Gözyaşlarımızın Coşkusundan Doğar Suretlerimiz

Gözyaşlarımızın Coşkusundan Doğar Suretlerimiz

Paylaşmayı murad ettiğimiz bir sanat eserinin kendi doğallığındaki seyri de böyledir. Dertlerimizi menfaatimizin oyuncağı haline getiriyorsak, sanatımıza da gölge düşürüyoruz demektir. Dertlerimizi onların belirlediği normlara göre uyarlamaya çalışıyorsak, sanatımıza da gölge düşürüyoruz demektir. 

Kendimizi Aramaklar Yolculuğu-11

(Fotoğraflar, yazı ve şiir: Mehmet Akif Coşkun)

Gemiler limanda emniyettedir. Fakat gemiler limanda durmak için yapılmamıştır.
Paulo Coelho

Ağlamanın ilmi olmaz

Kimseye bir şey anlatma derdinde olmadım. Kimseye kendimi ispat etme çabası gütmedim. Bir çevre edinmek, takdir edilmek, makam edinmek gibi ihtirasım asla olmadı. 

Elimizden bir şeylerin zuhur ettiği inancını taşıyorsak, doğaldır ki  paylaşma gereği hissederiz. Yani bir eser paylaşma gayesiyle yapılmaz. Fakat eser gözlerini dünyaya açtıktan sonra paylaşılmayı murad etmesi eserin doğasında vardır. Dolayısıyla eseri paylaşma gayreti bir hırsa dönüşmediği müddetçe kendi doğallığı içinde seyreder. Kendi doğallığı içinde seyrettikçe alabileceği tenkitler doğrultusunda olgunlaşır.  Eseri paylaşma gayreti hırsa dönüştüğü andan itibaren kendi kanında boğulmaya başlar. O eser artık piyasa eseri olmuş, piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda harcanıp tarih çöplüğünde  yerini ayırmıştır.

Aslında paylaştığımız her ne ise, içimizde kümelenen dertlerimizin çeşitli vesilelerle suret bulmasından başka bir şey değildir. Sokakta mendil satan bir çocuğu gördüğümüzde ondan mendil satın almaya bizi iten şey, mendile olan ihtiyacımız değildir. Mendilin o çocuğun nemli elleriyle kendini pazara çıkarmasıdır bizi asıl dert sahibi kılan. Biz o mendili satın alırken çocuğun avucuna sıkıştırdığımız şey aslında o mendilin maddi bedeli değildir. Kendi derdimizin karşılığıdır. Bir mendil kaç paradır? Derdimiz bu kadar ucuz mudur? Mendilin karşılığında verdiğimiz ne kadar çoksa derdimizin büyüklüğünü de onunla ölçebiliriz. Mendil satan çocukları hafife almayın. 

Paylaşmayı murad ettiğimiz bir sanat eserinin kendi doğallığındaki seyri de böyledir. Dertlerimizi menfaatimizin oyuncağı haline getiriyorsak, sanatımıza da gölge düşürüyoruz demektir. Dertlerimizi onların belirlediği normlara göre uyarlamaya çalışıyorsak, sanatımıza da gölge düşürüyoruz demektir. 

Hepimizin dünyası birbirinden farklıysa ve hepimiz bu dünyaya farklı gözlerden seyir ediyorsak, bu vech ile bakışlarımız farklı ahenkler içerisinde suret buluyorsa, o halde neden adına sanat dediğimiz bu  hakikati kavramsallaştırıp belli bir alanın tahakkümünde kısırlaştırıyoruz?

Bırakın herkes istediği gibi ağlasın. Kimi gözyaşlarını gömleğine siler, kimi peçesine. Kimi avuçlarına akıtır, kimi boşa. Bunun ne önemi var? Görgü kurallarından bize ne? Mühim olan o gözyaşların menbağı değil midir?

Bu sebeple içimden geldiği gibi ağlıyor, içimden geldiği gibi müdahil oluyor ve hislerimin gözyaşlarıma verdiği istikamet doğrultusunda suretini oluşturuyorum.

Taş olma ama taşa çalın

Taşa çalınmayı göze alabilir, taş olmaya müstehak olanın hayatta kalması adına. Onun taş olup hayatta kalması taşa çalınmamızı icbar eden asıl şey olduğunu bilmemiz gerek. Onun varlığı ile benim varlığım doğru orantılıdır. Doğru kendini ancak yanlışın varlığı ile gösterebilir. 

Taşa çalınmanın akıl ve mantıkla izah edilemiyor oluşu onun anlamsız olduğunu göstermez. Kararlarımızın arkasında bazen akıldan/mantıktan daha ağır şeyler vardır. Sorgulanamazdır. Sorgulanması boşunadır. Nietzsche’nin, sokakta çukura düşmüş bir at arabasını atın yaralanmış haline aldırmaksızın sahibinin ona eziyet ederek arabayı çıkarmaya çalışmasına kayıtsız kalamayıp atın sahibini sertçe uyarması mukabilinde adamdan aldığı darbe sonucu günler sonrasında ölmesinin mantıkla izah edilemez bir şey olduğunu Ali Şeriati şöyle izah eder; “Bu mantıklı yahut mantıksız bir davranış değil, mantık dışıdır; mantığın, mantıklı yorum yapmanın ötesinde bir iştir. İşte ahlak ve aşk da böyledir. İhtiyaçlarımızdan birini karşılamak için bir seçim yapar, bizi sevmesi için birini sever veya ihtiyaçlarımızdan birini giderir ya da onun sevgisi bize bazı imkanlar sağlar  diye birine sevgi beslersek, yaptığımız şey, gerçekte olsa olsa bir alışveriştir. Aşk ise her şeyi bir amaç uğruna elden çıkarmak ve karşılığında hiçbir şey, hiçbir ödül istememektir.” 

Hayat serüvenimiz, kendisiyle sürekli oyalandığımız bir yumak gibi. Anlam vermekte zorlandığımız bu serüvene neden anlam katma gereği hissederiz? Anlam katmadan anlaşılamaz mı? İnsan, o resim kararmadan kurtarmalı kendini üzerine lekelenen bu bunalımdan.

Hatırında hesabım tükenmediyse yaslayıver eteklerini göğsüme.

Dağ gönlüne yıkılacak diye arizona ormanlarında kanatlarını çırpmaya ihtiyat eden bir kelebek gibi usulca ve sessizce sığınırım dağıma yine, bir geminin limanına sığındığı gibi. Geminin limanda emniyette olduğunun ve fakat geminin limanda durmak için yapılmadığının farkındayızdır elbet. Yine de liman gemi için bir sığınaktır. Uzun ve sıkıntılı yolculukların akabinde bir nefes alabilmek ve ardından tekrar yola koyulabilmek için omuzunu yaslayabileceği bu liman onun kutsalıdır. Bir insan için, en azından benim için bir dağ da aynı hüviyete sahiptir. Omuzumu yaslayabileceğim, olduğum gibi tüm kirim ve pasımla eteklerine sığındığım dağımın adını tevbe dağı koymam boşuna değil. Tevbe dağımla ilk tanış olduğum yıllarda günlüğüme düştüğüm notlar geliyor aklıma: 

“Şimdi bu şehirdeyim. Mutsuz olduğum söylenemez. Fakat yine de içimde bir burukluk taşıyorum. Belki de bir endişe. Özlemlerimin içinde yoğrulmuş bir endişe taşıyorum içimde. Hayatımda yeni bir sayfa açmanın ne kadar ağır bir bedeli olduğunu şimdi yaşayarak öğreniyorum.  Tanımadığım yüzler, tanımadığım sokaklar, tanımadığım hava, tanımadığım gece. Her biriyle ayrı ayrı tanışacak ve birer birer geçmişimin tohumlarını ekmeye başlayacaktım.  

Büyük şehirlerden hep oldum olası korkmuş ve kaçmışımdır. Terkettiğim şehir bu şehrin onda biri kadardı ve oldukça sakindi. Ruhuma iyi gelen tek yanı buydu belki de. Sessizliğe alışmış ve ondan bereketini çıkarabilme şuuruna ermiştim. Sessizliği ünsiyet edinmiş bir kimsenin kalabalığa alışması kolay değildir. Gelmeyi göze aldıysam eğer, bu şehirle  kurmaya çalıştığım bağlardan koparacak tüm etkenlerden elimden geldiğince kaçınmam gerekti. 

Büyük şehirlerden hep korktum. Kalabalıklardan hep kaçtım. Fakat şimdi büyük bir şehirdeydim ve bu kalabalığın içinde yapayalnız. Gecenin bir yarısı arşınladığım sokakları şemsiyesi altına alan o hakikatin varlığı bana bir şeyler anlatmaya çalıştığını seziyordum.  Keşke diyordum her şehrin bir dağı olsa da o şehrin insanlarına da bu hakikat esiverse yüreklerine. Her dağ içinde büyük bir yalnızlığı taşıyordu ve  bizlere yani küçük yalnızlıklarımıza şemsiye oluyordu.  Bu minvalde hepimiz bir dağın yansımasıydık belki de.  

Henüz buralarda bir geçmişim yok belki ama ümidimi ve sabrımı  bu dağa ama sadece bu dağa borçlu olduğumu söylemeliyim. Ona her baktıkça içimdeki korkularımı hafifletiyorum.  Biliyorum daha henüz yeni tanış oluyoruz. Bir dağla ünsiyet kurmak kolay değildir. Dağın güvenini kazanmak bizim elimizde. Dost olmanın kolay olduğunu kim söylemiş. Olacak diyorum. Bu şehirde geçmişimin izleri karşılığını bulacak. Ve bu dağ beni de bağrına basacak.

Sokaklarını arşınlayarak gecenin sonunu getirdiğim ve yavaş yavaş güneşin doğduğu bu şehirde yönümü o dağa çeviriyorum. O dağın sahibine şükrümü tazeleyerek ilk defa bir dağa derdimi paylaşıyorum. Bir gün duyacak beni biliyorum. Bir gün yaslayacak eteklerini göğsüme. ”

sen beklemedin beni
ben yine de bekliyormuş gibi ihmal ettim
ben gizli bir aşığınım
sezmesin turnaların bile.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *