Bazı olaylar vardır ki, geriden görünüşü ile hakikati başka başkadır. O bazı olaylar etrafında duygularımızın taşması neticesindeki bağrışıp çağrışmalarımız olayın künhünü kavramamızı ve hakikatini bilmemizi imkânsız hale getirebilmektedir. Filistin/Gazze konusu böyledir.
Mehmed Durmuş
Gazze’deki durumu anlatmaya gerek yok çünkü dost-düşman herkes Gazze’de ne olduğunu ve ne olmadığını biliyor. Filistin Osmanlı bakiyesidir ve Filistin’in tapusu Türkiye’dedir. Sultan Abdülhamid’e ait çok sayıda tapunun -tozlanmak üzere!- Hazineye devredildiği bildirilmektedir. ABD’nin Ankara büyükelçisi Lübnanlı Thomas Barrack, Ortadoğu ile minnacık da olsa bir ‘ilgi’ kurabilmek için, dedesinin Osmanlı pasaportu ve cebindeki 13 Türk lirası ile Amerika’ya gelmiş olduğunu söyleme gereği duymaktadır. Türkiye ise -İncil’deki İsa’nın sözünden mülhem- çok büyük bir hazinenin üzerinde yatmakta ama hazine hiç yokmuş gibi hareket etmekte, dahası ‘hazineyi’ reddetmektedir.
On yıllar öncesinde eli kalem tutan biri, gün gelecek iki milyonluk Müslüman Gazze halkı bebek, yaşlı, kadın veya erkek demeden bütün dünyanın gözü önünde kıtır kıtır kesilecek, bu şeref timsali İslam beldesinin üzerine İsrail adındaki kuduz bir örgüt salınacak ve hiçbir gıdanın, ilacın, insanî hiçbir nesnenin girmesine izin vermeyecek, Gazze Müslümanları bu sefer de açlıktan ölecekler, o masum çocukların bakışlarına yürekleriniz dayanmayacak diye yazsaydı, pek kimse inanmazdı. En azından, Gazzeliler gıdasız bırakılmaz diye geçerdi akıllardan. Ama bunlar fazlasıyla doğru ve Gazzeli Müslümanların yaşadıkları ızdırap yüzünden insanlık da çeşit çeşit olmuş durumdalar.
İsrail ve ABD sadece Gazzelileri kademeli olarak imha etmekle kalmamakta, aynı zamanda (imanını yitirmemiş) tüm Müslümanları da kahretmektedir. Tek kelimeyle kahroluyoruz ama yine de Allah’a olan imanımız sarsılmamakta, daha da pekişmektedir. Çünkü biz Müslümanlar kusurumuzu çok iyi biliyoruz. Biz böyle bir kahroluşu çoktan hak ettik. Sorun İsrail’de değil, bizdedir. Gazze’yi yakan Siyonizm değil, biz Müslümanlarız. Çünkü tıynetinin gereği İsrail İsrail gibi hareket edecektir. Bir ümmet İsrail gibi büyük bir belayı öngörememişse, işte odur Gazze’nin gerçek katili. Allah’ın ne kadar cihad emri varsa, tamamını -fiilen- Kitap’tan çıkaran, cennet kılıçların gölgesi altındadır diyen Rasûlullah’ın sünnetini saça-sakala-sarığa dolayan biz Müslümanlar… Düşmanla el ele, kol kola, boyun boyuna, omuz omuza, diz dize işler çeviren, AB’nin eşiğine yüz sürüp, ayağına kapanan iktidarlara Mesih/Mehdi gibi sarılan biz Müslümanlar… Evet, Gazzeli kardeşlerimiz kıyımdan geçirilmektedir fakat biz de özgül ağırlığımızı temaşa etmekteyiz, Gazze aynasında. Bu bir sünnetullahtır. Öncelikle halimizi görmemiz, boyumuzun ölçüsünü almamız, tıraşımızın gözümüzün önüne dökülmesine izin vermemiz gerekiyordu.
Gazze cennetin çocuklarını gönderiyor ahirete de -inşaallah- bizler de aynı cennetten pay mı umacağız acaba?
Evet, boyumuzun ölçüsünü aldık ama çok az sayıda insan bunun farkındadır. Hamaset nutukları bütün cürümlerimizi örtmektedir. Silah sanayinin gelişmesi kitlelerin başını döndürmektedir ama o silahları kim ne zaman, kime karşı kullanacak, bu bilinmemektedir.
Türkiye yönetim ve halkın kısm-ı azamı olarak Gazze kıyımını ustalıklı bir sessizlikle geçiştirmektedir. Cumhurbaşkanı nutuklarında Gazze’ye sahip çıkıyor gibi konuşmakta, iş fiiliyata gelince hiçbir somut adım atılmamaktadır. Terör örgütüyle ticaret devam etmektedir. Siyasi olarak İsrail’in canını sıkacak, gücünü azaltacak bir eylemde bulunulmamıştır. Dışişleri Bakanlığının internet sitesinde Türkiye’nin İsrail’le de karşılıklı çıkarlar temelinde ikili ilişkiler tesis ettiği, ilişkilerde zaman zaman yaşanan sorunlara rağmen, İsrail’le diplomatik ilişkilerin hiçbir zaman kesilmediği itiraf edilmektedir. 7 Ekim 2023 tarihinde Kassam Tugayları’nın Aksa Tufanı hareketi başlamasaydı ‘başbakan’ unvanlı Siyonist kuduz Ankara’ya davetliydi. Türkiye İsrail’le ‘normalleşme’ sürecindeydi ve 7 Ekim’den sonraki iki yıl içerisinde bu sürecin durdurulduğu veya iptal edildiğine dair bir beyanat sadır olmamıştır. Siyonist sürünün Cumhurbaşkanı olacak kuduza Ankara’da yapılan karşılama töreni (2022) Türkiye’nin rejim olarak İsrail’in ne tarafında, Gazze’nin ne tarafında durduğunu lamsız-cimsiz olarak göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 18 Şubat 1952 tarihinde (Yunanistan’la birlikte) NATO’ya alınmıştır. AB sevdasıyla kavrulan Türkiye’nin önüne fasıl üstüne fasıl açılıp, kriter üstüne kriter konulup, adeta kapıda süründürülürken, NATO söz konusu olunca, kuruluşunun üçüncü yılında çarçabuk içeriye çekilmesi düşündürücü değil midir? Dışişleri Bakanlığı’nın sitesinde Türkiye’nin NATO üyeliği şu şekilde değerlendirilmektedir: “Türkiye, II. Dünya Savaşının ardından tarihi bir seçim yaparak özgür dünya ile birlikte, Batı Bloku’nda yer almayı tercih etmiştir. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi ile uyumlu olan bu politika, Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya üye olmasıyla taçlandırılmıştır. O günden bu yana NATO, Türkiye’nin savunma ve güvenlik politikasının mihenk taşını oluşturmuştur.”
Meğer Türkiye tarihi/özgür bir seçim yaparak, kurtuluş savaşı yaptığı ülkelerle aynı çuvalın içine girmiş, batı blokunu tercih etmiş, NATO’ya girmekle batı blokunu seçmesi taçlandırılmıştır. NATO Türkiye’nin savunma ve güvenlik politikasının mihenk taşıymış. Türkiye’nin mihenk taşı NATO ise, NATO Gazze’ye mi sahip çıkar, İsrail’e mi? Bu basit soru her şeyi açıklamaktadır; Şeyh Ahmet Yasin’in, “bir halk yok mu, hiç mi kimse yok?” çığlığı ile Ebû Ubeyde’nin, Gazze halkının ölümünü duyuran feryadı dahil.
Türkiye’nin NATO’ya girmesi, 1952’deki Demokrat Parti iktidarının aldığı bir karar neticesinde NATO’nun kapısının çalınması, onların da biraz düşünüp danıştıktan sonra Türkiye’yi buyur ettikleri şeklinde bir hikâye değildir. NATO’nun, Yunanistan gibi Türkiye’yi de dahil edecek şekilde kurgulandığından kuşku duymak için bir sebep var mıdır? Türkiye’nin NATO’yu istemesi için ne kadar iştah şurubu içirilmiştir, bilinmez. Çünkü Ortadoğu’da büyük bir bela üssü olarak İsrail’in ikame edilmesi için bugünkü NATO düzeneğinin tıpkısının aynısı bir düzenin kurulması gerekirdi. NATO’nun yazılımı, şer ekseni olarak İslam’ı bilecek şekildeydi. NATO’nun asıl gündemi İslam’dır. Ama NATO bize doğudaki komünizm tehlikesi masalını anlattı, minderini o masal üzerine serdi. Türkiye’de ‘komünizm tehlikesi’yle İslam’ın alt edildiğinin en açık belgesi FETÖ olayıdır. Muhafazakâr bir partinin iktidarında Dışişleri Bakanlığı kanalıyla NATO’nun işlevi böylesine örtülmekte, Türkiye’nin ve İslam ümmetinin başına açtığı belalar karartılmaktadır.
Türkiye NATO’dan önce, 1948 yılında kuruluşu ilan edilen İsrail’e yamanmıştır. 14 Mayıs 1948’de kurulan İsrail’i ilk tanıyan (28 Mart 1949) ülkelerden biri Türkiye’dir. Türkiye elan ‘terör örgütü’ İsrail’i ‘tanımaya’ devam etmektedir. Türkiye bir gün olur da bu ‘tanımayı’ yırtıp atarsa, o zaman İsrail’le ilişkilerin seyrinde farklı bir gelişme olduğu ortaya çıkacaktır.
Türkiye ile İsrail ilişkilerinden bahsederken ‘iki ülke’ olarak bahsetmek bile Türkiye’ye ayar vermektir. Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesindeki, “Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin geçmişi uzun yıllara dayanmaktadır.” cümlesi de ‘ayar vermenin’ ikinci bir hamlesi değil midir? Hangi İsrail’in hangi uzun tarihinden bahsedilmektedir? Acaba İsrail’in tarihi Lozan’a kadar mı götürülmektedir, onu bilmemekteyiz.
Türkiye, gerek NATO çerçevesinde ABD ve Avrupa, gerekse İsrail’le ancak işin ehlince yazılacak kitaplarla açıklanabilecek siyasi, iktisadi, kültürel vb. ilişkiler içerisindedir. Dışişleri Bakanlığı’nın tespitiyle, Türkiye Batı blokunun yanında yerini almıştır. Türkiye ABD’nin ve İsrail’in stratejik ortağıdır. Stratejik ortaklık noktasından bakınca Filistin’in, Gazze’nin nasıl görüneceği her türlü izahtan beridir.
İşte bu sebeple söylemlerde Gazze’ye arka çıkılmakta, İsrail yerilmekte fakat fiiliyata dönük hiçbir adım atılmamaktadır. Öte yandan iktidarın Gazze politikasını, daha doğrusu Gazze’de Türk dış politikasının adeta felç olduğunu yazan, konuşan, eylem yapan insanlar bir bakıma vatan haini muamelesine tâbi tutularak susturulmaktadır. İktidar çevresinde konuşlanmanın ‘nimetlerinden’ yararlanan kimi yazarlar bu tür uyarılara karşı iktidara ‘çelik kubbe’ görevi yapmaktadırlar.
Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy veren muhafazakâr kitlenin gözünü Gazze’nin ya Siyonist kurşunlarıyla ya da açlıktan can veren bebekleri de açmamaktadır. Şu anda en büyük sınavın en bariz aşamalarından geçmekteyiz. Kurulu düzenin ideolojisi değişmemiştir. Kurulu düzen İngiltere’nin, Fransa’nın, Amerika’nın ve İsrail’in gölgesinde kurulmuştur. Kısaca bu, ABD-İsrail eksenidir. İslam temeli üzerine kurulmayan, tek dostu Allah, Rasûlü ve müminler olmayan bir düzeni kim kurarsa kursun, onun yöneticisi olmak, onun ideolojisini benimsemeyi, onun ilahlarına şehadet getirmeyi gerektirecektir. Bir de bizim, dilimizle söylediğimiz değil, bizzat bütün hayatımız olarak yaptığımız itaat bizim dinimizdir. İtaatimiz kime ise, dinimiz de odur. Laik-demokratik sistem, sürücü koltuğuna kim oturursa, onu dönüştürmekte, tam olarak kendinden yapmaktadır. Muhafazakâr kitlelerin sürekli reddettikleri hakikat budur işte.
Son söz mü? Temmuz ayının sonunda Yahudi şehri New York BM’in bir konferansına ev sahipliği yaptı. (29-30 Temmuz 2025). Konferansta Hamas’ı elsiz-kolsuz bırakarak esir almayı hedefleyen yedi sayfa, 42 maddelik bir bildiri yayınlandı. Bildiri Hamas’ı kınamakta, silahlarını teslim edip Gazze’yi Mahmud Abbas yönetimine bırakmasını istemektedir. Bildiri Avrupa Birliği, Arap Birliği ülkelerinin yanı sıra 16 ülkenin imzasıyla yayınlandı. Bildiriyi imzalayanlardan biri de Türkiye’dir. Muhafazakârlar Gazze’yi Erdoğan’ın kurtaracağını söylüyorlardı. Demek ki küçük bir hesap hatası yapıldı ve Gazze’nin kurtuluşu hesabına, bu aziz şehrin ve aziz insanlarının Siyonistlere teslimi düştü. Erdoğan’ın dostu Trump Gazze şehitlerinin kemikleri üzerine sahil villaları dikebilecektir.













Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *