İslam’ın İhmal Edilen Şartı: Ahlak

İslam’ın İhmal Edilen Şartı: Ahlak

İktibas Dergisi canlı yayınına konuk olan Ankara Üniversitesi İlahiyat fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Akif Koç, ahlak konusunu işledi, ahlak-iman ilişkisine dikkat çekti.

İki haftada bir İktibas Dergisi Youtube kanalı üzerinden canlı yayınlanan programların bu hafta konuğu Prof. Dr. Mehmet Akif Koç oldu. Ahlak konusunu merkeze alan bir konuşma yapan Koç, imanın kolayca ve birkaç dakika içinde, hatta anlık olarak edinilebilir bir şey olarak görüldüğünü, ancak imanın bir şartı olarak ahlakın, sürekli teyakkuzda olmayı gerektiren ve ömür bitene kadar da devam eden bir gereklilik olduğunu vurguladı.

İmanın şartlarının ahlaklı olmayı kapsadığına, dolayısıyla imanı muhafaza edebilmek için ahlaklı bir yaşam sürdürülmesi gerektiğine, Kur’an’ın da bunu emrettiğine dikkat çeken Koç, bugünün dünyasında modern insan tipolojisinde önemli bir bozulma olduğunun altını çizdi. Mustafa Bozacıoğlu’nun moderatörlüğünde yapılan ve saat 21’de başlayan program yaklaşık bir buçuk saat sürdü.

Programda Üzerinde Durulan Konular:

  1. “Ahlak İmandan Bir Cüz Müdür?”
  2. Kur’an Covid 19 Hakkında Ne Söylüyor ve Ne Söylemiyor?

Prof. Dr. Mehmet Akif Koç’un konuşmasının tam metni şöyle:

Ben konuşmaya bir soruyla başlamak istiyorum. İslam tarihinin parlak dönemlerinde yaşayan  ulemaya baktığımızda önceliği ihtiyaca verdiklerini görürüz. Mesela ilk üç asırda  ne zaman ne gerekiyorsa hemen orayı doldurmaya çalışmışlar. Buradan hareketle, bizi seyreden, dinleyen dostlarımızın kendi kendilerine bir soru yöneltmelerini istiyorum. İslam dünyasına bakarak, yani 1.7 milyar Müslümana bakarak, o Müslümanların ve İslam dünyasının bütün dünyada bıraktığı izlenimi dikkate alarak en fazla neye ihtiyacımız var dediğimde bir sürü şey söyleyebilirsiniz. Ama sadece bir kelime söylemenizi istediğimde bir tek kelime, o zaman ne söylerdiniz diye bir düşünür müsünüz lütfen? Ben bu soruyu kendime uzun süredir soruyorum.

Bir sürü şey sayabilirsiniz İslam dünyasında hatta dünyada, ama tek bir şey söylemek isteseydiniz ne söylerdiniz? Ben bunu çok uzun süre düşündükten sonra ahlak cevabını verdim.

Peki, neden böyle düşünüyorum acaba? Benim böyle düşünmeme vesile olan, yaşadıklarım, doğduğumdan itibaren karşılaştığım olaylar, basın aracılığıyla gördüklerim, birçok İslam ülkesindeki tecrübelerim, bana niye acaba ahlak dedirtiyor? Ahlak neden zihnime en önce geliyor diye sorguladığımda yine kendimce birkaç tane cevap buldum: Herhalde dedim en zor olan en önce terk ediliyor: Ahlak.

Şöyle düşünün: Mesela beş vakit namaz kılıyorum, günde bir saatimi alıyor, bunun dışında namazla ilgili hiçbir şey yapmıyorum. Oruç, senede bir geliyor mübarek Ramazan. İslam’ın, Kur’an’ın diğer ana konularını düşünüyorum hukuk veya muamelat kısmını, onlara da bir ihtiyacım tezahür ettiğinde yöneliyorum. Hatta ve hatta iman konusu, bunu hocalarımızla da tartışıyoruz, ben iman etmenin de çok kolay olduğu kanaatindeyim. İslam’ın iman tasavvurunun yüzde 100 akli olmasından kaynaklanan bir durum bu. Normal akıl sahibi birine -eğer aksi bir noktaya şartlanmadıysa- dünyanın neresinde olursanız olunuz basit yolla siz bir Allah’ı anlatmaya çalıştığınız zaman, acaba mı diyebilmesi lazım. İmam Mâturîdi’yi biliyorsunuz, ona göre, insan kendisine risalet ulaşmasa dahi, hiç dini duymasa dahi Allah’ın birliğine inanmakla yükümlüdür.

Ahlak, doğduğunuz andan başlıyor öldüğünüz ana kadar kesintisiz devam ediyor

Fakat ahlakı düşünmeye başladığınız zaman şöyle bir şeyle karşılaşıyorsunuz: Ahlak, doğduğunuz andan başlıyor tam öldüğünüz ana kadar hayatınızın hiçbir safhasında göz ardı edemeyeceğiniz bir değerler dünyasına hitap ediyor. Devamlı tetikte ve uyanık olmanız gerekiyor. Zamanı yok onun, beş vakit namaz gibi değil. Şimdi şöyle düşünün: Mesela ticaretle uğraşıyorum ve işler doğru düzgün giderken bir sene sonra öyle bir vakit geliyor ki küçücük bir yalan söyleyerek 500 bin lira daha fazla kâr edebilirim. Bakın işte bir sene boyunca karşılaşmadığım bir şey, ama o bir sene sonunda ne zaman neyle karşılaşacağımı bilmiyorum. Ahlak böyle bir şey. Özetle şunu demek istiyorum: Hayatın bütününe ilişkin sürekli müteyakkız olmayı, uyanık olmayı gerektiren bir şeydir ve bu nedenle mükellefiyetlerin bence uygulaması en zor olanıdır.

Mesela adalet konusu. Afedersiniz, Müslümanlar onu garnitür/fantazi cinsinden algılıyorlar. “Ey iman edenler, kendinizin, akrabanızın, yakınlarınızın, çoluk çocuğunuzun aleyhine de olsa adaleti kesinlikle tesis edin.” (Nisa Suresi, 135) Şimdi bu emir asgari beş vakit namaz gibi farz. Asgari dememin sebebi, üçüncü şahısları ilgilendiriyor. Namaz Cenab-ı Hakk’la senin aranda, ama adalet üçüncü şahısları da ilgilendiriyor. Şöyle bir durum düşünün: Ben bir makam sahibi olacağım, çocuğum, benim alımında söz sahibi olduğum bir işe başvuracak.   Ben çocuğumu değil ehliyeti haiz olan insanı tercih edeceğim. Dikkat edin,  Allah bunu -normal Müslüman davranışı olarak istiyor; fazilet olarak değil. Yani bunu yaptığım zaman iyi Müslüman değil; Müslüman oluyorum.

Yalan söylemek, namaz kaçırmak kadar rahatsız etmiyor

Mesela “Ey iman edenler, doğru değil dosdoğru konuşun.” (Ahzab Suresi, 70) Mesela bir vakit namazı kaçırdığım zaman tövbe etmediğimde, onu kaza etmediğimde rahatsız oluyorum 40 senedir namaz kıldığım için. Ama yalan söylediğimde ondan tövbe etmek hiç aklıma gelmiyor. Ama bu, en azından ‘namaz kılın’ ‘oruç tutun’ emri kadar emirdir, asgari öyle. Niye asgari diyorum ısrarla? Bakın bu söylediklerim hep üçüncü şahısları da ilgilendiriyor. Eğer yalanı söylemişsem ve bundan da bir şahsın zararı varsa, o durumda “Cenab-ı Hakk, siz ve o şahıs” devreye giriyor. Öbürü ise sadece Cenabı Hakk’la sizin aranızda olan bir şey.

Bütün bunlar beni Hicri ilk üç asırda -hepinizin malumu-, İktibas okurlarının o teolojik-kelami tartışmadan haberdâr olduklarını düşünüyorum- “Amel imandan bir cüz müdür, değil midir?” tartışmasına götürdü. Erken dönemde biliyorsunuz tartışılıyordu. Neden bu tartışma çok sert geçmiş ilk üç asırlarda? Bunun birkaç boyutu var. Mesela Haricileri biliyorsunuz. Hariciler farzları yerine getirmeyen insana kafir gözüyle bakarlar. Mutezile, bu insanları ne Müslümanların yanına layık görürler, ne de öbür tarafa; sadece iman edip amel etmeyenleri. Aslında İmam Malik, Şafii ve Ahmed bin Hanbel, ‘amel’i imandan bir cüz/parça görürler ama küfrü gerektirmeyecek bir cüz/parça görürler, fer’i bir mesele olarak görürler. Bu konuda en müsamahakâr, toleranslı olan, bizim taraf yani Hanefiler ile Mürcie…

Bu tartışmanın sebebi ne? Bazı insanlar biz iman ettik,  Muhammed Allah’ın Resulüdür diyorlar, tamam. Ondan sonra “keyfe mâ yeşâ” nasıl istersem öyle yaşayacağım! Bu kesimler diyorlar ki öyle yağma yok! Böyle olsaydı Mekke müşrikleri de bunu çok rahatlıkla derlerdi. Hazreti Peygambere karşı sadece “Bizden ne istiyorsun?” diyorlar. “Allah’ın birliği ve benim Resullüğüm.” Bunun bir anlamı vardı o dönemde. Yoksa bunu söylemek Ebu Cehil’e zor bir şey değil ki, neden Bedir’de savaşsın? Ama bunun gerektirdiği unsurlar o zaman zımnen vardı ve herkes tarafından da biliniyordu. Bu sebeple iman etmeye itiraz ediyorlardı. Bugün yeterince idrak edemediğimiz şey işte bu husustur. Bu, işin bir yönü.

“Ahlak imandan bir cüz müdür?” tartışması başlatmanın zamanı geldi 

Peki, aksülamel olarak ne olmuş? Mürcie niye çıkıyor? Kardeşim, tamam iman ediyoruz, yani kelime-i şehadet getiriyoruz, Hazreti Muhammed’in Peygamberliğini kabul ediyoruz, ondan sonra amel de ediyoruz, ama insanız hata yapıyoruz. İşte yukarıda zikretmeye çalıştığım yaklaşıma karşı mürcie çıkıyor bu sefer. Bir vakit namazını kaçırdığın zaman kâfirsin anlayışı insanın doğasına uygun olmadığı için mürcie -bu sefer haklı olarak- ya kardeşim, bu insanın imanında bir sorun yok, bak amelinde de titiz, ama insan hata yapar diyor. İlk üç asırda çok sert bu tartışma. O dönemin ihtiyacı. Acaba bu kelamı tartışmayı güncelleştirerek “Ahlak imandan bir cüz müdür?” tartışması başlatmanın zamanı gelmedi mi? Madem aklı başında herkes bugünün ihtiyacının ahlak olduğunu söylüyor. Buna itirazı olan bir dinleyicimiz varsa itiraz edebilir, konuşalım. Ama eğer birinci sorun ahlaksa, akıllı insan önceliği birinci soruna verecek, öncelikten başlayacak. Ahlakı bizzat Müslüman olmanın şartı olarak zikretmeyince bugünün birçok Müslümanı bunu algılayamıyor, anlayamıyor.

Mesela şu bile çok tuhaf gelirdi bana: Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi. Bu ne demek? Nasıl bir şey bu din ve ahlak bilgisi dersi. Hep bunu söyleyince gülesim gelir gayri ihtiyari. Hani sanki burada dini öğrenebilirim de ahlakı öğrenemem, ahlaktan kalırım dinden geçerim. Bu ayrımın, Kur’an’ın bütünü dikkate alındığında katiyen ama katiyen doğru bir ayrım olmadığını düşünüyorum.

Hatta size şöyle söyleyeyim: Kur’an, Allah inancını ahlak olarak bize getirir. Dikkat edin varlığını ve birliğini akılla izah ederken, yani ‘Ben olmasaydım şöyle olurdu, Ben iki tane olsam böyle olurdu, Ben olmasaydım vücudunuzdaki denge korunamazdı ; nasıl yaşayabilirdiniz ki’ dedikten sonra, bütün nimetleri zikrettikten sonra ‘Benim  size yaptığım iyilikleri saymaya kalksanız sayamazsınız’ (İbrahim Suresi, 34) dedikten sonra, Cenab-ı Hakk inkar etmeyi nasıl sunuyor bize biliyor musunuz? Teşbihte hata olmaz; ‘Bu kadar iyiliğe karşı artık bu kadarı da yapılmaz yani, bu kadar nankörlük kabul edilemez’ diye takdim ediyor. Ahlaki bir gereklilik olarak sunuyor bize imanı . Yani sen bir bardak su getirene teşekkür ediyorsun. Anne-baban sadece senin bu dünyaya gelmene vesile olmuşlar, ömrün boyunca onların önünde eğiliyorsun. Peki ama bütün bu sayamayacağın nimetleri sana veren karşısında ne bu duyarsızlık? Bu kabul edilebilir bir vefasızlık, bir nankörlük müdür?… Görüldüğü, gibi İslam’ın iman tasavvuru dahi ahlak üzerine bina edilmiştir.

Ahlak bu kadar önemliyse, Cenabı Hakk her sayfada niye açıkça ahlaka vurgu yapmıyor?

Ahlak = iman demek tabiiki doğru olmaz. Ancak şöyle bir şey doğal mı sizce: Mesela zihninizde birkaç çeşit mümin türü tasavvur edin tanıdıklarınızdan. Beş vakit namazlı, abdestli, orucunu tutan ama hayatı boyunca ahlaktan uzak yaşayan, ahlaksız bir hayat yaşayan mümin türleri olabiliyor tasavvurumuzda. Bence burada bir sorun var. Ahlak imandan bu kadar ayrılabilir bir şey midir? Veya size şöyle bir şey sorayım: Acaba ahlak bu kadar önemliyse, Cenabı Hakk her sayfada niye buna vurgu yapmadı? Namaz kılın derken niye her seferinde önce doğru olacaksınız, adil olacaksınız, kibirli olmayacaksınız diye hatırlatmıyor? Burada aklıma şöyle bir örnek geliyor: Ben üniversitede hocayım, amfiye gidiyorum, karşımda üniversite öğrencileri var. Her derse girerken onlardan şöyle bir şey istesem siz nasıl karşılarsınız?: Ey öğrencilerim, masanızın üzerine her gün ilkokul diplomasını koyacaksınız, ben göreceğim onu, burada oturmaya layık mısınız değil misiniz desem. Bunu anlamsız bulursunuz, neden? Şöyle düşünürsünüz: Üniversiteyi kazanmışsa ilkokul aşaması çok öncede kalmıştır zaten. Bu diploma, o sırada oturmanın zımnında mündemiç; olmazsa olmazı. O sırada oturabilmek için o diplomayı 10 sene evvel zaten edinmek gerekiyordu. Kur’an’ın her sayfasında ahlakı göremiyorsak sebebi budur. Sebep ahlakın imandan ayrı olması değil. Allah namaz kılın derken, zaten siz doğruluk, dürüstlük, adalet aşamalarını çok geride bırakmışsınız; namaz aşamasına geçmişsiniz. Böyle anlaması gerekiyor müminin. Ancak bugünün Müslümanı ahlakı böyle algılamıyor. Bu sapmayı engellemek için gizli bir biçimde var olan bu ‘ahlak’ı (ilkokul diplomasını) aşikar hale getirmeyi teklif ediyorum. Onun için bu ‘ahlak’ı İslam’ı ‘o’ yapan unsurlar arasına yazmayı öneriyorum.   Yani imanın şartlarından birinci sıradaki ‘şehadet getirme’den önce kardeşim önce ‘ahlaken şu düzeyde olacaksın’, sonra da bir sonraki aşamaya geçeceksin:   Allah’ın birliğine inanmak, Kitaplarına inanmak… Yani bu iman esaslarını ancak o ahlakın üzerine bina edebilirsin. Bu şu anlama gelecektir: Eğer bu ‘ahlak’ta bir sorun yaşanırsa iman esasları da zarar görecektir. Ahlaki bakımdan durumu iyi olmayan bireyin imanı teolojik olarak sorgulanır hale gelecektir. Böylece de ‘ahlak’ olması gerektiği gibi çok daha fazla ciddiye alınacaktır.     Aksi takdirde ahlak açıkça zikredilmeyince Müslümanlar, sözgelimi  orucu ve namazı ahlaktan bağımsız olarak anlayabiliyor. Şöyle düşünüyor: İyi ahlaklı bir Müslümansam namazım mükemmel olur, ama değilsem namazım yine olur. Bu yanlış algının bariz yansıması hac ibadetine bakışta tezahür eder. Bazı insanlar gençken, hayatlarının sonlarına doğru hacca gitme ve döndükten sonra artık yalan söylememe, aldatmama, diğer büyük günahlardan uzak durma planları yaparlar. Üstelik, hayatı ve Müslümanlığı bu şekilde planlama ritüeli onlara atadan-dededen intikal etmiştir. Buna göre  İslam’ın hac öncesi yaşanan daha esnek bir formu ve hac sonrası yaşanacak daha sahici bir versiyonu ortaya çıkmaktadır. Üstelik toplumda hac sonrası yaşanan Müslümanlığın özellikle kötü ahlaki davranışlar bakımından ‘kabul edilemezliği’ çok bilinen bir olgudur. Bu bakışın hac öncesi hayata bakışla ilgili getireceği sağlıksız tasavvuru söylemeye bile gerek yoktur. Açıkçası, bu ikilem Müslüman bireyin daha işin başında kendisi için çift kişilikli bir gelecek planlaması yaptığı anlamına gelir. Kesin olan bir şey var ki Kur’an açısından böyle bir ikilem katiyen kabul edilebilir değildir.  Din-ahlak ayırımının en önemli madurlarından biri de hiç şüphesiz zekat ibadetidir. ‘Zekat keçisi’ deyimi bu durumu çok iyi özetlemektedir. Zayıf, işe yaramaz, değersiz anlamlarında kullanılan bu deyim ahlakın ibadetten dışlanabileceğinin dilimize yansıyacak kadar kanıksanmasından başka bir şey değildir. Bu deyimdeki en anlaşılmaz nokta hiç şüphesiz, Cenab-ı Hakk’a hiçbir şeyin gizli kalmayacağına inanan Müslüman’ın  onun rızası için hiç işe yaramayan mallarını zekat olarak tasadduk edebileceğini düşünebilmesidir.

Ortalama bir Müslüman inanın bana ahlakı dinin bir gereği olarak kabul etmiyor bugün. Bu bizim müfredata bile yansımış, ortalama Müslüman nasıl kabul etsin. Milli Eğitim “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” diyor. Olabilecek bir şey değil bu. Ahlaktan bağımsız İslam var mı? Böylece inananın zihninde bir ikilem meydana geliyor. “Ben dindar bir Müslüman olabilirim ama ahlaki zaaflarım da olabilir!” Bunun için ben milli eğitim müfredatına da yansıması gereken ciddi bir ıslaha gerek olduğunu düşünüyorum.

Kur’an’da ahlak konusunu ikiye ayırmak lazım. Bu ayırımı şu tablo üzerinde görmeye çalışalım (Kur’an İlimleri ve Tefsir Tarihi, Grafiker Yayınları 2021, sayfa 55)

Bu tabloda ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım: İnanç, ibadet, ahlak, hukuk; bu dördünü anlıyoruz. Aşikâr olarak zikredilmediği için büyük arka plan (AHLAK), yok sayılabiliyor. Halbuki inanç, ibadet, (normatif) ahlakî davranışlar hatta hukuk bunun üzerine bina ediliyor. Şöyle düşünün: Mesela Hazreti Peygamber ‘emîn’ olmasa peygamber olarak seçilebilir miydi? ‘Emîn’ olmasaydı onu kim dinlerdi, düşünün. Peygamber olmadan kaç sene önce Hazreti Peygamber emindi. Eminliğinin üzerinde bina edilen bir söylemden, bir mesajdan bahsediyoruz aslında, yani ahlak üzerine bina edilmiş İslam dininden. Mesela, bir çeşit uzlaştırma ve toplumsal sorunları çözme komisyonu olan Hilfu’l-Fudûl cemiyetine genç yaşta seçilen birkaç kişiden bir tanesiydi. Toplumdaki kanaat önderlerinden bir tanesiydi İslam gelmezden çok önce. Hazreti Peygamber dışında cemiyetin hemen hemen bütün üyeleri yaşlıydı. Ama genç yaşında onu oraya uygun görüyorlardı, neden? Ahlaki bir defosuna şahit olan yoktu da ondan. Bütün bunlarda,  bir insanın iman etmeye ehil hale gelebilme sürecini görüyoruz. Yani  Müslümanlığın, imanın ne ile başladığını anlıyoruz biz aslında. Ama inanın bana – katılır mısınız bilmiyorum – Kur’an’ın değerler dünyasının temeli, yani felsefi anlamda ethosu, her şeyin üzerine bina edildiği bu tasavvur, İslam dünyasında yok farz ediliyor.

Mütedeyyin kesim, canları acısa dahî adaletten ve doğruluktan zerre kadar şaşmasaydı, Dünyadaki Müslüman algısı nasıl olurdu?

Mesela bir Müslüman ibadet etmediğinde onu asgari olarak fasıklıkla itham ediyorsunuz. Birinden bahsederken size yakınlığını test etmek istediğinizde namazlı-abdestli mi diye soruyorsunuz. Ama ahlâkî sorgulama çok sonra başlayan bir aşama olarak karşımıza çıkıyor.

Mesela İslam dünyasında mütedeyyin kesim, davranışlarında dinden uzak yaşayanlardan farklı olsaydı, dinlerinin bir gereği olarak, canları acısa da adaletten zerre miktar şaşmasalardı, bugün bütün dünyada Müslümanlara karşı algı nasıl olurdu bir düşünün!

Mesela, âdil olmaktan çıktığımızda Müslümanlıktan da çıkmış olabileceğimiz gündeme gelseydi, yalan söyleyerek Müslüman kalamasaydık. İnanın bana bu, İslam’ın bidayetinde, en başında böyle algılanıyordu zaten. Dikkat edin, Kur’an’da mesela Ebu Leheb, Ebu Cehil çoğunlukla ahlaksız vasıfları; kibir, ekonomik sömürü, insanları küçük görme… öne sürülerek kınanır. Bakın ayetlerdeki vurgu şöyledir mesela: Bu adam, parayı fakirlerle paylaşmaz ki Müslüman olsun!, yani Müslüman olmadan önceki aşamada başarılı olamıyor ki içtenlikle şehadet getirebilsin! Kötü bir adam yani. Yine, bu kibirli adam Allah’ın birliğini kabul eder mi? Kur’an’ın söylediği çoğunlukla budur. ‘Öncelikle Allah’ın birliğini kabul etmeye ehil hale gelmek lazım’ demektir.

Ahlak aslında evrenseldir biliyor musunuz? Şöyle bir bakın, mucizevi bir yönü var bu durumun. Dünyanın neresinde olursa olsun siz ortalama akla “Övülen ahlaki davranışlar nelerdir?” dediğinizde alacağınız cevaplar, hangi dinden olursa olsun üç aşağı beş yukarı aynıdır. Mesela, “yalan o kadar önemli değil” diyen manevi bir öğreti olmaz. ‘Hırsızlık yapabilirsin, kibirli olabilirsin, adil olmayabilirsin’ diyen bir din olmaz. Peki, bunun sebebi ne? Bu icma, ‘Allah’ın insanları fıtrat üzere yaratması’ sonucu ortaya çıkmıştır. Bu icmada bir hikmet var. Yeryüzünde 7 milyar insan var, ortalama akla, bunları sorduğunuzda benzer cevapları alıyorsunuz. Cevabı basit:  Cenab-ı Hakkın insanları fıtrat üzere yaratması. Tesadüfen böyle bir konsensüs gelişebilir mi?

Buradan şuraya gelmek istiyorum: Makbul Ahlâkî davranışların İslam dünyasındaki tatbik sorunu, bilgi sorunu değil. Şöyle bir şey yok: ‘Ben yalan söylemenin haram olduğunu bilmiyordum. Bu sebeple böyle davrandım’. Seni bırak, İslam’daki ahlak tasavvurunu Amerika’nın en ücra yerindeki adam da biliyor, Çin’in köyündeki adam da biliyor. Mesela övülen ahlaki davranışlar nelerdir diye sorsanız, adam başlayacak işte kibirli olmayacaksın, yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın, fıtrat bu. O halde sorun nerede? Sorun bilgi sorunu değil, epistemoloji sorunu değil. Sorun amel sorunu, irade sorunu. Şunu düşünün mesela: Doktorların tamamı sigara zararlı diyor ama benim gördüğüm doktorların bir çoğu sigara içiyor, bu böyle bir şey. Eğer Kur’an her bir ayetinde adil olun, doğru olun, kibirli olmayın, yalancı olmayın, çalmayın demiyorsa, o aşamayı geride bıraktığınız için demiyor, ilkokul diploması gibi. ‘Kardeşim, sen namaz aşamasına gelmişsin, çalmak-çırpmak da ne, yalan söylemek ne, dalga mı geçiyorsun, sen hangi aşamadasın’ demektir bu. Bu gözle Kur’an’ı okuyun, göreceksiniz. Size söyleyecek bütün bunları Kur’an.

Yapmam gerekenlerin bir kısmını yapsam, yapmadıklarımı karşılar mı, telafi eder mi? 

Başka bir sorunumuz telafi (karşılama) sorunudur. Telafi sorununa da kısaca temas etmek istiyorum. Bir çok Müslümanın algı dünyası şöyle işliyor: Yapmam gereken şeyler var, yapmam gereken bu şeylerden bir kısmını yaparım, diğer bir kısmını da telafi edebilirim. Mesela çok iyi namaz kılıyorsam beş vakit, gece de teheccüd namazına kalkıyorsam, oruçlarımı ihmal etmiyorsam, yani Allah affetsin arada bir yalan konuşabiliyorum, Allah affeder inşallah! Telafi mekanizması zihnimizde işliyor. Bu, tersine de işliyor, mesela ben zengin bir Müslümanım, beş vakit namaz kılmıyorum ama ne yapıyorum, 100 tane fakiri doyuruyorum senede, öğrencilere de burs veriyorum, yani pratikte sosyal hayata çok büyük katkım var. O halde Allah affeder! Bakın telafi mekanizması iki türlü de işliyor ama bana sorarsanız yıpratıcı olan ve İslam algısını batıran, berbat eden şey ahlakın telafi edilmesi çoğunlukla. Ortalama bir Müslümandan, dıştan bakışta, eğer kendini dindar addediyorsa, namaz kılmasını herkes bekliyor zaten. Amerika’da da olsanız, Almanya’da da olsanız, siz Müslümansanız, dininizi de yaşıyorsanız, zaten size namaz kılar gözüyle bakılıyor. Ama hesap edilmeyen, beklenilmeyen şey;  ‘namaz kılan bir insan bütün bu kötü işleri nasıl yapar?’ sorusunda gizlidir.

Size iki tane şey söyleyeyim aklıma gelen: Birinde, Çin’de yaşayan Kur’an hafızı bir tanıdığım zengin Çinli bir esnaftan bahsetmişti. Arada bir, bu hafız zat, bir biçimde dinini tebliğ etme ihtiyacı hissediyor, ticaret yaptığı insanlara İslam’ın güzelliklerini anlatıyor. Bir keresinde Çinli ticaret adamı demiş ki “Bir dakika, bana anlatma, göster! Mesela, bu dediğin çalmanın, çırpmanın, yalanın  olmadığı, kuralların doğru dürüst işlediği Müslüman ülkeyi bana göster,.” Bir de örnek vermiş: “Mesela Mısır’dan heyet geliyor. Evet namaz kılıyorlar ama bu heyet niye geliyor biliyor musun Mısır’dan Çin’e? Filanca markanın fasonunu bana ürettirmek için geliyor. Sizin dininizde sahtekarlık namaz kadar önemli değil mi?”

Tanıdığım bu hafız bana telefon açtı “Ne cevap vereyim?” diye. Çoğunlukla Bir Alman’ın yapmayacağı bir şey bu, bir İngiliz’in yapmayacağı bir şey bu. Bu bir hırsızlık! Telif hakları diye bir şey var değil mi? Müslüman ülkelerde hiç esamesi okunmuyor ama Avrupa’da var.

Sizi meraklandırayım biraz. İktibas Dergisi üç yıldan beri her sene bir kez beni konuşmacı olarak davet ediyor. Geçen iki senedir konuşmalarımı dinleyenler belki şimdi biraz hayret edecekler. Bugünkü konuşmanın sonunda size Kur’an’ın covid 19 hakkında ne dediğini ve ne demediğini göstermek için bir ayeti tefsir edeceğim. İlginizi çekeceğini umuyorum. Ayrıca sizinle Celal Şengör Hocamızla yaşadığım bir hatıramı da tercih ettiğim tefsir tarzıyla ilgisi olduğu için paylaşacağım.

Müslümanlığın gerektirdiği bütün özellikler ‘normal’ sınırlar içinde olacak

Sayın seyirciler ve dinleyiciler! Ortalama bir Müslümanda “inanç, ibadet, ahlak ve hukuk” konusunda olması gereken değerler, rutin biyokimya testindeki parametrelere benzerler. Sağlıklı olabilmek için kalp, karaciğer, akciğer, böbrek, bağırsak… fonksiyonlarıyla ilgili değerler nasıl normal sınırlar içinde korunmak zorundaysa zikri geçen dini değerler de normal aralıklar içerisinde kalmalıdır.  Bakın, bu değerlerden hiçbirisi diğerini telafi edemez. Ölen hastaların pek çoğu temelde  bir-iki değerin bozulması  sebebiyle ölüyorlar. Hastanın karaciğeri tam çalışıyordur ama mesela böbrek değerlerinden kreatinin 15 gelmiştir. Hemen diyalize girmesi lazım, yoksa ölür. Şöyle bir şey düşünülemez: Bu hastanın karaciğer enzimleri 10 geliyor, 15 geliyor, bu kadar iyi çalışan karaciğer, böbreği idare edebilir… Öyle bir şey yok. Aynen bunun gibi, Müslümanlığın gerektirdiği değerlerin her birisi en azından normal sınırlarda olacak. Sağlık için gereken karaciğer enzimleri normalden çok daha güzel olsa da böbrekteki bu anormalliği telafi edemez. Enzimler o kadar mükemmel olmasın, ama böbrek de normal olsun. Kısacası, ahlak, inanç, ibadet; bütün bunlar normal sınırlar içinde olacak.

Benim söyleyeceğim şeyler aşağı yukarı bunlar. Şimdi, acaba doğrudan ahlakla ilgili olan ‘Kur’an’ın ilk ‘yasağı’ üzerinde mi duralım? Yoksa şu anda konuşmayı sonlandırarak sizin sorularınıza mı yer verelim?

MUSTAFA BOZACIOĞLU: Hocam, arkadaşlar serbestler. Biz vaktimizi sizin yönetiminize bıraktık, bizim açımızdan sıkıntı yok, biz ikisini de dinlemek isteriz.

MEHMET AKİF KOÇ: O zaman Kur’an’ın “ilk yasağı”nı dikkatlerinize sunmak isterim. İslam’ın ilk yasağı nedir hiç düşündünüz mü? Nedir sayın dinleyiciler? Bakın hep İslam’ın ilk emrinden bahsediyoruz; “Ikra” (oku). Ama ilk nehy nedir?

Kur’an’ın ilk ‘yapma’ dediği şey nedir?

Kronolojik olarak söylüyorum bakın Alak suresinden sonra ikinci sırada vahyedilen sure Kalem suresidir.  Kalem suresinde yer alan ilk nehy nedir?

Size de ilginç gelecek ve şaşacaksınız, nasıl Müslümanız biz diye. İlk nehy nedir biliyor musunuz? Aynen şu: ‘Yağcılık yapma’. Bu bir emir dikkat edin. Yani “karşındakinin hoşuna gitsin diye cümle kurma” demektir bu. Hayatta kaç tane öyle Müslümanla karşılaştıysanız artık onu bilmiyorum. Ama İslam’ın ilk nehyi nedir diye birisi sorsa objektif cevap budur. Kalem suresinin dokuzuncu ayeti.

Zaman zaman yanlış şeyler duyabiliyoruz. İslam fakirliği emreder mi mesela? Hazreti Peygamber hiç fakirliği tavsiye etti mi? Bakın tam tersi. Hazreti Peygamber tam tersini yaptı. Hiçbir zaman fakirliği tavsiye etmedi ama fakir ve son derecede mütevazi bir hayat yaşadı. Görüyor musunuz işler ne kadar tersine. Yani fakirliği tavsiye etmedi ama kendi fakir yaşadı. Olması gerekenin neredeyse tersini yapıyoruz, dikkat ediyor musunuz?

İslam’da ibadet tasavvurunun karakteristiğinde şu yoktur: “Bedene ve insana en fazla zor gelen, en meşakkatli olan en kıymetlidir” gibi bir tasavvur yoktur. İkisi arasında doğru orantı yoktur. Hint dinlerinde mesela bedenine en fazla acıyı ne kadar verirsen o kadar fazla kıymetli bir ibadet yapıyorsun. Çivinin üzerinde oturuyor adam bir gün boyunca nasıl yapıyorsa. İslam’da, doğru orantı yoktur zorluk ve kıymet arasında. Bunu nerede görüyoruz? Mesela, namaz kılıyoruz ama sefere gittiğimizde kısaltıyoruz, cem ediyoruz. Kolaylık getiriyor. Mesela, abdest alıyoruz su bulamazsak teyemmüm ediyoruz. Hasta, yolcu vesaire isek oruç tutmuyoruz. Şöyle demiyor dikkat edin: “Zaten sizden az bir şey istedim ne yapıp yapıp bunları yapacaksınız” demiyor. Ama başından sona Kur’an’ı okuyorum, dikkat edin. Mal paylaşımı konusunda -yani zekat ve sadaka konusunda- herhangi bir istisna getirmiyor ne olursa olsun onu yapacaksınız diyor. Dikkat edin, sadece mal paylaşımı konusunda yapıyor bunu.

‘Zenginin malında fakirin hakkı vardır’ (Zâriyât Suresi, 19)

Zenginin malında fakirin hakkı vardır ne demek? Hak haktır; onu hak sahibine vermek fazilet veya lütuf değildir. Aynı zamanda ahlaki bir ilke de getiriyor: Sadece, insan haysiyet ve şerefini mutlaka muhafaza ederek vereceksin hakkı hak sahibine. Evet, mal paylaşımı konusunda istisna yok, herhangi bir mazeret yok, ama eğer sen karşı tarafa, insanlara onların haysiyetlerini çiğneyerek yardım yapmak istiyorsan ‘dur kardeşim’ diyor. Eğer para verip sonra da başa kakacaksan, öğrenciye destek mahiyetinde burs verip ondan sonra başa kakacaksan, o zaman ‘istemez kardeşim’ diyor Kur’an . ‘doğru-güzel bir kelime söyle geç git’ (Bakara Suresi, 263) diyor. Sadece haysiyet meselesi, mal paylaşımı konusunda -benim bildiğim- Kur’an’daki tek istisna mevzuudur.

Mukabele esası da İslam’da çok ilginç. Size birisi güzel bir söz söyleyince, içtenlikle güzel bir temennide bulununca, siz de ona güzel bir söz söyleyin demiyor. Dikkat edin ne diyor? Daha iyisini söyleyin diyor. (Nisa Suresi, 86) Tavsiye; size güzelce yaklaşanı daha güzeliyle cevaplamak. Hiç yapamıyorsanız, en azından insanlık gereği onun yaptığı kadarıyla mukabelede bulunmak. Buna göre, ikili ilişkilerdeki davranışlarda, eşitlik ilkesi değildir asıl olan., ‘İyi’ye daha iyisiyle cevap vermektir.

İman etmeden ahlaklı olmuyor mu insanlar?

MUSTAFA BOZACIOĞLU: Hocam, o zaman şöyle bir açılım yapalım: Arada bazı arkadaşlar şunu sormuşlar: İman etmeden ahlaklı olamıyor mu insanlar? Müslüman dünyasının dışındaki insanlar ahlaksız mı diyeceğiz?

MEHMET AKİF KOÇ: Aslında bir ilahiyat akademisyenine sorulabilecek en zor soruyu soruyorlar farkında olmadan. Teolojik bir problem bu. Normalde biz nasıl anlatırız? İyi ahlak dinden gelir. Biz böyle anlatırız. Ama gerçekte bunun tersi durumlar var. Mesela Avrupa’da adam ateist ama çok düzgün  ahlak açısından.

Yani Müslüman olmayanları nasıl olur da ahlaksız sayabiliriz? Ahlakın kuralları çoğunlukla evrenseldir daha önce söylediğim gibi. Ama burada hemen şunu eklemek gerekir yanlış anlaşılmamak için. Cenabı Hakk kullarından sadece güzel ahlak istemiyor.

Biraz önce aslında bunun cevabını verdim. Şu söylem Kur’an’a uymaz: ‘Kur’an’ın yegane amacı; evrensel ahlakı, ahlak tasavvurunu gerçekleştirmektir. İnsan bunları sağlayınca bütün sorumluluklarından da kurtulur’. Cenab-ı Hakk güzel ahlakının üzerine imanını bina eden müminden  namaz kılmasını, oruç tutmasını… da istiyor.

Bu konuda söylenebilecek son söz belki de şudur: Cenabı Hakk güzel ahlakı zorunlu olarak/imanın bir şartı olarak istiyor. Fakat, istediği tek şey güzel ahlak değil; gönderdiği elçilerle temas istiyor, onların dikkate alınmasını istiyor, ibadet istiyor… Bu noktada gözden kaçan  ve benim üzerinde durmak istediğim şey, ‘ahlaksız bir insan iman sahibi olabilir mi? sorusudur. İslam açısından bu soruya ben ‘evet’ cevabı vermemeliyiz diye düşünüyorum? Bu kanaatimi ağır ve yanlış bulanların Buhari ve Müslim’in ittifak ederek naklettikleri şu sahih hadis hakkında ne diyeceklerini merak ediyorum:

Hz. Peygamber buyuruyor ki: “Münafığın özelliği üç tanedir: Konuşunca yalan söyler, Söz verince yerine getirmez ve kendisine bir şey emanet edilince ihanet eder”.

MUSTAFA BOZACIOĞLU: Celal Şengör Hocayla anlatacağınız anınıza gelelim mi?

MEHMET AKİF KOÇ: Evet, bakın ne oldu : İki sene önce Mustafa hocam beni buraya davet etti, konuşmam sırasında “Kur’an’da modern tabii bilimler/fen bilimleri var mı yok mu?” anlatmaya çalıştım. Bildiğiniz gibi ben ilk üç asırdaki rivayet geleneğini başta Taberî olmak üzere dikkate alan Şatıbi çizgisini önceleyen birisi olarak Kur’an’da modern fen bilimlerine ait hiçbir bilginin; yani modern fizik, kimya, astronomi, modern buluşların Kuran’da yer almadığını düşünüyorum. O konuşma yayınlandı. Şimdi internette var, eğer okumak isteyen olursa “İslam alemi neden Müslüman yetiştiremiyor?” diye Google’a yazması yeterlidir.

Bu konuşmada Celal Şengör Hocamızın ismini de zikrederek “Celal Hoca, Kur’an’da bilimsel yanlışların olduğunu söylüyormuş” dedim.  Sonra da bunu söylemeye hakkı olmadığını belirttim. Niye? Çünkü bir Müslüman eğer Kur’an’da her şeyin olduğunu iddia ediyorsa fizik, kimya, astronomi gibi; Celal Hoca o kişiyle böyle bir tartışmaya girebilir.  Ama benim de tercih ederek yukarıda kısaca tarif ettiğim rivayet tefsir geleneği –ki Kur’an’ı yorumlama geleneği en başında böyle başlamıştır– bakımından bu hiçbir anlam ifade etmez. Neden? Çünkü Bu geleneğe göre Kur’an’da modern fen bilimleri yok ki, herhangi bir ayet bu bilime aykırı olsun.

Bu şuna benziyor: Ben bir saattir huzurunuzda konuşuyorum. Sizlerden bir tanesi şöyle bir şey dese: “Olmadı şimdi, tamam hepsi doğru ama Akif Hocam,  bu konuştukların bugünkü Dolar/Türk lirası paritesiyle çatışıyor”. Buna şüphesiz hepiniz gülersiniz. “Bugün Akif Hoca bu konuya îmâ yoluyla bile temas etmedi ki nasıl ters düşebilir?” cevabını verirsiniz.

Olay benim açımdan böyledir. Sonra bakın ne oldu? Arkadaşlar -Allah’ın işine bakın- bu konuşma yayınlandıktan bir ay sonra oğlumu görmek için Viyana’ya gittim.  Viyana’da Cafe Sacher isminde bir kafe var.  19. Yüzyıldan beri hizmet veren meşhur edebiyatçıların uğrak yeri olmuş klasikleşmiş bir mekan. Turistik bir yönü olduğu için ancak sırayla girilebiliyor. Oğlumla sıraya girdik.  Bir de baktık ki sırada Celal Hocamız da var.

Kur’an’da modern fen bilimleri bulunabilir mi?

Kafe de bir şeyler yiyip içtikten sonra fırsatı değerlendirmek istedim.  Hocanın oturduğu tarafa gittiğimde Hocanın yanındaki bir bayanla bir şeyler yazıp-çizdiğini, meşgul olduğunu gördüm.  Ancak özür dileyerek “Hocam randevum yok vaktinizi de almak istemiyorum ama sizinle tanışmak da istiyorum” diyerek kendimi tanıttım. Şu anda nasıl oldu hatırlayamıyorum ama aramızdaki diyalog esnasında Fuat Sezgin Hocamız’ın ismi de geçti. Daha sonra da “Hocam siz televizyonda Kur’an’ın bilimsel yanlışları olduğunu söylüyormuşsunuz” dedim. “Evet, bir sürü var” dedi. “Hocam, olamaz ki böyle bir şey” cevabını verdim. “Neden?” dedi. “Kur’an’da modern bilim yok ki Kur’an ona aykırı olsun” cevabını verdim.

Hoca şaşırdı sonra da beni tebrik etti. Ankara İlahiyatlı olmam ve Fuat Sezgin Hocamızın enstitüsünde kalmam ve ondan etkilenmem sebebiyle  böyle ‘akıllıca’ şeyler söylediğimi düşündü.  Anladığım kadarıyla o, bütün Müslümanların Kur’an’da her şeyin var olduğuna inandıkları gibi bir düşünceye sahip. Hoca bir çok Müslümanın kabul ettiği bu Fahreddin Razi yaklaşımının sonradan ortaya çıktığını bilmiyordu. Tefsir geleneğinin esas itibariyle Taberi de tecessüm eden ve sözkonusu yaklaşıma tamamen ters bir  çıkış yaptığından da tabiiki haberi yoktu. Bütün bunları Hocamıza anlatacak fırsatı bulamadım. Ancak kendisini ağır biçimde eleştirdiğim yazıdan bahsederek o yazı hakkındaki değerlendirmelerini çok merak ettiğimi söyledim.  Bir kağıda e-mailini yazarak bana verdi.  “O yazıyı bana gönder, mutlaka sana döneceğim” dedi. Üç senedir hâlâ dönecek! Dönseydi ne diyebilirdi ki!  Belki de bunun için cevap vermedi.

Daha sonraki bir programında Celal Şengör Hocamız  yirmiden fazla Kur’an versiyonu olduğunu söyledi.  Jay Smith başta olmak üzere Batılı skeptik İslambilimcilerden bu görüşü ileri sürenler var. Burada ayrıntısına girmeyeceğim ama Batıdaki daha büyük bir kesim bu iddiayı sadece yanlış değil, çok da komik buluyor. Çünkü bilimsel veriler, söz gelimi Corpus Quranicum projesi bunu yanlışlıyor. Bu konuyla ilgili büyük bir literatür var. Burada bu önemli ve ilgi çekici konuya hızlıca girerek hem konuyu heder etmeyeyim hem de sabrınızı zorlamayım. Sadece size bir formül vereyim: Eğer herhangi birisi size “Yeryüzünde birçok Kur’an var, bir tanesi sizin Kur’an’ınız” derse, hiçbir şey söylemeyin, kendinizi de hiç yormayın, yerinizden kalkın elinizi uzatın, “Lütfen bir tanesini verir misiniz?” Niye yayınlamıyorsunuz?” deyin… Siz de şimdi biraz merak edin, niye yayınlamadıklarını bu konuşmada söylemeyeceğim.

İman ancak ahlak üzerine bina edilebilir

MUSTAFA BOZACIOĞLU: Şimdi Hocam, şunu da merak ediyorum ben: Ahlakın imanla olan ilişkisini çok güzel ortaya koydunuz. Burada arkadaşlardan bir tanesi demin ki konuyla ilgili olarak, “İslam, imanı ahlakın üzerine mi bina eder, ahlakı imanın üzerine mi bina eder?” diye bir soru sormuş. Ekleyeceğiniz bir şey olur mu?

MEHMET AKİF KOÇ: Aslında bana kronolojiyi soruyorsunuz. İlk Müslümanlara bakalım. Onlarda şöyle bir düşünce yok: “Bir kimse Müslüman olsun da Müslümanlığı onu mesela iki sene sonra doğru konuşmaya, adil olmaya, mütevazi olmaya… yani güzel ahlaka sevk etsin; bekleyelim İnşallah bu gerçekleşir” Kur’an’dan da böyle bir  yaklaşım çıkarılamaz.  Önce ‘adam’ olunuyor, iman etmeye ehil hale geliniyor. Çünkü iman ancak güzel ahlak üzerine bina edilebiliyor. Kısacası iman etmeyi planlayan kimse ‘güzel ahlak’ sınavını başarıyla vermiş olmalı ki bir üst sınıfın dersini (iman) almaya hak kazansın.  Doğrusu zaten bu. Ayrıca günümüz Müslümanlarının en başta söylemeye çalıştığım güncel ve çok acil ihtiyaçları zaten böyle bir kronolojiyi kaçınılmaz kılıyor.

‘Ahlak İman’ın ya da İslam’ın şartları arasında yazılı olarak  görülmeyince var sayılmıyor’

MEHMET AKİF KOÇ: İslam dininde her aşamayı önceleyen bir gereklilik olduğu halde, yazılı olarak görülmediği için yok sayılan devasa bir değerler dünyasıdır ahlak. Günümüz Müslümanının yazılı olarak dininin şartları arasında ‘ahlak’ı görmeye şiddetle ihtiyacı var. Aksi takdirde ahlakı Kur’an’ın takdim ettiği gibi algılayamıyor, zorda kalınca, ve kişisel çıkarlarıyla ahlaki ilkeler çatışınca,  ahlakın sözgelimi namaz kılmak ya da oruç tutmak kadar önemli olmadığına kendini inandırabiliyor. Din ile ahlakı birbirinden bağımsız düşündüğü için onları duruma göre hem de hiç zorlanmadan ayrıştırılabiliyor.  İslam dünyasında dinin ayrıntılarına dair konferanslar, sempozyumlar düzenleniyor. Ama bunları düzenleyenlere –ki ben bunu Avrupa’da da, Türkiye’de de, Arap ülkelerinde de çok yaptım – “Hocam İslam dünyasının en önemli sorunu ne?” dediğimizde üç aşağı beş yukarı hepsi ‘ahlak’ diyor. Peki o zaman neden ahlakı güçlü teolojik bir zemine yerleştirmek için çırpınmıyoruz?

MUSTAFA BOZACIOĞLU: Bu arada Hocam, sizin Başkanlığını yaptığınız Ankara Üniversitesi Tefsir Anabilim Dalı’nın bağlı bulunduğu bölüm ismi hakkında bir eleştiri getirmek istiyorum. Bildiğim kadarıyla ismi  Temel İslam Bilimleri Bölümü. Yani temel İslam bilimleri deyince bunun dışında kalan felsefeden tarihe, ahlaktan mantığa, sanattan sosyolojiye kadar bütün alanlar birinci dereceden önemli olma vasıflarını kaybetmiyorlar mı?

MEHMET AKİF KOÇ: Tabii ki zihinlerde böyle yanlış bir çağrışım yapıyor. Daha profesyonel, daha hassas ve sadece bilimsel bir gözle yeni bir düzenleme yapılmalı hiç şüphesiz. Biliyormusunuz, en başında 1949’da, Tayyib Okiç Hocamızın resmi görevi ‘Temel İslam Bilimleri Bölüm Başkanlığı’ değildi, ‘Doğmatik İlimler Bölüm Başkanlığı’ idi. Belki de bölümümüzün bu günkü ismi bu ilk ve tabii ki yanlışlığı aşikar adlandırmaya karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.  Öyle anlaşılıyor ki devletimiz kendi üniversitelerini zaman zaman  ideolojik çatışmalar üzerinden  isimlendirerek yapılandırmış.

Kur’an Covid 19 Hakkında Ne Söylüyor ve Ne Söylemiyor?

MUSTAFA BOZACIOĞLU: Hocam, Covid 19 konusuna geçelim mi?

MEHMET AKİF KOÇ: Geçelim. Daha derli toplu olması için Grafiker Yayınlarından iki ay önce çıkan Kur’an İlimleri ve Tefsir Tarihi isimli kitabımızın 49-47. sayfalarını ekrana yansıtarak işleyelim bu konuyu.  Kitapta böyle bir konuya neden yer verdiğimi söyleyeyim öncelikle. Kur’an’da modern fen bilimlerinin yer almadığını gündeme getirdiğimizde her zaman bir eleştiriyle karşılaşıyoruz. ‘Kur’an’ın manasını ilk muhataplarının Kur’an anlayışıyla sınırlandırdığınızda   Kitabımızı 14 asır öncesine hapsediyorsunuz, halbuki Kur’an her an yeni bir şey söylemeli’ deniyor. Halbuki isteseniz de Kur’an’ı tarihe hapsedemezsiniz. Bu eleştiriye en güzel cevabı nasıl verebilirim diye düşündüm ve en güncel olanı öne çıkarmaya karar verdim. Şimdi tefsire başlayayım:

“Cenab-ı Hakk, Hac suresinin 73. ve 74. ayetlerinde şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Size bir misal verilmekte; onu dinleyin: Allah’tan başka kendilerine yalvarıp yakardıklarınız (putlar) var ya, hepsi bir araya gelseler bile bir sinek yaratamazlar! Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, onu dahi ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de. Onlar Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, mutlak galiptir.” Bu iki ayet Kur’an’a ilk muhatap olan ‘insan’ın özeline – yani put meselesine – atıfta bulunsa da bütün insanlara daimi iki ders vermektedir. Birincisi, insan kendisinin de dahil olduğu ‘yaratılanlar’ın varlık hiyerarşisindeki yerini hiçbir zaman karıştırmamalıdır. O en güzel biçimde yaratılmıştır. Bu sebeple sınıfının gözdesidir. Ancak onun ve Cenab-ı Hakk dışında yücelttiği diğer bütün varlıkların sınıfsal yeri sabittir: O ve Allah’ın (Azze ve Celle) dışındaki diğer bütün varlıklar yaratılmıştır, muhtaçtır. Bu varlıklar ‘Yoktan, Yaratan/Yapan’ sınıfına ait bir özellik taşımazlar ve kazanamazlar. Bu sınıfa dahil olma yönündeki çabaları beyhudedir, hiçbir zaman sonuç vermeyecektir. ‘Yoktan Yaratan/Yapan’ terkibini Mucâhid bin Cebr’in bir tefsirine istinad ederek özellikle kullandım. Mucâhid, “… Yaratanların en güzeli olan Allah ne büyüktür.(23/Muminun, 14) ayet ibaresinin tefsirine “Onlar (insanlar) yapar. Allah da yapar. Allah yapanların en hayırlısıdır” açıklamasını getiriyor. Mucâhid bu yorumuyla herhalde Allah’ın yoktan, insanların vardan yarattığını (yaptığını) söylemek istiyordu. Nitekim Taberi, Mucâhid’in görüşünü aktardıktan sonra Arapların ‘hâlik’ ve ‘sâni’ kelimelerini eşanlamlı kullandıklarına dair bir şiir nakletmektedir Bu ayetlerin verdiği ikinci derse gelince, eğer insan aklını kullanmazsa ya da dürüst hareket etmezse bırakın ‘Yoktan Yaratan/Yapan’ ve ‘vardan yapan/yaratan’ sınıflarını birbirine karıştırmayı, hiçbir yapma/yaratma vasfı olmayan cansız varlıkları bile yaratan sınıfına hatta ‘Yoktan Yaratan/Yapan’ sınıfına dahil edecek kadar şîrâzeden çıkabilir. Nitekim, yukarıdaki iki ayet putlarda ilahlık vehmeden ilk muhataplarına bunu açıkça söylemektedir. Ayette kullanılan örnek dikkat çekmektedir. Örnekte, Kur’an’a ilk muhatap olan insanın bildiği hemen hemen ‘en küçük’ canlı – buna lütfen dikkat edin – sinek karşısındaki acziyet hatırlatılarak ona ders verilmektedir. Çünkü Kur’an her zaman en küçüğü gündemine aldığında en üst seviyede meydan okur. Mantıklı olan da budur. Söz gelimi, Kur’an’ın mucizeliğine açıklık getiren ayetleri hatırlayalım: Allah Kur’an’ın ilahi kaynağından şüphe edenlere, karşılık vermeleri daha zor birkaç aşamalı teklifin – ki bu teklifler sırasıyla ‘Kur’an’ın tamamına benzer bir Kur’an getirin’, sonra ‘Kur’an’ın 10 suresine benzer bir Kur’an getirin’ ve ‘Kur’an’a benzer 1 sure getirin’ diyerek, yerine getirilmesi görece kolay (en küçük) bir taleple tartışmayı sonlandırmıştır.

 

Hac suresinin bu iki ayeti, -biraz önce okuduğum- müşriklerin putlarla olan ilişkisine yapılan göndermeyi bir tarafa bırakırsak, bugünün insanına da Cenab-ı Hakk’ın gücü ve kudretini göstermeye bütün haşmetiyle devam etmektedir. Peki, acaba bu iki ayetin yukarıdaki şekliyle  tasarlamaya çalıştığım ‘en küçük’ imgesi ile ‘tetâbuk’ eden/örtüşen bu güne özel bir dersi de olabilir mi?

 

İnsan Allah’ın kendisine bahşettiği kabiliyetleri geliştirerek teknolojiden ekonomiye, bilimden sanata hayatın çoğu alanında büyük başarılara imza atmıştır. İnsan gerçekten başarılıdır. Ancak modern insanın övgüyü açıkça/tartışmasız hak eden donanımı, birikimi ve üretimi onu varoluşsal bir hataya sürüklememelidir. Felsefi bir dille ifade edecek olursak, insanın ‘araz/mümkün/muhtaç’ varlık sınıfından çıkarak ‘Mutlak/Zorunlu/Yoktan var eden’ varlık haline dönüşebileceğini vehmetmek ‘bir çuval inciri berbat etmek’ anlamına gelir. Ayrıca bu, hayatın yaşanan gerçekleriyle de çatışır. Şu an bütün insanlar hangi ırktan olurlarsa olsunlar ve hangi devlette; üstelik hangi refah şartlarında yaşıyorlarsa yaşasınlar, bildikleri ‘en küçük’ varlıklardan birisi sebebiyle korku dolu günler geçirmektedirler. Tabii ki Koronavirüs hastalığından (Covid 19) bahsediyorum. Bu virüsün sebebiyet verdiği hastalığın yarın itibariyle tedavi edilebildiğini ya da mutasyona uğrayarak kendi kendine tehlike olmaktan çıktığını varsaysak dahi karşımızda bir hakikat vardır: Birçok alandaki müthiş başarısına rağmen 2020 yılının insanı üstelik bildiği ‘en küçük’ varlıklardan birisi karşısında yaklaşık bir senedir açık ara mağlubiyet yaşamaktadır. Görsel ve yazılı basın aracılığıyla dünyanın en güçlü devletlerinin, en güçlü yöneticilerinin bu virüs karşısındaki karamsarlıklarını izlemek ve çaresizliklerini gözlemlemek her an mümkündür. Yanlış anlaşılmamak için hemen ifade edeyim ki, Covid 19 virüsünün ne kendisi, ne tedavisi ne sarâhaten ne de işâreten Kur’an’da mevcuttur. Bu virüs insana bir ceza olarak verilmiş de değildir. İnsanın tıp alanındaki birikiminden ve başarılarından hareketle bu virüsün çaresinin de yakında bulunacağı sonucuna varabiliriz. Bu ve benzeri konularla ilgili ‘İlmi tefsir’ akımının teorik tartışma alanına girebilecek hususları buraya taşımayı uygun görmüyorum.

 

Burada sadece şunu söylemekle yetinmek isterim: Hakkında ayet olmayan bu virüsün Kur’an’da zikredildiğini iddia etmek, Kur’an’daki ceza türlerine uymadığı halde bu virüsün insanoğluna verilen özel bir ceza olduğunu öne sürmek, sonra da bazı ayetleri bu iddiaları doğrulamak için zorlayarak tahrif etmek, ne akılla, ne nakille, ne de tefsir ilminin ilk üç asırdaki klasik rivayet geleneğiyle bağdaşacaktır. Bu büyük bir cüret, sorumsuzluk ve yorumdaki aşırılığı itibariyle, bizatihi içinde yer aldığı tefsir geleneğini (ilmî tefsir) dahî şaşırtacak kadar türedi bir şeydir. Ancak, her bir yaprağın yere düşüşünden aldığım her bir nefese kadar; kainatta cereyan eden olaylardan ibret almamı ve ders çıkarmamı tavsiye eden değil, emreden bir dinin müntesibi olarak Koronavirüs sürecindeki bütün olup bitenler karşısında kayıtsız kalmam beklenemez. Her zamanki benden istenen, ‘muhtaç/yaratılan’ sınıfının müntesibine yakışacak şekilde sadece Mutlak Varlığa/Allah’a daha güçlü bağlanarak kudreti karşısında saygıyla eğilmek ve istikamette ısrar etmektir.

 

وفي كل شيء له آية     تدل على أنه واحد

 

“Her bir şeyde O’nun birliğine delalet eden bir kanıt var.”

 

Yukarıda, rivayet tefsir geleneğine uygun bir tefsir denemesi yapılmıştır. Kısacası bu tefsir ‘en küçük’ imgesi kullanılarak ayetlerin ilk muhataplarında uyandırdığı tesirin benzerini bugüne tetâbuk ettirme girişimidir.”

MUSTAFA BOZACIOĞLU: Hocam, ağzınıza sağlık.

MEHMET AKİF KOÇ: Teşekkür ediyorum, sağ olasınız.

MUSTAFA BOZACIOĞLU: İncelik gösterdiniz, bizi kırmadınız. Başka programlarda inşallah görüşmeyi temenni ediyoruz.

MEHMET AKİF KOÇ: Ben Teşekkür ederim.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *