Zor Bir Sınav Alanı: İktidar Ahlakı -II-

Zor Bir Sınav Alanı: İktidar Ahlakı -II-

Zerreden kürreye, mikrodan makroya, ferdi, ailevi, zümrevi, ictimai tüm iktidar alanlarında sahip olmamız emrolunan “iktidar ahlakı”nın temelini, iman bilincinin gereği olan emanet bilinci olarak ifade etmeliyiz…

Şükrü Hüseyinoğlu

“Zor Bir Sınav Alanı: İktidar Ahlakı” başlıklı Şubat ayı yazımızın sonunda, hayatın tüm an ve alanlarıyla bir imtihan olduğuna işaret etmiş, “muktedir olmakla” sınanmanın, bu imtihanın çok önemli bir boyutunu teşkil ettiğini belirtmiş ve Kur’an’ı ve siyeri bir kez de hassaten bu imtihan bağlamında, “iktidar ahlakı” konusu çerçevesinde okumak gerektiğine vurgu yaparak, bir sonraki yazımızın inşallah bu konuya bir giriş mahiyetinde olacağını ifade etmiştik.

Biz mü’minler, Kur’an’ın öğretisi gereği(1)  yarına dair Rabbimizin dilemesi istisnasını dile getirmeden bir söz vermeme bilincine sahibiz. Nitekim Şubat’ın 6’sında Kahramanmaraş’ta sabaha yakın ve öğlen vakti meydana gelen ve geniş bir coğrafyayı derinden etkileyerek Türkiye ve Suriye’de birçok yerleşim yerini tam anlamıyla yerle bir eden depremler gündemimizi değiştirdi.

Bizler de, İslam’ın bize yüklediği sorumluluk bilinciyle deprem bölgesinde karınca kararınca çalışmalar yapmaya gayret ettik ve dergimizin Mart sayısında da bölgedeki izlenimlerimize ve depremler konusunda nasıl bir yaklaşım içinde olmamız gerektiğine dair makalelere yer verdik.

Evet hayat tüm boyutlarıyla bir imtihan. Varlık ve yokluk, tatlı ve acı olaylar, kazanç ve kayıplar… Hayat düz bir çizgide ilerlemiyor, döngüsel bir süreç olarak devam edip hükmünü yürütüyor. Rabbimizin İnşirah sûresinde buyurduğu üzere “zorlukla birlikte kolaylığın”(2) ve tabii ki aynı şekilde kolaylıklarla birlikte zorlukların yaşandığı bir imtihan alanı hayat.

İşte, iman bilinci ve ona dayalı emanet bilincini kaybetmiş toplumsal işleyişin, tamahkârlığa dayalı yanlış bir imarla büyük bir insani felakete dönüştürdüğü deprem afetlerine de, hayatın imtihan boyutlarından biri olarak tanıklık ettik. 

Bundan sonrası için, aynı zamanda Rabbimizin kevni ayetlerinden olan bu afetleri unutmamak ve yaşananlardan her yönüyle gereken dersleri almak düşüyor bizlere. Tabi açılan büyük yaraların sarılması noktasında üzerimize düşenleri yapma gayretimizi de ihmal etmemek…

İktidar ahlakı konusunu ele aldığımız ilk makalemizde, Kalem sûresi 4. ayette bildirildiği üzere Rasulullah (a.s.)’ın azim/üstün ahlak üzere olduğuna değinmiş ve Âişe annemizin (r.a.), onun ahlakının Kur’an olduğu vurgusunu hatırlatmıştık. İşte Rasulullah’ın iktidar alanlarındaki tutum, davranış ve uygulamalarını belirleyen ahlaki normları da Kur’an’ın öğreti ve ölçülerine dayanıyordu.

Temel iktidar/yönetim ilkesi olarak Kur’an’la hükmetmekle emrolunan(3) Rasulullah’ın, ferdi, ictimai, siyasi, iktisadi tüm amel ve uygulamaları Kur’an’ın ölçü ve hükümleri üzere olduğu gibi, siyer kaynaklarında yer alan haberlerden öğrendiğimiz üzere o, iktidar ahlakı konusunda Kur’an’da yer alan kıssalardaki Peygamber uygulamalarını da örnek almaktaydı.

Mekke fethi sırasında kendilerine nasıl davranılacağı konusunda endişe içinde bulunan Mekkelilere Rasulullah (a.s.)’ın, “Benim halimle sizin haliniz, kardeşim Yusuf’un kardeşleriyle durumu gibidir. O’nun kardeşlerine söylediği sözü bugün ben de size söylüyorum: ‘Bugün size kınama yoktur. Allah size affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” (Yusuf, 12/92). Gidin, hepiniz serbestsiniz.”(4)  şeklindeki hitap ve tutumu, bu konudaki misallerden biridir. Ki bu misalde, Yusuf (a.s.) ve Rasulullah (a.s.)’dan bizlere çok önemli bir iktidar ahlakı dersi bulunmaktadır: Güçlü iken intikam hırsıyla hareket etmeyip affedici olmak, merhameti her an aktif tutmak… 

Tıpkı yine Yusuf (a.s.)’ın Mısır’a hükümran olduğundaki ve Rasulullah’ın Mekke’nin fethi sırasındaki tutumlarının bize, zafer ahlakına dair çok şey öğretmesi gibi. 

İşte bugün bizler, her konuda olduğu gibi mikro ve makro iktidar alanlarımızda kuşanmamız gereken “iktidar ahlakı” konusunda da Rasulullah’ı örnek almakla, onun gibi, ahlakımızı Kur’an ahlakı kılmakla mükellefiz.

Mülkiyet mi, Emanet mi?

İslam’ın bizlere öğrettiği temel değerlerden biri emanet bilincidir. İnsanların geçmişten günümüze fert ve topluluklar planında en büyük sapmalarından biri, Allah’ın bahşettiği nimetlere emanet bilinci çerçevesinde yaklaşmak ve ictimai, siyasi, iktisadi iş, ilişki ve işleyişlerini bu bilinç çerçevesinde yürütmek yerine, mülkiyet iddiasına kalkışmaları, emaneti mülk edinmeye çalışmaları olmuştur.

Bu kırılma, mikro ve makro tüm “iktidar alanları”ndaki yanlış yönelim ve tutumların temelinde yer alıyor dememiz mümkündür. Sahip olunan imkân ve konumların emanet olduğu kavrayışına dayalı yaklaşım sahibi bir kimse veya topluluk ile, imkân ve konumları kendi mülkü olarak gören kişi ve toplulukların tutum ve uygulamaları tabii ki tamamen farklı olacaktır.

Emanet bilinci, bu bilince sahip olanlarda iktidar ahlakının temelini teşkil edeceği gibi, emanet bilinci yerine mülkiyet iddiasıyla hareket edenler ise, ahlaki düzlemi işin başında tarumar etmiş olacaklardır. Bu anlamda, Rabbimizin Kur’an’da bildirdiği, Firavun’un şu söylemini hatırlayalım: “Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zuhruf, 43/51)

Bir kişi veya topluluk, Âlemlerin Rabbi Allah’ın arzına veya insanlar için bahşettiği diğer imkânlara emanet çerçevesinde bakmayı terk edip mülkiyet iddiasıyla bakmaya başladığında, hakkaniyet, adalet, merhamet, paylaşım zeminini yok etmiş olur. 

Zira bu yaklaşıma göre artık “kendi mülkünde” hükmetmekte, “kendi mülkü” üzerinde tasarruf ediyor olmaktadır ki, bu zeminde artık hakkın/hukukun gücü değil, gücün “hukuku” işlemeye başlayacaktır.

İslam öncelikle bize yeryüzünde imtihan için bulunduğumuzu talim etmekte ve bizi “yeryüzünün halifeleri” olarak konumlandırmaktadır.(5) İşte insanoğlu, yeryüzünün yöneticisi/emanetçisi olarak, orayı imar etmekle, orada hakkı ve ona dayalı adaleti hâkim kılmakla mükellef kılınmıştır. 

İnsanoğlu bu gerçeği unutmadığı ve Rabbinin kendisi için belirlediği bu konuma rıza ve ittiba üzere hareket ettiği takdirde, yeryüzü Darus Selam / Barış Yurdu olacaktır. 

Zira bu durumda insanlar öncelikle Rableriyle barışık olacaklar (O’na tuğyan etmekten imtina ve ittika edecek, dünya ve âhiret saadetlerinin O’nun ölçü ve hükümlerine ittiba ile mümkün olduğu bilinciyle hareket edecekler), bu sayede de hem birbirleriyle, hem de tüm nebatat ve hayvanatla barış içinde yaşama imkânı bulacaklardır.

Oysa tarihin büyük bölümünde ve bugün olduğu gibi, yeryüzünü Allah’ın hükümleri üzere imar etmekle mükellef halifeler olma bilincini yitirip, varlıkla ve sahip kılındıkları imkânlarla emanet kavrayışı yerine mülkiyet iddiası üzerinden ilişki kurduklarında, insanların yeryüzünü nasıl cehenneme çevirdiğini, birbirlerinin kurdu haline geldiklerini aynel yâkin olarak yaşayıp müşahede etmekteyiz.

Makro iktidar alanları için söz konusu olan bu hususlar, farklı ton ve düzeylerde mikro iktidar alanları için de aynı şekilde geçerlidir. Mesela bir insan ailesi ile ilişkilerini emanet bilinci temelinde değil de mülkiyet iddiası temelinde kuracak olursa, “Benim çocuğum değil mi, severim de döverim de” anlayışıyla hareket edebilir veya eşine ve çocuklarına dilediği gibi dayatmalar yapmaya kendinde hak görebilir.

Hatta bir kimse kendi bedenine dahi emanet bilinci yerine mülkiyet iddiası üzerinden yaklaştığında, orada zulüm kaçınılmaz olmaktadır. 

Örneğin bugün “Benim bedenim, benim ciğerim, içki içiyorsam, sigara içiyorsam kendi zararıma” deyip kendisine zulmetmeye devam edenler veya “Benim bedenim, benim kararım” deyip cinsel sapkınlıklara ve kürtaj gibi cinayetlere yönelenler, emanet bilincinden uzaklaşıp mülkiyet iddiasına kalkışmanın ferdin kendi hayatında dahi ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurduğunun ibretlik örneklerini teşkil etmektedir.

Hakkaniyet, Adalet, Ehliyet, Meşveret, Kanaat, Merhamet

Zerreden kürreye, mikrodan makroya, ferdi, ailevi, zümrevi, ictimai tüm iktidar alanlarında sahip olmamız emrolunan “iktidar ahlakı”nın temelini, iman bilincinin gereği olan emanet bilinci olarak ifade ettikten sonra, konuyu bugün için sınandığımız dar zümrevi iktidar alanlarımız açısından değerlendirmekte fayda görüyorum.

Zira makro iktidar alanlarında sınanmamız yarınlar için muhtemel olsa da, her İslami çalışma grubunun kendi içindeki işleyiş açısından dar/mikro bir iktidar alanı içerisinde bulunduğu ve bu alanda iktidar ahlakı açısından sınandığı gerçeğini unutmamamız gerekir. Bu itibarla bugün mikro iktidar alanlarındaki sınavımız, yarınlardaki muhtemel makro iktidar alanlarındaki sınavımızın da bir prototipidir aynı zamanda.

Mikro iktidar alanlarımızda hakkaniyeti, adaleti, ehliyet ve merhameti işlevsel ve egemen kılmadığımızda, talip olduğumuz makro iktidar alanlarında bunu gerçekleştireceğimizi iddia etmenin bir anlamı kalmayacaktır.

Konuyla ilgili ilk makalemizde, mikro iktidar alanında Müslümanlar olarak sahip olmamız gereken, sahip olmakla emrolunduğumuz “iktidar ahlakı”na mutabık olmayan, yaşanmış iki olumsuz misalden söz etmiştim. 

İşte o olumsuz misallerdeki, hakkaniyet, adalet, merhamet ve paylaşım gibi iktidar ahlakına dair temel umdelerin hilafına ortaya konulan yaklaşımların temelinde, yukarıda söz etmeye çalıştığımız, sahip olunan imkânlara emanet bilinciyle yaklaşılması yerine o imkânların mülkiyet edinilmeye kalkışılması yanlışının olduğunu ifade edebiliriz.

Zira emanet bilinci, hakkaniyet, adalet, merhamet, paylaşım gibi değerleri beslerken, mülkiyet iddiası tekelciliği, dışlayıcılığı, ben veya biz merkezciliği doğurmaktadır. 

Demek ki İslami çalışma gruplarında yer yer gözlemlenen ve İslam’ın bize öğrettiği iktidar ahlakına asla mutabık düşmeyen ben veya biz merkezli yaklaşımların izale edilebilmesi ve daha kuşatıcı, İslam’ın büyük kardeşlik öğretisi ve buna dayalı dayanışma/yardımlaşma tutumunu aktif kılacak yaklaşımların öne çıkabilmesi için, öncelikle çalışma gruplarımıza, kurum ve kuruluşlarımıza mülkiyet iddiasıyla bakmaktan vazgeçip, emanet bilinciyle yaklaşmayı öğrenmemiz gerekir.

Bu yaklaşımı esas aldığımızda, Rabbimizin İslami dâvet çalışmaları noktasında bize bahşettiği imkânların tekelleştirilmesini doğuran, “Benim cemaatim / bizim cemaatimiz, benim vakfım-derneğim / bizim vakfımız-derneğimiz, benim dergim / bizim dergimiz” gibi sığ ve sığlaştırıcı bakış açısı yerine, “Müslümanların cemaati, Müslümanların vakfı-derneği, Müslümanların dergisi” şeklindeki kuşatıcı, kardeşleştirici bakış açısını aktifleştirmek mümkün olacaktır.

Bu bakış açısı, İslami çalışma grup ve kuruluşlarını aynı nehre doğru akan mütevazi dereler olarak konumlandırmayı ve böylece tefrikanın önüne geçip, kardeşlik ve dayanışma anlayışını güçlendirmeyi doğuracaktır.

Emanet bilincinin esas alınmasıyla, yapılanma ve işleyişte adalet, meşveret, ehliyet, merhamet, kanaat ve paylaşım gibi Kur’ani ilkelerin belirleyici kılınması mümkün olacaktır. Bu da, ben veya dar klikçiliğe dayalı biz merkezci sığ ve sığlaştırıcı işleyişler yerine, İslam dâvâsının gerektirdiği şekilde kuşatıcı, kardeşleştirici örneklikleri doğuracaktır.

Bugün bu hususta yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz sorunların temelinde, İslami çalışma zeminleri ve müesseselerinin tüm Müslümanların ortak zemin ve müesseseleri olduğu kavrayışının zayıflatılmasıyla, bu zemin ve müesseseleri kişi veya dar kliklerin mülkiyetinde görmeye başlamak ve böylece paylaşım, dayanışma ve ortak zeminler inşa etme bilincinden uzaklaşılmış olması yatmaktadır diyebiliriz.

Evet, Rabbimizin bize nasip ettiği İslami çalışma zemin ve müesseselerimize bir Müslüman için asla söz konusu olmaması gereken mülkiyet iddiası üzerinden değil de, emanet bilinci çerçevesinde baktığımızda, birbirimizi bugün olduğu gibi kolaylıkla ötekileştirip dışlamaz, kendi çalışma grubu ve müessesemizi mutlaklaştırma ve merkezileştirme yanlışına düşmekten imtina eder, kendimize gettolar oluşturma sığlığına düşmeyiz.

Emanet bilinci, İslam dâvâsının belli bir çalışma grubu veya kesimin değil, tüm Müslümanların ortak dâvâsı olduğu gerçeğini bize fark ettirecektir ki, yeryüzünde fitnenin/bâtılın ortadan kaldırılıp hakkın egemen kılınması gibi büyük, ağır bir iddiayı(6) bir veya birkaç çalışma grubunun üstlenmeye kalkışması zaten akıl kârı da değildir.

Bir binanın doğru inşası ve sağlamlığının her şeyden önce temelinin doğru atılmasına bağlı olması misali, İslami çalışmaların da emanet bilinci temelinde inşa edilmesi ve bu bilinç üzere yürütülmesi, bu mikro iktidar alanlarında kuşanılması gereken iktidar ahlakının tesis edilip işlevsel kılınması açısından elzemdir.

Bu yapıldığında, iktidar ahlakı noktasında yaşanan zaafların ana sebeplerinden birini teşkil eden hiyerarşik yapılanma sorunu yerine, Rabbimizin öngördüğü ve Rasulullah (a.s.)’ın da, gerek Mekke’deki cemaat ve gerekse Medine’deki cemiyet yapılanmasıyla müşahhaslaştırdığı saf düzeninde yapılanma işlerlik kazanacaktır ki, iktidar ahlakının temel umdeleri olan hakkaniyet/adalet, paylaşım, ehliyet, meşveret, kanaat, merhamet gibi hasletler belirleyici umdeler haline gelsin.

Aksi halde, bugün yaygın olduğu üzere, “Şu kişinin cemaati”, “Bu kliğin vakfı/derneği/dergisi” gibi, bütününü oluşturan cüzler olmak yerine, bütünden kopuk, her biri kendi kendine bir bütünü teşkil etme görüntüsü veren ve bu anlamıyla Rabbimizin bizi nehyettiği tefrika halini ifade eden durumunda kalmayı sürdürürüz. Ki bu durumun dünyada da âhirette de ziyan sebebi olduğu ortadadır.

Dünyada ve âhirette ziyan sebebi olacak bir hususun söz konusu olduğu bir durumda da çözüm aramamak, bu durumun dünyada ve âhirette kazanmayı doğuracak hale tebdili için gayret etmemek, Müslümanlar için düşünülebilecek bir tercih değildir.

İnşallah bir sonraki yazımızda, iktidar ahlakına dair söz konusu ettiğimiz Kur’ani umdelerle ilgili Rabbimizin beyanlarına ve bu umdelerin Rasulullah (a.s.)’ın örnekliğindeki izdüşümlerine dair değinilerle konuyu toparlamaya çalışacağız.

 

(1) “Hiçbir şey hakkında, ‘Bunu yarın yapacağım’ deme. Ancak, ‘Allah dilerse’ (de). Unuttuğun zaman Rabbini an ve de ki: Umulur ki Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya iletir.” (Kehf, 18/23-24)

(2) “Muhakkak ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet muhakkak ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah, 94/5-6)

(3) Bkz: Nisa, 4/105; Maide, 5/48, 49, 50; Câsiye, 45/19 vb.

(4) Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IX, Sh. 195

(5) Bkz: En’am, 6/165; Yunus, 10/14; Fatır, 35/39 vb.

(6) Bkz: Bakara, 2/193; Enfal, 8/39

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *