Söz konusu temayülün ortaya çıkmasının temelinde, İslam’a ve İslami değerlerin yeryüzünde hâkim kılınması çabası demek olan İslami mücadeleye bütüncül yaklaşmama sorununun bulunduğunu söyleyebiliriz.
Yaşar Nurileşme Temayülü
Şükrü Hüseyinoğlu
Her insan dünyada bir iz bırakarak gider dâr-ı bekâya. Kimisi ardında kendisinden sonrakiler için örneklik oluşturacak bir hayat hikâyesi bırakır, kimisi ise ibret oluşturacak… Kimi insanların bıraktıkları iz daha baskın ve belirgin olur, hatta bir bakış açısının, bir mantalitenin, yönelimin sembolü olurlar.
İbrahim (a.s.)’ın yeryüzündeki tevhid ve adalet mücadelesinin sembol olması bunun olumlu yöndeki bir misalidir. Mısır Firavunlarının tuğyan ve zulmün sembolü olmaları, Karun’un iktisadi tuğyan ve sömürünün, Samiri’nin akidevi saptırma ve tahrifin sembolü olması da olumsuz anlamdaki misallerdir.
Rabbimizin yeryüzüne, fert ve toplum hayatına müdahalesinin elçilik görevlerinde müşahhaslaştığı Peygamberler (a.s.) ve onların izini takip eden sâlih kullar yeryüzünde yaşadıkları dönem ve sonraki nesiller için örneklik teşkil ederken, onların bildirdiği Rabbani hakikatlere tâbiiyet ve teslimiyet yerine inkâr veya nifak zemininde karşıt pozisyon alanlar ibretlik olmuşlardır.
İnsanlık tarihinin tüm safhalarında olduğu gibi yaşadığımız zaman diliminde de din-i mübin-i İslam’la ilgili aldıkları pozisyona göre örnek şahsiyet hüviyet ve niteliği kazanan mümtaz insanlara da, hakka tâbi olarak dünyada izzeti âhirette ise ebedi saadeti kazanmak yerine, hakka karşı inkârcı veya nifak eksenli bir pozisyon alarak ibretlik hale gelen kimselere de tanıklık etmekteyiz.
“Pirincin içindeki en zararlı taş beyaz taştır” deyiminde ifadesini bulduğu üzere üzerinde dikkatle durulması gereken tutum, nifak eksenli pozisyondur. Nitekim Rabbimizin Kur’an’da hak ve hakikat karşısında inkârdan daha önemli sorun olarak nifak üzerinde durduğu bilinmektedir.
Yine nifakın, sadece iman etmediği halde iman etmiş görünen ikiyüzlülerin hal ve tutumundan ibaret olmadığını, İslam ile kurulu cahili toplumsal/siyasal düzen arasında, âhiret ile dünya hayatı arasında, mü’minler ile cahiliye taraftarları arasında net bir tercihte bulunmayan/bulunamayan, bunlar arasında bocalayan, hakla bâtılı uzlaştırmaya, ara yolu bulmaya çalışan insanların durumunu da ifade ettiği Kur’an’la hemhal olanlarca mâlum bir husustur.
İşte başlıkta ifade ettiğimiz ve yazımıza konu edinmeye çalıştığımız temayül, temelde bu tür bir bocalamanın, ne haktan ne de güncel cahiliyeden vazgeçememe ve dolayısıyla arayı bulmak gibi beyhûde ve bâtıl bir çabanın ifadesi ve neticesidir.
“Yaşar Nurileşme temayülü” derken kastettiğimiz kısaca; Allah, Rasulü ve mü’minlerden yana net bir tercihte bulunmak yerine, Allah’ın yol göstericiliği yerine kendi hevalarına tâbi olan laik-seküler kesimlere oynamak, onlara yaranmaya çalışmak, izzeti onların yanında aramak, bu sebeple de adım adım İslam’dan ve Müslümanlardan uzaklaşarak modern tuğyanın herhangi bir kanadına teslim olmaktır. Buna “İhsan Eliaçıklaşma temayülü” demek de mümkün.
Söz konusu temayülün ortaya çıkmasının temelinde, İslam’a ve İslami değerlerin yeryüzünde hâkim kılınması çabası demek olan İslami mücadeleye bütüncül yaklaşmama sorununun bulunduğunu söyleyebiliriz. Buradaki kastımızı biraz açacak olursak, bize göre bir çabanın İslami mücadele çerçevesinde değerlendirilebilmesi için, birbirinden ayrı düşünülemeyecek şu iki temel özelliğe sahip olması gerekir:
1- Dinin yalnız Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a has/hâlis kılınması anlayış ve çabası. Ki bu anlayış, dinin asıl ve temel kaynağı olan Kur’an’a yönelerek, Kur’ani-Nebevî sahih geleneği muharref geleneğin pasından-kirinden arındırmayı ve arı-duru bir din anlayışına sahip olmayı gerektirir.
2- Yeryüzünün sevk ve idaresi, toplum-siyaset-ekonomi ilişkilerinde dinin/hükümranlığın Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a has kılınması.
İşte İslami mücadele, bu her iki alanda söz ve duruş sahibi olan çabaların adıdır. Nitekim tüm Rasullerin (a.s.) bu her iki alanda da bütüncül bir mücadele örnekliği sergilediklerini görmekteyiz. Ali Şeriati de İslami mücadelenin taşıması gerektiği bu bütüncül karakteri şu şekilde ifade ediyordu:
“Firavun’a vur ki: ‘Hüküm yalnızca Allah’a aittir.’ (6/57), Karun’a vur ki: ‘mal Allah’ındır.’ (5/120), Bel’am’a vur ki: ‘Hâlis din yalnız Allah’ındır.’ (39/3)”
Bugün bizim başlıktaki şekilde olumsuz bir temayül olarak ifade ettiğimiz ve maalesef kimi çevrelerde giderek yaygınlık kazandığına tanık olduğumuz durum, “indirilmiş din – uydurulmuş din” karşıtlığı söylemiyle yola çıkıp, giderek tüm enerji ve mesailerini tarihsel süreçte üretilmiş hurafeler üzerinde yoğunlaştıran ve bu arada “uydurulmuş ideolojiler, uydurulmuş anayasalar” gibi çağın seküler hurafeleri ve bu hurafeler üzerine kurulu laik-seküler rejimler karşısındaki İslami duruş ve mücadeleyi terk ederek, geleneksel hurafelere olan karşıtlıkta yoğunlaşma sonucu modern hurafelere meyletme, onları giderek içselleştirme, makul ve mazur görme, dahası bunlara eklemlenme sürecine girme halidir.
Bu bütünü parçalayan ve bir parçada aşırı yoğunlaşan anlayış biçimi, giderek orada da sağlıksız ve ölçüsüz tutumları doğurmakta, “indirilmiş din – uydurulmuş din” retoriğiyle başlayan süreç, “Adem (a.s.)’ın da bir anne-babasının olduğu” gibi bizatihi “indirilmiş din”in temel kaynağı ve sâbite dayanağı olan vahyin sınırlarını aşan ölçüsüz yaklaşımları beraberinde getirmektedir.
Aynı şekilde, Rasulullah (a.s.)’ın sünnetinin, yani Kur’an merkezli örnekliğinin tesbiti ve bununla bağlantılı olarak onunla ilgili haberlerin sahihini mevzu olanlardan ayırt etmekle ilgili bir alan olan hadis ilmi konusunda da, İslam’ın temel kaynağı ve hakla bâtılı, doğruyla yanlışı ayırt eden Furkan olan Kur’an’a arz söylem ve usul ve üslubundan, mevcut hadis usulüne dair Kur’an merkezli yapıcı eleştiri çizgisinden uzaklaşmayı ve hadis ilmini usulsüz ve üslupsuzca, maalesef tam anlamıyla sokak ağzıyla konu edinen bir ölçüsüzlüğü de netice vermektedir.
Bütüncül İslami anlayış ve mücadele sürecinden adım adım uzaklaşıp, adalet mefhumunu Allah’tan ve O’nun insanlar için bildirdiği ahkâmından bağımsızlaştıracak ve modern tuğyana dayalı seküler ideolojilere meşruiyet sağlayacak şekilde “Devletin imanı adalettir. Adaletli devlet Mü’min devlet olur. Kim yönetirse yönetsin. İster gayri Müslim, ister Müslim yönetsin… Allah adaleti emreder. Dolayısıyla kim olursa olsun, yöneten ne ile yönetiyor olursa olsun. Yönetenin ideolojisi, dini, inancı ne olursa olsun. O tali bir hadisedir. Bir numaralı emir, yöneticinin adil olmasıdır” ifadeleriyle verilen “adalet” konulu hutbelerle başlayan süreç, maalesef sözünü ettiğimiz temayülün birçok semptomuyla kendini gösterir olduğu bir içler acısı hale dönüşmüş görünmektedir.
Bu temayülün ulaştığı nokta; bir taraftan kimi hadis alimlerini, isabet etmedikleri konularda eleştirmekle, takip ettikleri ve neticede maalesef sened tenkidiyle sınırlı tutmakla malul kıldıkları hadis usulünü üslubunca tenkid etmekle ve ortaya koydukları külliyatı Kur’an’ın şaşmaz süzgecine arz etmekle kalmayıp, onları itibarsızlaştırmaya yönelen bir propagandaya savrulmak, diğer taraftan ise seküler eğlence kültürünün kimi sembol isimlerine ölümleri ardından rahmet okumak! Bu savrulma ve ölçüyü kaçırmışlık karşısında, Rabbimizin şu sorusunu hatırlıyor ve hatırlatmak istiyoruz:
“Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?” (Kalem, 36)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *