Akidenin başına ne geldiyse ailenin başına da o gelmiştir

Akidenin başına ne geldiyse ailenin başına da o gelmiştir

Müslümanca bir toplum inşa etmek istiyorsak, önce ailenin Müslümanlaşmasını sağlamak zorundayız.

Akidenin başına ne geldiyse ailenin başına da o gelmiştir

Mehmed Durmuş

Bilindiği gibi aile, anne-baba ve çocuklardan oluşan, toplumun en küçük birimi olarak tanımlanmaktadır. Buna çekirdek aile, ya da basit aile de denmektedir. Elbette insanlık tarihinin tanık olduğu ilk ve tek aile tipi çekirdek aile değildir. Aksine, çekirdek aile, insanlığın son kalesi olduğu iddia edilen batı medeniyetinden zuhur etmiş, yeni bir durumdur.

Tarihte aile kuşkusuz ilk insanla birlikte başlar. Çünkü aile fıtratın ta kendisidir, aileyi oluşturmak için özel bir çaba gerekmemektedir. Nasıl ki bir çizgi bulmacanın verilen rakamlarını çizgilerle birleştirince bulmaca ortaya çıkarsa, fıtratı takip eden insanlar da aileyi kendiliğinden oluşturabilir. İlk insan (Âdem) yaratıldıktan hemen sonra, ona eş olarak kadın (Havva) yaratılmıştı. Yaratan tarafından yeryüzü, insanın vatanı olarak tasarlanmıştır. Erkek ve kadın yeryüzünde birlikte ikamet edecekler, kendilerine biçilen uzunca bir rolü birlikte oynayacaklardı. Ne kadınsız erkek, bu rolü tek başına oynayabilir, ne de erkeksiz kadın tek başına oynayabilir. Zira her şeyden önce, tenasülün devamı için kadın ve erkek birlikte var olmak zorundadır. Bu zorunlu birliktelikten çocukların hasıl olması erkeğe baba, kadına anne rolünü vermekte, evlenmekle kazandıkları ‘koca’ ve ‘karı’ (eş) rollerine çok önemli bir yenisi daha eklenmiş olmaktadır. Böylece aile kendiliğinden teşekkül etmektedir. İleride erkek ‘büyük baba’, ‘amca’, ‘dayı’, kadın da ‘büyük anne’ ‘hala’, ‘teyze’ gibi ilave roller almaya devam edecektir.

Hayvanlar alemi bile bize, ailenin fıtrî bir şey olduğunu göstermektedir. Her hayvan, doğurduğu yavrusunu, insanı duygulandıran olağanüstü bir merhamet duygusuyla bağrına basmakta, yavrusunu koruma uğruna pek çoğu ölümü bile göze almaktadır. Özellikle kuşların yavrularını besleme faaliyetleri ve yüksek yerlere yaptıkları yuvaları hayranlık uyandırmaktadır. İşte bu fıtrattır, fıtrat Allah’ın ayetlerindendir. Fıtrat saf yaratılıştır, bozulmamışlıktır, aslını inkar etmemektir, kendi özünden tiksinti duymamaktır, eşyanın tabiatını doğru okumaktır. Kısacası fıtrat, insanın kendisiyle ve Allah’ın yaratılış kanunlarıyla bütünleşmesidir. İşte bu nedenle, aile, insan hayatının olmazsa olmaz önemli bir parçasıdır. Aileyi yadsımak insanın kendi var oluşunu yadsıması demektir.

Tarihte ailesiz toplumlar olmuş mudur, aile yerine tamamen bağımsız ve ‘özgürce’ kadın erkek ilişkileri geliştirilmiş, isteyen istediği herkesle ilişki kurup, kadınlar ailesiz bir şekilde, istediği erkekten çocuk edinmiş, istediği kadar çocuk doğurmuş ya da doğurmamış, çocuklar sokakta, bir aile ortamında değil de şurada burada büyümüş müdür, kadınlar doğurduğu çocuklarına ‘oğlum’, ‘kızım’ dememiş, sıradan bir yabancı muamelesi yapmış mıdır, çocuklar da kendilerini doğuran kadına ‘annem’ demeyebilmiş midir, bilmiyorum. Ama herkesin bildiği ve katıldığı bir gerçek var ki, tarih boyunca aile hep olagelmiştir. Özellikle toplumların şekillenmesinde en büyük öneme sahip risalet kurumu, ailenin varlığı için en büyük sebep olmuştur. Çünkü Rasuller fıtratın sesi kimselerdir. Allah’ın yarattığı fırtatta ise bir değişiklik yoktur. Sünnetullah’da bir tebdil ve tağyir söz konusu değildir.

Geçmişte büyük aile geleneği mevcuttu. Büyük aile zannediyorum, insan fıtratı açısından çekirdek aileden daha fazla gayeye erdirici bir modeldi. Her şeye rağmen, çekirdek aile tamamen İslam dışıdır demediğim gibi, büyük aile tipi yüzde yüz İslamî de demiyorum. Uçarı bir zihin yapısıyla, “kurtuluşumuz tamamen çekirdek aile tipinden vaz geçip, büyük aile tipine dönmektir” de diyemem. Fakat gerçek şu ki, büyük ailenin erdemleri çekirdek aileden çok daha fazla idi. Çağımızın en büyük belası olduğunda kimsenin itirazı olmayan stres, büyük aile modelinde ancak en asgari düzeyde olabilir. Çünkü orada evin direği büyüklerdi ve her evde (hânede) yeteri kadar ‘büyük’ vardı. Büyük ailenin fertleri daha cemaatçi, kendilerine güvenleri daha ileri düzeydedir. Büyük okyanuslarda yaşayan balıklarla, küçük derelerin küçük balıkları aynı psikolojiye sahip olmazlar herhalde… Büyük ailede üç nesil bir arada yaşamakta ve nesiller arası uçurum en aza inmekteydi. Kültürel mirasın genç nesillere intikali, yani eğitim son derece daha kolaydı. Çünkü babaannenin dedikleri yasaydı. Aile içinde fertlerin yalnızlık çekmesi söz konusu değildi. İşbölümü, haklar ve görevler, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, adeta bir millet ya da ümmet hayatının, hatta bir devleti yönetmenin prototipi gibiydi. Büyük ailede ‘ben’ yok, ‘biz’ vardı. Bireycilik (individualizm) ve bencillik (egoizm) gibi ismiyle cismiyle gavurca kavramlar bilinmezdi. Kadınlar, erkekler ve çocuklar paylaşmak, derdine ortak olmak, yardım etmek, imece, ödünç vermek, ödünç almak, komşuluk gibi kavramlara çok yakından aşina idi.

Modernizmin iç tüzüğü gereği doğu toplumları batı kültürü istikametinde evrilmeye devam etmektedirler. Modernizmin girişiyle birlikte mesela genelde doğu toplumlarında, özelde ise Türkiye’de geniş ailenin pabucu dama atıldı, onun yerine modern çekirdek aile benimsendi. Artık günümüzde çekirdek aile tipini eleştirmek ve büyük ailenin faziletlerinden bahsetmek neredeyse ‘deli’ denmeyi göze almayı gerekli kılmaktadır. ‘Deli’ denmeyi göze alamadığımdan değil ama, büyük ailenin pratikte bazı sorunlarının olduğunu bilmiyor değilim. Bilhassa büyük baba ve büyük annenin bulunduğu ailelerde çocukların eğitiminde büyük babalar ve büyük anneler bazen olumsuz etken olmaktadırlar. Anne baba kendi çocuklarını istedikleri gibi eğitme konusunda zorluklar yaşamaktadırlar. Ayrıca genç çiftlerin ‘özgürlükleri’ bazen sıfırlanmaktadır.

Çekirdek aile, çağdaş siyaset ve toplum anlayışından bağımsız ele alınamaz. Demokrasi olabildiğince toplumu atomize edip, insanları bireyselleştirme esasına dayanmaktadır. Çünkü parçalanmış lokmaları yutmak daha kolaydır. Demokrasi kültüründe ‘birey’ esastır. ‘Human’ denilen insan teki adeta bir tanrı konumundadır. ‘Human’ kendi kendini tanrısallaştırmış, buna da ‘hümanizm’ denmiştir. Hümanizmde cemaat, ümmet, Allah rızası, Allah’dan korkmak, haram, helal gibi kavramlar geçilmiştir. Dolayısıyla, Vahyin, karısını boşamak üzere olan bir erkeğe “Allah’tan kork!” uyarısında bulunmasıyla, modern çekirdek aile toplumunda tek celsede boşanmanın hükme bağlanması arasındaki tezat, tesadüflerle izah edilemez. Modern aile, yani aydınlanmış hümanist kadın ve erkek, birbirlerini aldatmaya karşı “Allah’tan kork!” diye uyaracak bir uyarıcıya sahip olmadığı için, boşanmaların sayısı artmaktadır.

Türkiye gibi toplumlar aslında geleneksel büyük aile tipini ve yaşamını tamamen terk etmiş değiller. Her ne kadar aile dağılmış, büyük ailenin her bir birimi değişik illere, hatta yurt dışına serpilmiş, veya aynı şehirde başka semtlerde ikamet etmekteyse de, büyük oranda anne babaya, kardeşlere ve diğer yakın akrabalara bağlılık yine devam etmektedir. Bayramlarda, tatil günlerinde mutlaka anne-babanın başında toplanılmakta, akrabalık bağları tamamen kopartılmamaktadır. Fakat böyle de olsa, İslamî değerler ailede egemen değildir. İslam, Türk ailesinde, milleti millet yapan kültürel unsurlardan biridir sadece.

Toplumsallaşmada aile birinci faktördür. Bir çocuk bir ailede, bir yakın ve uzak akraba çevresinde gözünü açar. O henüz farkında değilse de, çevre ve akrabalar onun varlığının farkındadırlar. Kısa sürede çocuk da etrafının farkına varmakta ve o da akrabaları tanımaktadır.

Aile çocuk için bir dünyadır. Anne rahmi ve ana kucağı nasıl çocuğun ilk dünyası ise, aile de onun için ilk toplumsal alandır. Kendisi ile dış dünya, yani toplum arasındaki geçiş noktası, eşik ailedir. Dolayısıyla aile, bir ferdini topluma katmada, bir askeri birliğin kendi askerini eğitip savaşa hazır hale getirmesine benzetilebilir. Fertler (çocuklar) toplumun kültürünü aile sayesinde ya tamamen olduğu gibi alıp benimsemekte, ya da seçerek almakta, ailenin temel değerlerine uymayan kültürel unsurları elemesini ilk olarak ailede öğrenmektedir.

İşte bu açıdan aile çok ama çok önemlidir. Biz Müslümanlar, Müslümanca bir toplum inşa etmek istiyorsak, önce ailenin Müslümanlaşmasını sağlamak zorundayız. Aile bizler için çok büyük imkandır. Bir aile bütün fertleriyle bir ideolojiyi benimsediği, ona ölesiye sahip çıktığında, o aileden doğacak enerjiyi tahmin etmek bile insanı heyecanlandırmaktadır. Şu halde, Müslüman aileyi yeniden sağlam şekilde kurabilmek için, kadınıyla erkeğiyle Müslümanlar, ideolojik kirlerden arınmalıdır. Kur’an’ın daha ilk başta Elçi’ye “Elbiseni temizle (bütün kötülüklerden arın); Şirkten tamamen uzaklaş.” buyurması çok manidardır.

Peygamber efendimizin İslamî tebliğinin başarısında ailenin payı çok büyüktür. Gerek ‘kübrâ’ sıfatına gerçekten layık eşi Hatice’nin büyük desteği, gerek kızlarının ona inanması ve gerekse başta Ebu Talip olmak üzere amcalarının ve amelerinin (babasının kız kardeşleri) ona olan destekleri, hem kendisine moral olmuş, hem de siyasi açıdan üstünlük kazandırmıştır.

Bir toplumun fertlerini bir binanın tuğlalarına benzetmek mümkünse, aileyi de, sağlamlık açısından binanın kolon ve kirişlerine, hatta temeline, fonksiyon bakımından da binanın odalarına benzetmek mümkündür. Toplumun dayanıklılığı ailenin dayanıklılığı ile doğru orantılıdır. Bilindiği gibi Japonlar evlerini sağlam yaptıkları için, yedi şiddetindeki depremlerde bile can kaybına maruz kalmamakta, küçük sıyrıklarla atlatmaktadırlar. Ama Türkiye gibi doğu ülkelerinde aynı şiddette bir deprem onbinlerle ifade edilen büyük telefatlara sebep olmaktadır. Sosyal hadiseler de bundan pek farklı değildir. Bu durumu Kur’an’ın, Allah korkusu ve Allah rızası temeli üzerine bina yapanla, uçurumun kenarına bina yapıp, binasıyla beraber cehennem ateşine yuvarlanan insan temsili (9/109) çok daha mükemmel anlatmaktadır. Aile kurumu sağlam temeller üzerine oturan toplumlar, bugünkü bir çok sosyal buhranı yaşamamakta, maruz kaldıklarını da rahat aşabilmektedirler. Aile kurumu tevhidden sapmış olan toplumlar ise, büyük belalara dûçar olmaktadırlar. Amerika’daki bir kelebeğin kanat çırpışları o toplumlarda büyük bir fırtınaya dönüşebilmektedir…

İşte ailenin bu önemini iyi bilen, Müslüman toplumları batı tarzı hayat biçimine doğru evirmekle muvazzaf misyon-erleri, önce aileyi aile yapan temel değerlere saldırdılar. Müslüman toplumlarda aile kurumu büyük değişimler geçirdi. Bildiğim kadarıyla modern paradigmanın aileye yönelik ilk saldırısı kadın üzerinden oldu. Feminizm İslam’a yönelik mücadelenin önemli cephelerinden biridir. Bu mücadele henüz hitama ermiş değildir, süreç devam etmektedir.

Allah kadın ve erkeği birbirinin rakibi, düşmanı olarak değil, birbirini bütünleyen, birbirinin yol arkadaşı, bir hayatı birlikte yaşamak zorunda olan iki cins olarak yaratmıştır. Erkek kadının, kadın da erkeğin elbisesidir. Karı ve koca birbirlerinin velisidirler. İslam’dan başka, karı kocayı birbirinin velisi kabul eden hiçbir medeniyet yoktur. Kadın ve erkeğin birlikteliği, demirle betonun zoraki izdivacı kabilinden olmayıp, iki ruh ve bedenin, iki ayrı duygular dünyasının aşka dayalı, ahlakî, aklî, iradî, estetik bir izdivacıdır. Bu iki ayrı beden, bir yastıkta bir tek bedene, bir tek dünyaya dönüşmekte, duygularını, bilgi ve görgülerini, beceri ve hünerlerini, ahlak ve faziletlerini, din ve imanlarını, samanlığı seyran eden türde bir çatı altında buluşturmak gibi müthiş bir sanatı gerçekleştirmektedirler.

Bilindiği gibi, Müslümanların zihinsel çöküşleri nedeniyle batı felsefesi kavram ve kelimeleri İslami kavram ve kelimeler üzerine ciddi bir saldırı başlattılar. İslam akidesi, İslam siyaset felsefesi, İslam ahlakı, İslam hukuku bundan ciddi yaralar aldı. Bu yaralardan biri de kadın ve aile üzerinde açıldı. Fakat Müslümanlar yaranın merhemini yine düşmanın kendisinden talep ettiği için, merhem, ilaç olmak yerine kezzap oldu. Bu cümleden olarak, feminizmi Müslüman toplum için tam bir fitne sebebi sayabiliriz. Zira feminizm kadını ve erkeği birbirine düşman yapmaktadır. Feminizmin, geleneksel kadın erkek ilişkilerinde, kadının aleyhinde bulunan birtakım olumsuz davranışları kurnazca kullanmakta, sözüm ona, kadını özgürleştirmeyi taahhüd etmektedir. Tıpkı Şeytan’ın, Adem ve Havva’ya, eğer yasak ağaçtan tadarlarsa, ebedilik iksirini elde edeceklerini vaad etmesi gibi… Bu yönüyle de insan kitlelerini kolay kandırabilmektedir. Halbuki ‘kadını özgürleştirme’nin tam anlamı, belki bir tane bağdan kurtarıyorsa onlarca bağla kadını köleleştirmektir. Nitekim fiilî durum da tam budur.

Feminist bakış açısıyla bir aile kurmak, bu ailenin yuva olması mümkün değildir. Aile olsa olsa ancak, iki ayrı cinsin kurduğu bir şirket olabilir: İç tüzüğü olan, belirli temel kuralların kapı arkasına asıldığı, mesai saatleri belirli, patronu, ücretli personeli ve temizlik işçisi olan, kimsenin kimseye, ‘kanunla belirlenmiş haklar’ ötesinde bir şey dayatamadığı, gelir ve giderlerin kimler tarafından nasıl tasarruf edileceği belli olan bir şirket… Oysa İslam’ın ailesi bir yuvadır. Feminist ‘aile’yi, içinde soba yanmayan, mutfağından duman çıkmayan, içinde çocuk cıvıltısı işitilmeyen, işten, eğlenceden, kumar oynamaktan, cilt bakımından, zayıflama ritüellerinden v.b. arta kalan zamanlarda otel gibi uğranılan soğuk bir ‘ofis’ olarak düşünebiliriz. Müslüman aile ise, her ne kadar bazen rutini bozan tatsızlıklar olsa da, içinde sevgi ve şefkatin hakim olduğu, yirmi dört saat açık, hem duvarları, hem de atmosferi sıcak, ‘anne’nin, ‘baba’nın yer aldığı, dedenin, babaannenin hiç değilse ara sıra eve şeref verdiği, ‘yavrum’ diye hitap edilen hayatın en güzel meyvesi çocukların yer aldığı, kardeşliğin, ağabeyliğin, ablalığın, bacılığın sonuna kadar idrâk edildiği gerçek bir yuvadır. Müslüman ailesinde kimse kimsenin düşmanı, rakibi değildir. Orada ‘kaşık düşmanı’ yoktur. Çünkü zayıf olanlar güçlülere Allah’ın emanetidir. Orası bir şirket değildir. Kardeşler birbirleriyle dertleşirler, anne baba birbirinin yardımcısıdır. Bir bütün oluşturan iki taraftırlar. Herkes kendi yerini, görevini bilmektedir. Orada ‘hak’tan önce ‘görev’ ve kulluk bilinci esastır.

Modern cahiliyye, evi yuvadan ofise dönüştürdü ya, aile içinde yaşayan(!), yaşamak bahtsızlığını yaşayan kişiler perem perem oldular. Yani her biri bir yana savruldu. İçine alıcın girmiş kuş sürüsü misali, her birey kendine sığınılacak bir liman aramaktadır. Tabi ki bu sapmanın cezasını da en fazla çocuklar çekmektedir. Çöp sepetine atılmaktan kurtulduğu için belki bir zaman kendisini, tıpkı Ammar’ın annesi Sümeyye gibi şanslı görecek olan çocuklar, ne yazık ki ana kucağında değil, ismiyle cismiyle yabancı, bir tür modern çocuk temerküz kampları olan kreşlerde zorunlu ikamete tabi tutulmaktadırlar. Çocukken bu kamplara yolu düşmemiş olanlar da büyük ihtimalle bu bedeli ömrünün sonunda ödeyecek, yaşlılar için tanzim edilen yaşlılar temerküz kamplarında ömürlerini dolduracaklardır.

Modern şehirlerde zaman zaman gözüme, bu kreş ve yaşlılar evlerini çağrıştıran ‘Rehabalitasyon Merkezi’ yazılı tabelalar ilişmektedir. Kendi kendime soruyorum: Eğer bizim ailemiz bozulmasaydı, köküne modernizm suyu dökülmeseydi, insanımız kendi Din’inden, imanından irtidat etmeseydi bu tür merkezlere hacet kalır mıydı? Değil mi ki, esas olarak Müslüman ailesi bir rehabilitasyon merkezidir! Daha giyim kuşamıyla bana hiç güven telkin etmeyen, benim iç dünyama inmesini hiç mümkün görmediğim insanlar beni rehabilite edecekler! Kendisi himmete muhtaç dede, kaldı ki gayrıya himmet ede…

Aile kurumunun çözülüşü hızla sürmektedir. Benim kendi kişisel kanaatime göre bu çözülme bir süre daha devam edecektir. Çünkü bozulma bir süreçtir ve ailedeki bozulma, geneldeki çürümeden müstakil değildir. Bu genel çürümeyi ise durduracak, tersine çevirecek, kısacası dalaleti hidayete dönüştürecek çok ciddi bir müdahale de şu anda mevcut değildir. Yanlış anlaşılmasın, ümitsiz bir vaka ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek istemiyorum. Ben kesinlikle ümitvarım, İslam bu toplumu ve bütün toplumları dalaletten hidayete, zulumattan nura çıkaracak yegane kaynaktır ve bu olacaktır. Fakat şu anda kötü gidişin durdurulmasını hak edecek bir insani gayret gözlenmemektedir.

Kur’an’a yönelik yasakların artarak sürmesi, buna karşın Allah düşmanı her türlü ideolojik söylemin alabildiğine serbest olması elbette ailenin bozulmaya devam edeceğinin en açık delilidir. Kaldı ki, Türkiye gibi toplumlarda modernleşme henüz son sınırına kadar varmış değildir. Modernleşme süreci devam ettikçe özgür kızların sayısı artacak, ona bağlı olarak, evlilik kurumu önemini yitirecek, mevcut evliliklerde boşanma daha da artacak, boşanma olmasa bile aile içinde huzur, güven, saygı ve sevgi olmayacak, böylece ailesizleştirme süreci hızla ilerleyecektir. En azından yakın gelecekte, aile kurumunda biz Müslümanların beklentisi doğrultusunda ani bir ideal olana dönüş beklenemez. Yüzyıllardır süregelen inhiraf bir anda hidayet çizgisine kavuşamaz.

Fakat her şeye rağmen ben, gelecekten ümitvârım. İslam’dan şu veya bu kadar nasibini almış toplumlarda aile kurumunun tamamen yok olmayacağına inanıyorum. Önemli olan, mü’minlerin imanda sebat etmeleri, Kur’an’a bağlı bir hayat sürdürmeyi, yaşamlarının en aziz gayesi bilmeleridir. Bu bağlamda Müslümanların, tüketim çılgınlığına kapılmamaları, daha mütevazi olmaları, kendi Peygamberlerinin hangi imkanlarla yaşadığını sık sık hatırlamaları, kendilerine ‘ihtiyaçmış’ gibi dayatılan pek çok şeyin, gerçekten öyle olup olmadığını tefekkür etmeleri, azla yetinmesini bilmeleri, kendi eşine ve kendinin ya da eşinin akrabalarına daha yakın durmaları gibi ahlaki erdemleri nefislerine sindirmeleri elzemdir. Yoksa sadece lafla peynir gemisi değil, Müslüman aile de yürümeyecektir.

Fikir Dünyası, Sayı: 1, Güz 2004

(Venhar)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *