok o atmosferin anlamı üzerinde okumalar yapmış ve bu çerçevede tefekkür etme imkânı bulmuş Müslümanlar için kelimelere sığdırmak imkân dahilinde değil.
Rabbimizin lütfuyla Umre ibâdetimizi yerine getirmek ve ilk Kur’an neslinin mücâdelesine tanıklık eden beldeleri ziyaret etmek üzere İstanbul’dan bir grup genç Müslümanla birlikte gittiğimiz Harameyn’den Pazar akşamı döndük.
Harameyn… Bizim anayurdumuz, baba ocağımız… İmanın doğduğu ve iktidar olduğu topraklar… Dolayısıyla 13 gün boyunca asla kendimizi gurbette hissetmedik, aksine İstanbul’a gelmek üzere Medine’de uçağa binince yeniden gurbet yollarına düştüğümüzü hissettik, bir daha, bir daha anayurdumuza geri dönebilme arzusu ve dualarıyla…
Hakan Aksu kardeşimizin öncülüğünde Hay-Der’li kardeşlerimizin organize ettiği ve Ahmed Kalkan hocanın da eşlik ettiği, hakikaten verimli bir Harameyn ziyareti gerçekleştirmiş olduk, Rabbimize hamdolsun. Bu yolculuğun kendi adıma çok geç kalınmış bir yolculuk olduğunu iliklerime kadar hissettim. Açıkçası “Anlatılmaz, yaşanır” ifadesinin ne demek olduğunu, Harameyn’in kelimelerin anlatmakta kifayetsiz kalacağı o muhteşem atmosferini yaşadıkça daha iyi anlamış oldum.
Rabbim nasip ederse, Harameyn yolculuğumuzda edindiğimiz izlenimler, kazandığımız ufuk açısı ve gördüğümüz sorunlar ve onlarla ilgili çözüm önerilerimizi paylaşmayı düşündüğümüz üç bölümlük bir yazı dizisi düşünüyorum. Bu yazıların ilkinde, ki bu paragrafın devamını teşkil edecek, özelde Umre ibâdetinin ve genelde ise Harameyn atmosferinin bir Müslümanın duygu ve düşünce dünyasında meydana getirdiği anlatılması güç etkileri, ikincisinde Harameyn’in bir hanedanın insafına terk edilmişlik olarak özetleyebileceğimiz mevcut statüsünden kaynaklanan sorunları, üçüncüsünde ise bu sorunların çözümü için neler yapılabileceğini kendi penceremizden ve elimizden geldiğince dile getirmeye çalışacağız.
Evet, başta da dile getirmeye çalıştığım gibi, Harameyn’in atmosferini, hele de az çok o atmosferin anlamı üzerinde okumalar yapmış ve bu çerçevede tefekkür etme imkânı bulmuş Müslümanlar için kelimelere sığdırmak imkân dahilinde değil. Hakikaten baştan aşağı anlam yüklü, tevhid dâvasının iz ve yol işaretlerinin taşına toprağına kazınmış olduğu, sembolle hakikatin içiçe insanlığa istikamet gösterisi yaptığı, tevhid ve adalet mücâdelesinin bu yorgun tanığı beldeleri anlatarak söylenebilecekleri tamamına erdirmek insanın kapasitesi dâhilinde değil ve bu hiç olmayacak da…
Bu açıdan, Ali Şeriati’nin Hacc için söylediği, Umre için de aynı şekilde geçerli: “Sembolik hareketlerle anlatılan müteşabih eylem!” Dolayısıyla Umre veya Hacc ibâdetini yerine getiren bir Müslümanın onlardan anlayacağı ve aktaracağı, ancak gözlemleyebildiği ve çözebildiği kadarıdır. Yine Şeriati’nin vurguladığı gibi, bu ibâdetlerin anlamını tamamen kavradığını düşünenler, aslında onlardan hiçbir şey anlayamayanlardır! Dolayısıyla bu ibâdetlerin anlamı herhangi bir kişi tarafından tamamen kuşatılamaz ve anlamları asla tüketilemez. Birer anlam deryasıdır onlar. Her Müslüman elindeki kovası hacminde anlam devşirerek döner ailesinin, akrabasının ve komşularının yanına. İşte bizim izlenimlerimiz de bu minvalde olacaktır.
Umre veya Hacc için yapılan yolculuklarda iki güzergâh takip ediliyor. Önce doğrudan ibâdetin mekânı Mekke’ye yönelen kafileler olduğu gibi, ilk olarak Peygamber şehri Medine’yi ziyâret edip, oradan Mekke’ye geçen kafileler de oluyor.
Bizim güzergâhımızda ilk durak, Umre ibâdetlerimizi gerçekleştireceğimiz imanın doğduğu şehir Mekke oluyor. Aslında Harameyn söz konusu olunca “durak” kelimesi, bir anlam ifade etmediği gibi oraların atmosfere mutabık da düşmüyor. Çünkü “durmak” ve “duraklamak” gibi kelimeler, imanın doğduğu ve iktidar olduğu bu toprakların ev sahipliği yaptığı anlam dünyasına hiç uygun değil. Bunu aşağıda açmaya çalışacağım inşaallah.
Yolculuğumuz Mekke’ye doğru olduğu ve uçağın ineceği Cidde havalimanına inmeden mikat mahalli geçileceği için, Umre ibâdetimiz için giymemiz gereken ihramlarımızı İstanbul Yeşilköy Havalimanı’nda giyiyoruz. Cidde’ye yaklaşıldığında havada iken mikat mahalline yaklaşıldığı anons ediliyor ve artık Umre için niyetlenerek kalbimizde ve dilimizde telbiyelerimizle tevhid ve adalet mücâdelesinin yeryüzündeki kalbi Mescid-i Haram’a adım adım yaklaşmanın heyecanını yaşamaya başlıyoruz.
“Lebbeyk Allahumme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk. İnnel hamde ve’n ni’mete. Leke vel mülk, lâ şerike lek!”… Cidde’ye iniş ve İngiliz emperyalizminin geçen yüzyılın başında çizdiği sınırlarla ulusal kamplara ayırılmış oluşumuzun her daim ödemek durumunda olduğumuz bedellerinden biri olarak uzunca bir pasaport işlemi sonrası otobüsle Mekke’ye yöneliş… Yolda hep bir ağızdan “Karanlığın ortasında parlayan bir güneş gibi, imanın doğduğu şehir Mekke Mekke, güzel şehir. Döneceğiz, döneceğiz, Mekke birgün döneceğiz” ezgisini söylüyoruz.
Mekke’ye dair ilk belirti, Suud hanedanının Kâbe’nin yanıbaşına diktiği ve yapı olarak da işlev olarak da Kâbe’nin anlam ve misyonuyla yüzde yüz çelişen Zem Zem Tower kendini gösteriyor. Hz. İbrahim ve İsmail’in inşa ettiği ve Hz. Peygamber’in yeniden tevhidi anlamıyla buluşturduğu kıblegâhımız Kâbe’ye yaklaştıkça heyecanımız artıyor. Tevhid ve adâlet mücâdelesinin yorgun şahidine kavuşacağımız ve onun ertafında tavaf, namaz ve sa’yimizle Rabbimizin dâvasına olan sadakatimizi yineleyeceğimiz anlar artık çok yakın. Anlatılması güç duygular içerisindeyiz. Onlarca yıllık ayrılıktan sonra anayurdumuza dönüyoruz. Fakat şunun da bilincindeyiz ki, bu dönüşümüz asıl dönüş değil. Mekke’nin ve Mescid-i Haram’ın zincirlerinden kurtarılacağı yeni bir Mekke fethine kadar geliş gidişlerimiz hep hüzünlü olacak, hep eksik kalacak…
Nihayet Mekke’ye giriyoruz ve bir an önce Mescid-i Haram’a yönelip Umre ibâdetimizi gerçekleştirebilmek için yüklerimizi bırakmak üzere alel acele otele girip çıkıyoruz. Artık Mekke sokaklarındayız. Mescid-i Haram’a yöneliyoruz, tıpkı Erkam’ın evinde buluşup tevhid dâvasını haykırmak üzere Mescid-i Haram’a yönelen ilk Kur’an nesli gibi. Telbiyelerimizle Mekke sokaklarını inletip adım adım yeryüzünde Allah’a kulluk için kurulan ilk mâbede yöneliyoruz.
Ve işte karşımızda Kâbe. Yıllarca fotoğraflarla tanıdığımız, ekranlardan bildiğimiz o mütevazi yapı. Tevhid ve adâlet dâvasının yorgun şahidi bizleri, biz de onu selamlıyoruz. Ve hemen akan insan seline karışarak tavafa başlıyoruz. Çünkü burada durup duraklamak yok, sürekli hareket, sürekli gayret, çaba var…
Tavaf sona erdi, o halde oturup biraz soluklanalım, zaten yol yorgunuyuz… Hayır hayır! Burası dinlenme, atıl kalma yeri değil. Tavaf namazını kılmak ve sa’y için Safa tepesine yönelmek zorundayız… Sa’y biitnce tıraş için sıraya gireceğiz ve ardından ihramlarımızı çıkarmak üzere otele yöneleceğiz. Otele geldik, fakat burada otel keyfi yapmak yok. İkindi namazı vakti geldi, yeniden Mescid-i Haram’a yöneliyoruz. Namazlarımızı ikame ettikten sonra herkes kendince yeni bir çaba içerisine giriyor. Kimi Kur’an okuyor, kimi nafile namaz ikame ediyor, kimi nafile tavafa yöneliyor… Evet bu arada dur-durak yok…
Harameyn’e yolculuk yapan, fevc fevc akan insan seline karışan her Müslümanın belki edineceği ilk izlenimlerden biri, bu topraklarda tembelliğe, konformizme, atalete, uyuşukluğa ve gönlünce dinlenme arzusuna yer olmadığı. Her an bir oluş, her an bir çaba, gayret, koşturmaca; namaza, Kur’ani eğitime, dayanışmaya, tavaf ve sa’yle sembolize edilen sürekli kulluk ve mücâdeleye ayarlı bir sürekli hareket… O atmosferi yaşayan bir Müslüman olarak, Rabbime kulluk ve dâvet çalışmaları ve İslâmi mücâdele sorumluluğum açısından müthiş bir motivasyon kazandığımı, büyük bir enerjiyle dolduğumu hissettim ve hissediyorum.
Hz. Peygamber ve arkadaşlarının bu dâvanın bizlere kadar ulaşması için verdikleri mücâdelelerinin ne büyük fedâkarlıklar gerektirdiğini, yoğun bireysel ve toplu ibâdet hayatının yanı sıra bu kadar yoğun mücâdele sürecinin, ancak durmak, dinlenmek bilmeden, büyük bedeller ödenerek gerçekleştirilebileceğini görme imkânı bulduk.
Sevr dağından inerken rastladığımız bir Türkiyeli kafile içerisindeki 50’li yaşlardaki bir ablanın “Cennet kolay değilmiş” sözleri İslâmi mücâdelenin izlerinin sürüldüğü bu ziyâretlerin önemini göstermesi açısından anlamlıydı. Her ne kadar Suud yönetimi bu ziyâretlere çok olumlu bakmasa ve bunun için de bu mekânları bakımsızlığa terk etmiş olsa da… Uhud savaşı sonrası Hz. Peygamber’in bir grup sahabiyle birlikte sığınmış olduğu mağaranın olduğu bölgeye Suud yönetimi tarafından konulan tabelada yer alan “Allah Rasulü’nden, burasının ziyâret edilebileceğine dair bir haber ulaşmamıştır” şeklindeki ifadeler, ziyâret mekânlarıyla ilgili mevcut resmi tutumun anlaşılması için not ettiğim bir anektoddu. İslam fıkhının “Eşyada aslolan ibahadır” prensibi selefilik yorumunda adeta tersine çevrilmiş bir görüntü arz etmekte ve “Madem ki Hz. Peygamber buraları ziyaret edebilirsiniz demedi, o halde etmemek lazım” şeklindeki bir ilginç okumayla İslâmi mücâdelenin izlerinin gözlemlenmesi çabaları başından mahkûm edilmiş bulunmakta.
Evet, Kur’an’ın inzal sürecinde daha ilk âyetlerden başlanarak startı verilen ve sonrasında da adım adım inşa olunan, okumak, öğrenmek, kalemle yazmak, ibâdetlerle ve birlikte Kur’an okumalarıyla günün tüm bölümlerini topyekün bir Kur’ani ve Nebevi eğitim çabasıyla dopdolu kılmak ve kalkıp uyarmak, cahiliyeden ayrışmak ve yoksulu, yetimi itip kakanla, teraziyi yanlış tartanla mücâdele etmek şeklindeki dur durak kabul etmeyen kulluk ve mücâdele sürecinin ilk Kur’an neslinin hayatındaki izlerini, Harameyn ve çevresinde gözlemlemek çok etkileyiciydi.
Mekke-Medine arasında 5 saat süren otobüs yolculuğumuz sırasında, hep Hz. Peygamber’in beraberinde sâdık arkadaşı olduğu halde deve sırtında ve düşman takibi altında günlerce süren hicret yolculuğunu düşündüm. Zaman zaman arkadaşlarla da bu konu üzerine konuştuk. Benzer düşünce ve konuşmalar 160 kilometrelik Medine-Bedir arasındaki yolculuğumuzda da oldu. Bizler otobüsle ve nihayet bir ziyâret kapsamında bile yorulduğumuz, ayaklarımızı dillendirmek için zaman zaman koltuklara bağdaş kurup oturarak dinlenmeye çalıştığımız bu yorucu yollarda, Hz. Peygamber ve arkadaşlarının kimi zaman deve sırtında kimi zaman de yaya olarak nice eziyetler çektiğini anlamaya ve buradan bizlerin İslâmi hayatımız ve mücâdelemiz için dersler çıkarmaya çalıştık.
Sevr inişi rastladığımız ablanın dediği gibi cennetin kolay olmadığını, cennet yolcularının imanın doğduğu coğrafyadaki izlerini takip ederek bir kere daha görmüş olduk. Tembellik, uyur-gezerlik, rahat düşkünlüğü, pısırıklık, bencillik gibi özelliklerle Müslüman olma iddiasının asla bir arada olamayacağını, İslam dâvasının büyük bedellerle yeryüzüne nakşedilen izlerini takip ederek bir kere daha görmüş olduk.
İnşaallah devam edecek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *