Siyer mi Kur’an’a Tâbidir, Kur’an mı Siyer’e? -V-

Siyer mi Kur’an’a Tâbidir, Kur’an mı Siyer’e? -V-

Bizi ifrat ve tefritten koruyacak yaklaşım, Kur’an’ın tek değil temel kaynak olduğu gerçeğinde ittifak etmek ve bir taraftan “tek kaynak” yaklaşımının getirdiği kaçınılmaz sığlık ve sapmalardan uzak durmaktır…

Makale serimizi inşallah konuyla ilgili bu son bölüm ile neticelendiriyoruz. Bu bölümde konuya dair genel ilkeleri hatırlatmak ve çerçeve bazında değinilerle konuyu toparlamak istiyoruz. 

Gerek makale serimiz boyunca konu edindiğimiz hususlar, gerekse “Garanik rivayeti”, “Aişe validemizin Rasulullah (a.s.)’la evlilik yaşı” gibi konular, Siyer alanındaki mevcut birçok anlatının, Kur’an merkezli ciddi bir tashih çabasını gerekli kıldığında, akleden, geleneği bir bütün olarak sahiplenme tutumu yerine onun sahihini hurâfatından ayırt etme bilincine sahip her mü’min için şüphe bulunmamaktadır.

Burada önemli olan, ifrat gibi tefrite de kaçmamak, içinde taşlar var diye pirinci çöpe atma ölçüsüzlüğüne ve kolaycılığına kaçmamaktır. Geleneği ne bir bütün olarak kucaklayan, ne de onu bir bütün olarak mahkûm eden bir tutum İslami değildir. Sahih gelenek ile muharref gelenek farkını gözeterek, mevcut geleneksel birikimi, Kur’an ve bize kadar nesilden nesile yaşanarak gelmiş olan Rasulullah’ın Kur’an’a dayalı sahih Sünnet’i çerçevesinde yeniden gözden geçirmek, ona tarihsel süreçte ârız olmuş bulunan hurâfatı ayıklayıp sahih geleneği ihya etmek, meşakkat gerektiren ve fakat dünya ve âhiret saadetimiz için gerekli olan bir tutum ve çabadır.

Her şeyden önce, “De ki: Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilmiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim” (Ahkâf, 66/9) ayet-i kerimesinin de işaret ettiği üzere şunu bilmemiz gerekir ki, İslam risaleti Rasulullah (a.s.)’la başlayan bir süreç değildir. İlk insanlardan bugüne nübüvvet silsilesiyle süregelen Rabbani dâvetin bir halkasıdır.

Dolayısıyla da, İslam dediğimizde miladi 7. asırda ortaya çıkan yeni bir durumdan değil, bir gelenekten söz ettiğimizi bilmemiz gerekir. “Nebevi gelenek”, “İbrahimi gelenek” gibi terkiplerle ifade edebileceğimiz bu durum(1), bize, bizatihi Kur’an’ın bildirdiği bağlamlardan kopuk bir “Kur’an bize yeter” söyleminin yanlışlığını, yüzeyselliğini ve köksüzlüğünü de ifade eder.

“Kendilerine okunan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet ve öğüt vardır” (Ankebut, 29/51) gibi ayet-i kerimeleri Kur’ani bütünlüklerinden/bağlamlarından cımbızlayıp, sahih gelenekten, Kur’an’ın ilk ve en güzel pratiği demek olan Rasulullah’ın pratik örnekliğinden (Sünnetinden), Sîretinden bağı, bağlantısı koparılmış salt lafzi bir okuma/anlama yaklaşımıyla varılabilecek sağlıklı bir netice yoktur.

Burada bizi ifrat ve tefritten koruyacak yaklaşım, Kur’an’ın tek değil temel kaynak olduğu gerçeğinde ittifak etmek ve bir taraftan “tek kaynak” yaklaşımının getirdiği kaçınılmaz sığlık ve sapmalardan uzak dururken, diğer taraftan “temel kaynak” vurgusunun da pratikte karşılıksız kalmayacağı şekilde, Kur’an’la tüm kaynaklar, haberler, yorumlar üstü, asılların aslı, nihai hüküm mercii olarak olması gerektiği konumda irtibat kurmak gerekmektedir. Aksi takdirde, mevcut geleneksel anlayışlarda olduğu gibi, teoride “edille-i şeriyye”nin en tepesine yerleştirip, pratikte rivayetleri, mezheplerin icma hükümlerini, kıyasla varılan fıkhi içtihatları Kur’an’ın üzerine çıkarmakla Kur’an temel kaynak edinilmiş olmaz, olmamaktadır.

Zaten Kur’an akidede, fıkıhta, siyerde vs temel kaynak edinilmiş olsaydı, makale serimiz boyunca ele aldığımız anlatılar kaynaklarımızda yer bulamaz, Kur’an’ın süzgecinden geçemeyecekleri için siyer alanında eserler veren ilk müelliflerce tarihin çöp sepetine atılırlardı. Maalesef böyle olmadığı, Kur’an’ın temel kaynak oluşu tarihsel süreçte sözde, teoride kaldığı ve rivayet merkezli bir akide, fıkıh ve siyer anlayışı egemen olduğu için biz bugün bu konuları gündeme getirmek durumunda kalmaktayız.

“Haberlerin Kur’an’a Arzı” Usulünün Terki Faktörü

Müslümanların tarihinde, İslam’ı, hayatı, bizatihi Kur’an’ı, Rasulullah (a.s.)’ı ve onun sîretini Kur’an merkezli değil de rivayet merkezli anlama sorununu daha da müşkil hale getiren ise, merkezi bir konuma yerleştirilen rivayet malzemesinin Kur’an ve yaşanan/yaşayan Sünnet’e arz usulünün büyük ölçüde terk edilerek, salt sened tenkidiyle iktifa edilmeye başlanması olmuştur. Sened zincirleri üzerinde ortaya konan titiz çalışmalar, cerh ve tadil konusunda belirlenen sıkı ölçüler ve meydana getirilen “Rical” ve “Ensab” külliyatları devasa bir birikimi ifade etmektedir. Ne var ki, bu ciddi ve saygıdeğer çabaların “metin tenkidi” diye ifade ettiğimiz “haberlerin Kur’an’a ve Sünnet’e arzı” usulüyle birlikte yürütülmemesi, tabir yerindeyse bu çabaları tek kanatlılıkla malûl kılmıştır.

“İlk Kur’an Nesli” tanımını hak eden bir Kur’ani hassasiyet üzere yaşayan çekirdek sahabe neslinin bu konudaki örnekliği bilinmektedir. Onların, bilip tanıdıkları arkadaşları tarafından dahi dile getirilse, Rasulullah (a.s.)’a nisbet edilen bir haber işittiklerinde, o haberi öncelikle Kur’an ve Rasulullah’ın genel uygulamasına (Sünnet’e) arz etme yoluna gittiklerini görmekteyiz. Bu konuda öne çıkan isimler olarak, Aişe annemiz ile Mü’minlerin iki emri Ömer ve Ali (r.a.) ma’ruftur. İşin ilginç tarafı, bu öncü sahabilerin metin tenkidi konusundaki örnek yaklaşımlarını bize aktaranların, hadis kitaplarını tedvin sürecinde metin tenkidi usulü konusunda bir çaba içine girmemiş, sened tenkidiyle iktifa etmiş olan mevcut hadis kaynakları olmasıdır.

“Hadislerin ve haberlerin Kur’an’a arzı” konusunda tarihsel süreçte ve günümüzde çeşitli eserler kaleme alınmış ve alınmaktadır. Bu eserlerde, konuyla ilgili hadis kaynaklarında yer alan birçok misal bir araya getirilerek okuyucunun istifadesine sunulmuştur. 14. asır âlimlerinden Bedreddin Zerkeşî’nin, Türkçe’ye “Hz. Aişe’nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler” başlığıyla çevrilen (Otto Yayınları) “El-İcâbe Li-Îrâdi Me’stedrekethü Âişe Ale’s-Sahâbe” adlı eseri, bu alanda kaleme alınmış bir klasik eser olarak önemini korumaktadır. Suudi Arabistanlı ilim adamı Misfir b. Gurmullah ed-Dumeyni’nin yakın dönemde kaleme aldığı ve Türkiye’de “Hadiste Metin Tenkidi Metodları” adıyla yayınlanmış olan (Kitabevi Yayınları) eser de bu alanda dikkate değer bir çalışma olarak öne çıkmaktadır. Türkiyeli akademisyen Enbiya Yıldırım’ın “Hadiste Metin Tenkidi” adlı eseri de (Ensar Neşriyat) bu alanda faydalanılacak eserler arasında sayılabilir. Biz de “Kur’an’a Dönüş Çağrısı” adlı eserimizde müstakil bir başlık olarak bu konuya değinmeye çalışmıştık.

Bu konuyla ilgili Emir’ul Mü’minun Ömer (r.a.)’ın, Fatıma b. Kays’ın boşanmış kadına nafaka ve ev tahsis edilip edilmeyeceği konusundaki Talak Suresi 1. ayetle(2) mutabık olmayan tanıklığı karşısında dile getirdiği, kaynaklarda aktarılan “Unutup unutmadığını bilmediğimiz bir kadının sözü için Allah’ın Kitabı’nı terk edemeyiz” sözü(3) verilebilir.

Haberlerin Kur’an’a, Sünnet’e ve yanı sıra tarihsel gerçeklere arzı usulü, ilk nesilde olduğu gibi sonraki nesiller tarafından da diri tutulabilseydi, sui niyetlerle ve kasti olarak üretilip İslami değerleri tezyif ve tahkir eden, makale serimiz boyunca konu edindiğimiz türden haberler kaynaklarımızda kendilerine tabii ki yer bulamazlardı. Bugün yapılması gereken ise bellidir: Geçmişte hadis ve siyer kaynaklarının teşkili sırasında ihmal edilmiş olan “metin tenkidi” usulüyle kaynakları gözden geçirmek ve ayıklamaya tâbi tutmaktır.

Kur’an Öğretim, Sünnet/Sîret Ona Dayalı Eğitimdir

İslam’ı doğru anlamada Kur’an-Sünnet bütünlüğü elzemdir. Kur’an, İslam’ın öğretim boyutunu, ki bu her şeyin temelidir, Sünnet/Siyer ise bu öğretime dayalı eğitim boyutunu teşkil etmektedir. Dolayısıyla Kur’an’ı, Sünnet (Rasulullah’ın örnek pratiği-uygulaması) bağlamından, Sünnet’i de kaynağını teşkil eden Kur’an bağlamından ayrı düşünmek akıl kârı değildir. Bilindiği üzere öğretim teorik, eğitim ise pratikle ilgili hususlardır. Eğitimsiz bir öğretimin hayatla bağı kopuktur, öğretimsiz bir eğitim ise muhaldir. 

Rasulullah’ın Sîretinin/Sünnetinin, bizim için Kur’an’ı doğru anlama ve yaşama konusunda alternatifi olmayan bir örnek ve ölçü olduğunda kuşku yoktur. Nitekim Rabbimiz Kur’an’da bu gerçeğe çeşitli şekillerde vurgu yapmıştır. Rasulullah’ta bizim için en güzel örneklik bulunduğunu beyan eden(4) Rabbimiz, İslam’ı anlama ve yaşamada söz konusu örneklik ve eğitim boyutunun önemini, rasullerin niçin melek değil de insanlar arasından seçildiğine işaret ederken de vurgulamaktadır:

“De ki: Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, rasul olarak bir melek gönderirdik.” (İsrâ, 17/95)

Tek başına bu ayet-i kerime bile, Rasulullah’ın pratik örnekliğinin (Sünnetinin) İslam’ı anlayıp yaşama konusundaki ilzam edici niteliğini ortaya koymaya yeterlidir. Zira onun misyonu Kur’an’ı tebliğden, iletmekten ibaret olsaydı, bu durumda melek elçi ile beşer elçi arasında işlevsel bir fark söz konusu olmazdı. Farkın belirdiği nokta, öğretinin eğitime dönüştüğü pratik örneklik hususudur.

İşte Kur’an-Sünnet bütünlüğü dediğimiz husus; insanlar için kıyamete kadar geçerli kılınmış mutlak hidayet rehberi ile o hidayet rehberini Rabbani gözetim altında ferdi ve ictimai hayatta yaşanır kılarak, alternatifsiz pratik örneklik vasfına sahip olan Nebevi rehberlik arasındaki ilzam edici bağlamların gözetilmesidir. 

Bu bağlamlar gözetilmediğinde ortaya bugün ağır neticelerine tanık olduğumuz iki yıkıcı sonuç çıkmaktadır: Bir tarafta Kur’ani zemininden koparılmış, hurafe, bid’at ve makale serimize konu olan sui niyetli anlatılarla kuşatılmış bir Siyer ve Sünnet algısı; diğer tarafta ise Rasulullah (a.s.)’ın pratik örnekliğinin (Sünnetinin) devre dışı bırakılmasıyla meydana gelen boşluğu kendi hevalarıyla, keyfi yorumlarıyla dolduran, nesilden nesile ara verilmeden yaşayan Sünnet yoluyla bize intikal eden namazı bile, salat kavramı üzerinden yapılan lafzi kelime oyunlarıyla yok sayıp, dua, yardımlaşma gibi karşılıklarla izaha yeltenen hadsizlikler…

Kur’an-Sünnet bütünlüğü, İslam’ı bizim zihinlerimizde, kalplerimizde ve hayatlarımızda kaim kılacak, bizi istikamet üzere tutacak yegâne yaklaşım biçimidir. Tabi söz konusu bütünlük gözetilirken dikkat edilmesi gereken temel husus, Sîret’in/Sünnet’in Kur’an’a râci oluşu gerçeğidir. Rasulullah (a.s.)’ın kendisine ittiba ettiği, hükümlerine tâbi olmak ve kendisiyle hükmetmekle mükellef olduğu kaynak Kur’an’dır. Rasulullah’ın konum ve misyonu konusunda Kur’an’ın ifadeleri hep bu gerçeği vurgulamaktadır:

“De ki: Ben size ‘Allah’ın hazineleri yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Size benim melek olduğumu da söylemiyorum. Sadece bana vahyedilene uyuyorum. De ki: Görmeyenle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?” (En’âm, 6/50)

“Allah size açıklanmış bir şekilde Kitap indirmişken O’ndan başka hakem mi arayayım? Kendilerine Kitap vermiş olduklarımız onun Rabbin tarafından hak üzere indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma.” (En’âm, 6/114)

Rasulullah’ın hayatını konu alan Siyer’i, kendisinde şüphe bulunmayan(5), Rasulullah’ın hayatının rehberi durumundaki Kur’an’a tâbi kılmaktan, mevcut Siyer bilgi ve anlatılarını Kur’an’ın sağlamasına arz etmekten başka çıkar yol yoktur. Aişe annemizin (r.a.) tabiriyle “ahlakı Kur’an olan”(6) Rasulullah’ın bizim için bağlayıcı örnek hayatının, tarihsel süreçte Kur’an’ın hakemliğinden önemli ölçüde koparılarak çeşitli yanlış ve kasti anlatılara açık hale getirilmiş olan rivayet kültürünün kasvetli gölgesinden kurtarılması bizim için önemli bir sorumluluktur.

Dipnotlar

(1) “De ki: Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi.” (En’am, 6/161)

(2) “Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda iddetleri içinde (temizlik dönemlerinde) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah’tan sakının. Onları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar. Ancak apaçık bir hayasızlık yapmaları durumu müstesna. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa o kendine zulmetmiş olur. Bilemezsin, olur ki Allah bundan sonra bir durum ortaya çıkarır.” (Talâk, 65/1)

(3) Müslim, Talâk, 46

(4) “Andolsun ki, Allah’ın Rasulü’nde sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokça ananlar için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21)

(5) Bkz: Bakara, 2/2

(6) Müslim, Salâtu’l Musafirîn, 139

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *