Hatıralar Eşliğinde, Ahmed Kalkan Hocaya Tanıklığım

Hatıralar Eşliğinde, Ahmed Kalkan Hocaya Tanıklığım

“Yakından tanıyanlar olarak bizler, onun Allah’tan ve O’nun din-i mübininden râzı olduğuna, bu rıza üzere yaşayıp, imtihanını bu hal üzere neticelendirdiğine tanığız.”

Şükrü Hüseyinoğlu

Rabbimiz, Fâtiha sûresinde biz kullarına sırat-ı müstakim duasını talim ederken, kendi dosdoğru yolunu “kendilerine nimet verilenler” olarak nitelediği kullar üzerinden müşahhaslaştırmaktadır. “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verilenlerin yoluna”(1) ifadesiyle, kendi müstakim yolunu, o yola ittiba ederek hayatlarında somutlaştıran insanlara nisbetle tanıtmaktadır. Fâtiha sûresindeki bu beyanların tefsiri olarak da, Nisa sûresi 69. ayette, kendilerine nimet verilenlerin Nebiler (a.s.) ve onların izlerini sürdüren sıddıklar, şehidler/şahidler ve sâlihler olduğunu bildirmektedir:

“Kim Allah’a ve Rasul’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği Peygamberler, sıddıklar (doğrular), şehidler/şahidler ve sâlihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar.” (Nisa, 4/69)

Bu Rabbani beyanların bize evvelemirde hatırlattığı husus, sırat-ı müstakimi kavrayıp ona ittiba etme noktasında, Nebiler ve onların izini takip etmiş ve takip etmekte olan sâlihlerin müşahhas örnekliklerinin önemidir. Zira Allah’ın dini, hayata hitap etmekte, hayatı ihya ve inşa etmeyi gaye edinmektedir. Bu itibarla Allah’ın dininin nasıl yaşandığına, hayat alanlarında, mücâdele sahalarında nasıl temsil edildiğine dair somut örneklikler çok önemlidir.

Nitekim Kur’an’da yer alan Peygamber kıssaları ve çeşitli sâlih kulların örnekliklerine dair anlatımlar da bu gayeye matufturlar. İnsanlar için en güzel örnekliği teşkil eden (2) Peygamberler ve onların izini takip etme bilinç ve çabası içinde olan sâlihlerin, vahyin öğretileri üzere ortaya koydukları örneklikleri gündeme getirerek, vahiyde zikredilen ölçülerin nasıl yaşanacağını, müşahhas olarak ete-kemiğe nasıl büründürüleceğini onların örneklikleri üzerinden beyan etmektedir.

Dolayısıyla İslami öğretimde ve Müslüman şahsiyetin eğitiminde, vahye ittiba üzere bir hayat yaşamış sâlihlerin örnekliklerini gündeme getirmenin yeri tartışılmazdır. Şahsen bu bilinçle, istikamet üzere örnek bir hayat yaşamış, tevhidi çizgide sebat ederek Rabbine şahidlik/şehidlik üzere kavuşmuş olan muvahhid bir âlim, örnek bir mü’min olan Ercümend Özkan ağabeyin örnek mücâdelesini, yukarıda söz konusu ettiğim Kur’ani gerekçeyle gündemde tutmak gerektiğini hep ifade etmiş, elimden geldiğimce bu konuda bir çaba içinde olmuşumdur.

Geçtiğimiz ay, tedavi gördüğü hastanede vefat eden Ahmed Kalkan hocanın da, istikamet üzere sebat eden, şahidlik/şehidlik üzere yaşayıp o hal üzere Rabbine kavuşan bir mü’min, duruş sahbi bir âlim olduğuna, ardında güzel ve örnek yaşanmışlıklar bıraktığına, kendisini yakinen tanıma imkânı bulmuş bir kimse olarak tanıklık etmekteyim. Ona vefamın bir parçası olarak kaleme alma ihtiyacı duyduğum bu makalede, birebir tanıklığıma dayanan kimi yaşanmışlıkları aktarmaya ve inşallah böylece onun daha iyi tanınmasına katkı sağlamaya çalışacağım.

Ahmed hoca gerçekten son derece hasbi, muhlis, muhsin, muttaki bir mü’mindi. Fedâkardı, Allah için yaşama bilinciyle hareket ediyordu. Onun hayatının özetini, tüm mü’minlerin hayatının özeti olması gerektiği üzere En’am sûresi 162. ayetin tefsiri olarak niteleyebilirim. 2012 yılında bir grup mü’minle birlikte yaptığımız umrede, Mekke ve Medine’de kendisiyle oda arkadaşlığı yapmıştık. Orada kendisini daha da yakından tanıma imkânım olmuştu.

Onunla, hasbilik ve rıza-i İlahi temelindeki hakikaten örnek diyebileceğimiz içtenlikli, nitelikli, kaliteli dâvâ arkadaşlığımız, maalesef son birkaç yıl içinde ikimizin dışında, hasbilik yerine hesabiliği öne çıkaran kimi gelişmeler sebebiyle zaafa uğramıştı. Ferdi planda görüşmelerimiz, birbirimize muhabbetimiz devam etse de, maalesef önceki yaklaşık on yıllık yakın irtibat artık yoktu. Ahmed hocada sonuna kadar var olduğunu bildiğim “Büyük olsun hepimizin olsun” geniş yürekliliği ile devam eden yakın dâvâ arkadaşlığımız, onun ve benim dışımızdaki “Küçük olsun benim olsun” mantığının sürece galebe çalması neticesinde zayıflamıştı. Şimdilerde, onu ikimizden kaynaklanmayan böyle bir mesafeli dönemde kaybetmiş olmanın acısı da yüreğime bir kor misali işlemiş oldu.

“Hocam gelip sizi araba ile alalım” dediğimizde kabul etmeyip, onca hastalığına rağmen ta Ümraniye’den Şirinevler’e toplu taşıma araçlarıyla gelirdi sohbetlere. Bu adanmışlığı ve fedakârlığı ile hakkında tanıklığımı hep “yaşayan bir sahabi” olarak yaptığım örnek bir mü’min, istikamet üzere bir âlimdi. Kitaplarının girişine yazmış olduğu, dileyenlerin izin almadan çoğaltabileceği, korsan baskılarını dahi yapabileceği notu, Kur’an’da bize öğretilen temel ilke olan ve Peygamberlerin dâveti çerçevesinde de hep dile getirilen, dâvet karşılığında bir ücret talep etmeme,(3) dâvet yükümlülüğünü ücretini/ecrini ancak Allah’tan bekleyerek yerine getirme bilincinin güzel bir ifadesini teşkil etmiştir.

İnandığı doğruları net şekilde ifade etmeyi önemsediği gibi, zaman zaman nükteli konuşmaktan ve espiri yapmaktan da geri durmazdı. Kur’an Nesli İlim Merkezi’mizdeki bir sohbette, istikamet krizine dikkat çekip Müslümanları yeniden istikamet bilincine çağıran bizleri eleştiren çevrelerin bizlere yönelik “oturdukları yerden ahkâm kesiyorlar” söylemi ile ilgili olarak “Bunu bana söyleyemezler. Birincisi benim soyadım Kalkan, ikincisi ben oturduğum yerden değil, rahatsızlığım sebebiyle genelde ayakta konuşurum” demişti. Bu anlamlı esprisiyle bizleri tebessüm ettirmişti. Hakikaten de o hep ayakta oldu, kıyam üzere yaşadı ve o hal üzere şahidliğini yaparak Rabbine döndü.

Geleneksel algıları mutlaklaştırmayan, kendisini Kur’an’la yenileyen bir âlimdi. Kendisini ilim merkezimize ilk dâvet edişimiz, sanırım 2010 yılı Ramazanıydı. İftar öncesi bir sohbet ve ardından iftar ikramımız vardı. Ahmed hocanın sohbetini dinledik ve ardından hep birlikte bir arkadaşımızın evinin terasında iftara geçtik. Yer sofrasındaki iftar sırasında, bir arkadaş hocayla hararetli bir tartışmaya girişti. Konu Rasulullah’ın şâri (şeriat belirleyici) olup olmadığıydı. Elbette bizlerin kanaati şâriliğin (şeriat belirleme vasfının) ancak yegâne hak ilah, rab, hâdi, hakem olan, hükmün kendisine has olduğu (4) ve hükmüne kimseyi ortak etmeyen (5) Allah’a has olduğu idi.

Ahmed hoca, Rasulullah’ın da şâri olduğunu savunuyor, arkadaşımız bu yaklaşımı hararetli olarak eleştirip aksini savunmaya çalışıyordu. Yanyana olduğumuz halde, ben hocayı ilk defa dâvet etmiş olmamız hasebiyle tartışmaya girmek istemiyordum. Arkadaş tartışmayı hocayı da yoracak şekilde devam ettirince müdahale etmek gereği duydum, mealen her iki tarafın da sözünü söylediğini, hocayı daha fazla yormanın anlamı olmadığını söyledim.

Aradan yanılmıyorsa iki veya üç yıl geçmişti. Ahmed hocayı bir başka dâvetimizde, hoca konuşmasında Rasulullah’ın şâri olup olmaması konusuna da değinmiş ve şâriliğin ancak Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsus olduğunu vurgulamıştı. İlginçtir, sohbet sonrası soru-cevap bölümünde dinleyici arkadaşlardan biri sözü almış ve hocanın bu ifadelerini eleştirerek, Rasulullah’ın şâri olduğunu savunmuştu. Tâbi Ahmed hoca ona gereken cevabı vermiş, delillerini serdetmişti.

Bir konuda kendisine Kur’an’ın doğruları hatırlatıldığında onlara duyarsız kalmayan, gündemine alıp gerekli tashih çabasını gösteren bir âlim olduğunu, Kur’an Nesli İlim Merkezi’nde birkaç yıl arayla tanıklık ettiğimiz bu iki hatıra çok iyi ifade ediyor olsa gerek.

Bir gün sohbet sonrası hocayı Şirinevler durağına uğurlarken, Kur’an Kavramları Ansiklopedisi adlı eserine dair bazı kanaatlerimi dile getirip, “Hocam, eser bu haliyle bir kısım sorunlu yaklaşımlar içeriyor. Kur’ani açıdan bir tashihten geçmesinde fayda var” mealinde bir talepte bulunduğumda, eserine dair savunmaya geçmek yerine, talebime olumlu yaklaştı ve bu işi yapabilecek bir tanıdığımın olup olmadığını sordu. Ortak tanıdığımız ve iyi bir kitap okuyucusu olan İlyas Metin abi aklıma geldi ve belki onun bu çalışmayı yapabileceğini söyledim. Olumlu bakınca, İlyas Metin’i aradım. O da olumlu bakınca, çalışma başlamış oldu. Bildiğim kadarıyla altı aylık bir çalışmayla, ikisinin karşılıklı müzakereleri sonucu 10 ciltlik eser, Kur’ani çerçevede tashih ile 7 ciltlik bir hacme düşürülmüş oldu. Eserin bu yeni haliyle yayınını Kalem-Der’deki kardeşlerimiz yapacaklardır diye düşünüyorum.

2012 yılında, içinde Ahmed hocanın da olduğu bir grup Müslümanla birlikte Umre ibâdetini gerçekleştirmek nasip oldu. Ahmed hoca ile oda arkadaşlığı yaptım. Umre sırasında hastalıkları nüksetti, ciddi sıkıntılar çekti. O ağır hastalık ve sıkıntılar içinde kulluk görevlerini aksatmamaya özen gösteriyordu. Bizimle birlikte Hira’ya çıkmış, fakat hastalığının nüksetmesi sebebiyle Sevr’e çıkamamıştı. Hira’dan indiğimizde, hemen dağın dibinde bize mango suyu ısmarlamıştı. 

Medine’de de bir gün hoca küçük bir karpuzla odaya gelmişti. O, bir akrabam ve ben odada üç kişiydik. Arabistan’ın o sıcağında karpuz yeme sevinciyle bıçağı vurduğumuzda, içi bembeyaz bir karpuzla karşılaşmıştık. Hoca demek ki iyi bir kapuz seçicisi değildi, fakat her fırsatta sevdiklerine ikramda bulunma gibi çok güzel bir hasletine tanıklık ediyorduk.

Ahmet hocanın dilinden, Ercümend Özkan ağabeyle ilgili bir hatırasını aktarmak istiyorum. “Ercümend abiyle onun bir Hollanda ziyareti sırasında sohbet etme imkânımız olmuştu. Bana ‘Ahmet kardeşim, sence ikimiz arasında yüzde kaç mutabakat vardır’ diye sormuştu. Ben mutabakatımızın yüzde 60 civarında olduğunu söyleyince, Ercümend abi ‘O halde biz niçin ayrı çalışma yapıyoruz. Birlikte çalışmamız lazım’ demişti.” 

Bugün ikisi de yaşamış olsaydı, Ahmed hocanın süreçte kazanmış olduğu Kur’an’ı merkeze alma, algı, bilgi ve yönelimleri Kur’an süzgecinden geçirip, onun sağlamasına tâbi tutma anlayışı ile, bu anlayışın Türkiye’deki öncüsü, buz denizindeki buz kıran gemisinin amirali konumunda olan Ercümend ağabeyin mutabakatları çok çok yüksek olurdu, ki muhtemelen birlikte hareket ettiklerine tanıklık ederdik.

Evet, hakikaten Ahmet hocanın gönlü, ilkelerde sebat esas olmak üzere son derece genişti. Anlattığı bu hatıradan, Ercümend ağabeyin de aynı hal üzere olduğunu görmekteyiz. Gelin görün ki, herkesin aynı gönül genişliğine sahip olmadığını, acı bir tesbit olarak ifade etmemiz gerekir. Şahsen, Müslümanlar olarak birbirimize karşı maskeli olmamamız, velâyet ilişkisine dayalı olarak doğrularımızı da yanlışlarımızı da birbirimize açık yüreklilikle ifade edebilecek, müteşabih değil muhkem konuşacak diyalog biçimine sahip olmamız gerektiğine inanıyorum. Birbirimizle ilişkilerimizi hesabilik üzerine değil, hasbilik üzerine kurmamız icap ettiğine kaniyim. Zira aksi durum sorunlarımızı çözmüyor, bilakis daha da çözümsüz hale getiriyor.

Birkaç yıl öncesiydi, 10 yıllık uzun ve meşakkatli bir ortak hareket süreci ardından, bölgesel daha küçük bir birlikteliğe yönelinmesi sonrası genel birliktelik konusunda bir irtibatsızlık durumu oluşmuştu. Bu durumla ilgili olarak Ahmed hocaya ve ilgili bir ağabeye mail atmıştım. Ertesi günü Ahmed hoca büyük bir incelik ve fedakârlık göstererek onca yoldan beni ziyarete gelmişti. Benim, sitem de içeren mesajımı haklı bulmuş olacak ki, “Arkadaşlarla görüşeyim, bundan sonra birlikte çalışmaya başlayalım”  dedi.

Kısacası, artık belli konularda ortak hareket etmenin ötesinde, birlikte hareket etmekten söz ediyordu hoca. Ben de bunu olumlu karşılayıp, süreci birlikte götürdüğümüz ağabeyle de bu konuyu birlikte konuşup hep birlikte hareket etme görüşümü ifade ettim. Buna da olumlu yaklaştı ve birkaç gün sonra, Ahmed hoca, bölgesel birliktelik kurdukları arkadaş, ilgili ağabey ve ben bir araya geldik.

O buluşmada birliktelik yönünde adım atılacağını beklerken, önüme “İktibas dergisinde yazdığım, İktibas’ın hadis konusunda farklı yaklaşımı bulunduğu” hususu konuldu. Bu, Ahmed hocanın şerhi olamazdı, zira 10 yıllık bir ortak hareket sürecimiz vardı ve birkaç gün önce artık birlikte hareket etme teklifi kendisinden gelmişti. Tabi ben bu duruma şaşırdım, o güne kadar gündeme getirilmeyip tam sürece nokta konulacak iken ortaya atılan bu tür “şerhlerin”, aslında birlikteliği istemeyen herhangi bir aktör tarafından ortaya sürülen bir manevra biçimi olduğu yorumunda bulunarak, doğal bir birlikteliğin olmayacağı kanısıyla bu konuyla ilgili müzakere şartını, yaptığım kişisel değerlendirmede anlamsız ve dahası hâlis niyetten uzak bulduğum için sürecin devamı gelmedi. Zira 10 yıllık süreç yaşamıştık ve müzakere ve mutabakat kısmı çoktan geride kalmıştı. Süreçle tamamen tezat teşkil eden bu “şerhin” yanı sıra, bir tarafın bu birlikteliği çok da istemediğine dair başka karineleri de göz önüne aldığımda, süreci daha fazla zorlamanın anlamı olmadığına kani oldum. Orada sadece, İktibas dergisinin hadisler konusundaki tutumunun toptan kabul ve toptan reddi yanlış bulup, tıpkı öncü sahabiler gibi, hadislerin Kur’an’a arzı usulünü esas alan bir yaklaşım olduğunu hatırlatmakla yetindim.

Ondan sonrasında biz Ahmed hocayla ferdi olarak görüşmelerimizi sürdürdük, zaman zaman ”Aziz kardeşim, uygun görürseniz sitenizde yayınlanmak üzere” inceliğiyle gönderdiği yazılarını, “Memnuniyetle muhterem hocam” cevabıyla, İslam ve Hayat sitemizde yayınlamayı bir kardeşlik görevi bildim. En son, vefatından bir ay önce “Dinsiz Devlet mi Olur Be Hey Şaşkın?” başlıklı makalesini göndermişti, yine aynı incelik taşıyan ifadelerle ve o yazıyı da okuyucuların istifadesine sunmuştuk.

Tedavi için Avrupa yakasına geldiğinde ara sıra bana uğrardı. İletişim fakültesi mezunu, gazetecilik tecrübesi bulunan, 12 kitap kaleme almış bir Müslümanın, geçimini sağlamak için gıda işi yapmak durumunda kalması belli ki ağırına giderdi. Çeşitli yayınevlerine başvurmama rağmen bir türlü bulamadığım tashih-redakte işi konusunda, Rabbimizin izin ve inayetiyle bana güzel bir kapı açmıştı, üç-dört ay önce. Kısacası benim durumumu kendisine dert edinip çözüm arayışına girmişti ve güzel bir çözüm de üretmişti. O hakikaten tam anlamıyla bir gönül insanı idi, Allah için yaşayan, Müslümanlar, mazlumlar için dertlenen bir dâvâ adamıydı.

Yakından tanıyanlar olarak bizler, onun Allah’tan ve O’nun din-i mübininden râzı olduğuna, bu rıza üzere yaşayıp, imtihanını bu hal üzere neticelendirdiğine tanığız. Rabbimizin de, kendisine sadakat üzere sebat etmiş olan, istikamet sahibi bu güzel âlimden râzı olacağını ummaktayız.

Dipnotlar

(1) Fâtiha, 1/6-7

(2) Bkz: Ahzab, 33/21; Mümtehine, 60/4, 6

(3) “İşte o Peygamberler, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu (Kur’an) âlemler için ancak bir öğüttür.” (En’am, 6/90); “(Nuh dedi ki:) Bu dâvetime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.” (Şu’arâ, 26/109); “(Hûd dedi ki): Ey kavmim! Ben, ona (peygamberliğe)  karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Hala aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Hûd, 11/51) vb âyetler.

(4) Bkz: Yûsuf, 12/40

(5) Bkz: Kehf, 18/26

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *