İslamcılık Cereyanı Neden Çözüm Üretemedi?

İslamcılık Cereyanı Neden Çözüm Üretemedi?

Yaşanan siyasi ve içtimai sorunlarda asıl mesele İttihatçılar değil, bizzat kurulan Avrupai parlamenter sistemin kendisi idi. İslamcılar, sistemin sorunlu olduğunu değil İttihatçıların siyasal olarak yanlış davrandıklarını düşünmekteydi.

Yakup Döğer

Osmanlı Devletinin gerileme ve çöküşüne giden süreçte devleti kurtarmak, İslam dünyasını toparlamak, toprak kayıplarının önüne geçmek için birçok kurtuluş düşünceleri ortaya çıktı. Bunların en önemlilerinden biri şüphesiz ki İslamcılık cereyanı idi. Günümüzde dahi varlığından bahsedilen ve İslamcılık olarak tanımlanan düşünce akımı, ne yazık ki, bidayetinden günümüze, sadra şifa bir çözüm üretemediği gibi, hemen her alana getirdiği yorumlarla yozlaşmanın hızlanmasına neden oldu. Kısacası İslamcılık bidayetinden günümüze sorunlara bir çözüm üretemedi.

Günümüzde İslamcılık üzerine yapılan tartışmalarda, İslamcılık eleştirisi yapılmasını yadırgayan İslamcılar, geçmişte seleflerinin yaptığı hataların İslamcılığa mâl edilmesine karşı çıkmaktalar, İslamcılığın köklerini çok daha gerilere götürmekteler. Biz de -âcizane- Müslümanların, İslam dünyasının çok sıkıntılı bir döneminde zuhur eden İslamcılığın, sorunlara çözüm üretememe nedenlerini irdelemeye çalıştık. Kanaatimizce ilk gününden bu zamana, aynı nedenlerden dolayı İslamcılık sorunlara çözüm üretememektedir.

Peki, İslamcılık cereyanı sorunlara neden çözüm üretemedi?

1- Devlet merkezli oluşu

Tanzimat’ın ilanından sonra, Osmanlı siyasal aklı yüzünü Batıya dönmenin gerekli olduğu kanaatine vardı. Osmanlı siyasal aklının amacı devleti çöküşten kurtarmaktı. Tanzimat’ın ilanının sebebi de bu düşüncesinin eseri idi. Dönemin aydın entelektüellerinin tamamı ve aynı zamanda askeri ve politik erkân, devletin kurtulması için yapılması gereken zaruri ıslahatları tespite çalışmış, hepsinin tek gayesi devletin çöküşten kurtulmasını sağlamaya çalışmak olmuştur.

Dolayısıyla dönemin araştırmacıları için ilk İslamcılar diye tanımlanan ve bizim de ilk nesil İslamcılar dediğimiz Genç Osmanlılar da, tek gaye olarak devleti kurtarmanın yollarını aramıştır. İlk nesil İslamcılarla başlayan devlet merkezli düşünce, değişen siyasi, iktisadi ve içtimai hadiseler karşısında, kendilerine özgü gerekçelerle mecburen İslam’ın muhkem naslarını tevil etmek, asrı hazıra göre yeniden yorumlamak zorunda kalmıştır. İslamcılık ilk bidayetiyle birlikte, devlet merkezli bir kurtuluş düşüncesi olarak kendisini göstermiştir.

I. Meşrutiyetin ilanı da, Tanzimat’ın ilanında öngörülen zaruretler çerçevesinde ilan edilmiş, yeni parlamenter ve anayasal düzen fikri, yine devletin bekasını merkeze alacak şekilde ortaya çıkmıştır. En çok tartışılan mesele, Müslümanların meclisinde gayrimüslimler olabilir mi?” üzerinde yaşanmıştır. Bu soruya gerek fıkıh külliyatı, gerek Peygamber sünneti, gerekse o zamana kadar birikmiş müktesebat cevaz vermemesine rağmen, dönemin ilmiye sınıfı, Devlet Bekası” öne sürülerek ikna edilmiştir.

II. Abdülhamidin meşruti yönetime son vermesi ve meclisi kapatmasının sebebi de, Devlet Bekası” gerekçesine dayanmıştır. Abdülhamide göre, meclisteki tartışmalar, çekişmeler, kamplaşmalar, mebusların birbiriyle olan münakaşaları, zaten zor durumda olan devleti içinden çıkılmaz bir girdaba sürüklemekte, yaklaşan Rus tehdidine karşı devlet yönetilemez hale gelmiştir.

Gerek Abdülhamid ve çevresinin gerekse muhalefetin ortak söylemi, Devlet Bekası” üzerine bina edilmekte, İslamcısından Batıcısına, iktidarından muhalefetine her kesim devleti kurtarmak gerektiği kanaatine sahip olmuştur. Bu kadar yoğun ve baskın devlet merkezli düşünce özellikle İslamcılar tarafından sahiplenilmiştir. Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, kim kurtarırsa kurtarsın, fakat devlet çöküşten kurtarılmalı” düşüncesi temel bir çıkış noktası olmuştur.

İlk olarak Yusuf Akçuranın, daha sonra ise Said Halim Paşa’nın ortaya attığı “Üç Tarzı Siyaset” teorisi de devletin çöküşten nasıl kurtulabileceğine dair tartışma zeminini hazırladı. Türkçülerin de, Batıcıların da, İslamcıların da tek hedefi vardı o da Devletin Bekası” idi. Fakat özellikle İslamcılar, II. Meşrutiyet sonra tamamen devlet merkezli bir düşünceye sahip oldular.

II. Meşrutiyetin ilanı ve Abdülhamidin tek adam iktidarına son verilmesiyle birlikte hürriyet ortamının oluşması, İslamcıların da fikirlerini neşriyat yoluyla açıkça söyleyebilmelerine imkân tanıdı. Bu dönemin bütün İslamcıları, Mehmed Akif, Elmalılı Hamdi, Said Halim Paşa, Mustafa Sabri, Manastırlı İsmail Hakkı, İzmirli İsmail Hakkı, İskilipli Atıf Hoca, Mehmed Fatin, Musa Kazım, Said Nursi, Mardinizade, Eşref Edip, Tahirül Mevlevi ve daha adını sayamayacağımız onlarca İslamcı, devletin bekasını savunan neşriyatta bulundu. Oysa devlette artık İslam’ın belirleyiciliği ortadan kalkmış, laikleşmiş, halife dahi devlet memurlarından bir memur seviyesine indirilmişti.

Devlet siyasi, iktisadi, hukuki, içtimai olarak değişip dönüştükçe, her geçen gün Avrupai bir tarza büründükçe, İslamcılar da devletle birlikte değişti dönüştü, bütün yorum ve yaklaşımları devleti muhafaza etmek üzerine yoğunlaştı. Mehmed Akifin verdiği bir vaazda, devletin ümmetin umudu olduğunu, eğer bu devlet çökerse bütün ümmetin harap olacağını ifade etmesi, günümüzde de muhafazakâr iktidar tarafından tekrarlanan aynı nakaratın sürekliliğini göstermesi açısından manidardır.

İslamcılık, bidayetinde devlet merkezli bir kurtuluş düşüncesi olarak ortaya çıkmasından dolayı, devlet değişip dönüştükçe, fikir de devlete paralel değişip dönüştü. Modern siyasi sistem meşrutiyetle idare edilmeye başladığında İslamcılar meşruti idareyi devletin bekası için savunmaya sahiplenmeye başladılar. Bir adım sonra devlet, cumhuriyet ve demokrasi idaresine geçince, İslamcılar bu kez de cumhuriyetçi ve demokrat oldular. Günümüzde de İslamcılar, devlet bekasını bütün fikir akımlarından daha çok savunur durumdadır.

2- Dini, asrı hazıra uydurma girişimleri

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, geri kalmışlığın sebebi Tanzimata kadar dine karşı lakaytlık” görülürken, Tanzimat sonrası geri kalmışlığa sebep dini yanlış anlamak” olarak keşfedilmiştir. İslamcıların bu yeni keşfi, beraberinde büyük bir kırılmayı da getirmiştir. Zira bu keşif örfsüz, âdetsiz, geleneksiz, tarihsiz, sonuç itibarıyla köksüz bir düşünce yapısı ortaya çıkarmıştır.

Dini yanlış anladığını” keşfeden İslamcılar, bir çıkış yolu bulmak zorunda kaldılar. Bu çıkış yolu da kaynaklara dönüş” ve Asr-ı Saadet’e” gitmek olarak kendini gösterdi. Avrupalı olmak ile Müslüman kalmak arasında sıkışan İslamcılar tarihi bir hata yaparak geleneksel İslam anlayışının bütün tarihi boyunca bir sapma içinde olduğu kanaatine vardı. Bu kanaat zamanla, İslamcıların kendilerini kendi elleriyle içine attıkları dipsiz bir kuyuya döndü. İslam ve Müslümanlık adına ellerinde hiçbir şey kalmamıştı ve lazım olacak ne varsa yeniden yorumlamak, tanımlamak gerekmekteydi.

Bir yanıyla modernleşmeye göz kırpan İslamcılar için bir bakıma bu durum yeni hayat tarzı için olumlu bir keşifti. Abduhun dediği gibi, Dinin saffet-i evveliyesine dönmek” zaruri olmuştu. Fakat İslamcıların hatası, belki de istedikleri, Asr-ı Saadet’e dönüp, o dönemi yeniden ele alıp, asrı hazıra göre yorumlamaktı. Öyle de oldu. Dini, siyasi, iktisadi, hukuki ve içtimai olarak asrı hazıra göre yeniden yorumladılar. Bu, yanlışların en başında gelenlerdendi, lakin öyle oldu.

3- Bağımsız muhalefet olamamaları

İslamcılar ilmi olarak oldukça donanımlı ve kültürlü insanlardı. Gerek ilmiye sınıfı, gerek aydın ve entelektüel sınıfı, gerekse askeri erkândan olanlar her bakımdan seviye olarak yüksekti. Fakat örgütlenme becerisinden ve siyasi basiretten yoksunlardı. İktidarda baskıcı despot sultan Abdülhamid vardı ve bu zalimden kurtulmak gerekiyordu. Lakin kendilerinde bunu becerecek ne örgütlenme ne de siyasi yapılanma vardı. Yoktu, yapmayı da beceremediler.

Örgütlenme ve siyasi oluşumu gerçekleştiremedikleri için bağımsız bir muhalefet odağı da olamadılar. Olamayınca İttihatçıların safında yer aldılar. Oysa İttihatçılar Batı merkezli düşünen, başlarında Auguste Comtenin hayranı olan materyalist Ahmed Rıza vardı. Buna rağmen böyle bir cemiyetten bırakın Müslümanlara insanlığa bile hayır gelmeyeceğini anlayamadılar. Abdülhamidin devrilmesi için İttihatçılara verdikleri destek bir zaman sonra kendi aleyhlerine döndü.

4- Tarihi tecrübelerden faydalanamamaları

Yukarıda değinmiştik. İslamcılar için Asr-ı Saadet’e ve Kaynaklara Dönüş, bir çözüm olarak görülmüştü. Bir yere kadar haklılık payları da yok değildi. Fakat Asr-ı Saadet’e ve kaynaklara dönüş nasıl sağlanacaktı? İslamcılar burada bir hata yaptılar. Tarihi tecrübelerden yararlanarak geriye doğru gitmek yerine, bin üç yüz yıllık tarihi tecrübenin üstünden atlayarak Asr-ı Saadet’e varmaya çalıştılar. Bu tavır, onlara istedikleri gibi manevra yapma imkânı vermekle birlikte, hangi olay karşısında nasıl davranacakları hususunda şaşkın bıraktı. Zira tarihin üstünden atlamaları, tarihin bütün tecrübelerini de görmezden gelmelerine neden oldu. Bu hususta yaşanan şaşkınlığın en acı itirafı da Ahmed Hamdi Aksekiden geldi. Akseki bu acı itirafı şöyle ifade etmekteydi:

Benim neslimin büyük günahı tarihini bilmemek, tarihine inanmamak ve bilhassa tarihinde kendinden bir şey devam ettiğine inanmamaktı. Gördüğümüz feci terbiyenin tesiri altında tarihi bir mezar ve bütün vekayii birer ceset gibi düşünüyorduk. Mazimiz bir dağdı, onu çıkmıştık, şimdi inmekle meşguldük. Ve talihin bizi iniş tarafında dünyaya getirdiğine kızmaktan başka yapacak bir şeyimiz yoktu.”

5- Batı merkezli düşünmeleri

İslamcılık tarihini araştıranların genel kanaati olarak İslamcılık, ulemadan ziyade aydın hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı son dönem aydını ise, hemen hepsi Avrupa görmüş, Avrupanın yaşam tarzından, davranış kalıplarından ve din ile olan ilişkilerinden etkilenmiştir. İslamcı aydınlar ister istemez Batı merkezli düşüncenin etkisinde kalmış, çözüm önerileri de Batı ile paralellik göstermiştir.

Aydınların bu yaklaşımı karşısında ise ilmiye sınıfı, şeri dairede kalınması gerektiğine dair, aydın sınıfını ciddi şekilde uyarmamıştır. İlmiyenin aydın sınıfını kontrol etmesi gerekirken, aydın sınıfı ilmiye sınıfını yönlendirmiştir. Bunun sebebi ise, Osmanlı son dönem aydınlarının Batı karşısındaki psikolojik ezikliğidir. Batı merkezli düşünen ve Batıyı referans alan İslamcılar, kendi toplumunun hassasiyetleriyle de ters düşmüştür. Said Halim Paşa “İçtimai Buhranlarımız”da bu meseleyi izaha çalışmıştır.

6- Dinin kurucu kavramlarını göz ardı etmeleri

Modernleşme ile birlikte siyasi, iktisadi ve hukuki olarak yeni bir düzen kurulmuştu. Malum olduğu üzere, her düzenin kendine özgü kurucu kavramları vardır. İslamcıların, eski imanlarıyla yeni düzene uyum sağlamaları ise mümkün görünmemekteydi. Haram-helal kavramlarının, aşılması imkânsız bir duvar gibi önlerinde durması, yeni düzene intibaklarını zorlaştırmaktaydı. Bu sebepten dinin kurucu kavramları ya görmezden gelinecekti ya da yeni düzene göre yeniden yorumlanacaktı, yeniden yorumlamayı düşündüler.

İslam’ın kurucu kavramlarından olan ilah, rab, veli-velayet, şirk, küfür, kâfir, tagut, müstekbir vb. kavramlar aşağı doğru çekilirken, yeni düzenin inşasında bahse konu olmadı. Bununla birlikte meşveret, meşrutiyet, meclis, anayasa, hürriyet, müsavat, uhuvvet, vatan, ıslahat, sayi gayret, tevekkül vb. kavramlar yukarı doğru çekildi. Kurucu kavramların hiyerarşik düzeni bozuldu.

Dinin kurucu kavramlarını mecbur kaldıkları oranda ele almaları kavramların anlam alanını alabildiğine daralttı. Bunun karşısında ise modernleşmeye kapı aralayan kavramların anlam alanı alabildiğine genişledi. Bu hususta en önemli örneklerden biri Manastırlı İsmail Hakkı’nın uhuvvet kavramından yola çıkarak vatan kardeşliğine varan yorumu, Mehmed Akifin tevekkül kavramına yüklediği anlamdır. İslamcıların bu tavrı, dinin kurucu kavramlarıyla yeni bir düzen inşasına gitmelerine mani oldu.

7- İktidar ve güce susamışlık

Gerek 20. yüzyıl başlarında gerekse 21. yüzyıl başlarında yaşananlarda görüldüğü üzere, İslamcıların iktidar ve güce olan zaafı, onları yanlış mecralara sürükledi. II. Meşrutiyetin ilanıyla İttihatçıların gölgesinde iktidara gelen İslamcılar, kısa süre sonra İttihatçılara muhalefet etseler de, kurulu düzende söz sahibi olmak için sürekli bir mücadele içinde oldular. İttihat ve Terakki Fırkası’na karşı İslamcılardan oluşan Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İttihatçıları devirmek ve iktidara gelmek için çok çaba gösterdi. 1913’te Bab-ı Aliyi basıp darbe yapmayı bile düşünmüşlerdi fakat İttihatçılar daha erken davrandı.

Oysa yaşanan siyasi ve içtimai sorunlarda asıl mesele İttihatçılar değil, bizzat kurulan Avrupai parlamenter sistemin kendisi idi. İslamcılar, sistemin sorunlu olduğunu değil İttihatçıların siyasal olarak yanlış davrandıklarını düşünmekteydi. Sistem doğası gereği, ait olmadığı gelenek ve kültürde, geleneksel toplum ve devlet yapısına uyum sağlayamıyordu, sağlaması da mümkün değildi.

İlk mecliste parlamentoya giren İslamcıların hiçbirisi ikinci mecliste kendilerine yer bulamadı. Bu onların iktidardan ve güçten uzaklaşmaları demekti. Tekrar iktidara gelmek, devleti yönetmek, gücü ellerine almak için her türlü yolu denediler. Nitekim 1918 sonrası İttihat Terakki’nin çökmesiyle birlikte iktidara gelen İslamcılar, İttihatçılardan intikam almanın her yolunu denediler. İslamcıların iktidara ve güce olan zaafları, onların gerçekçi çözümler üretmelerine mani oldu.

Kısaca meramımız nedir?

Eğer günümüzde de İslamcılık düşüncesinin varlığından söz ediliyor ve kendilerini İslamcı olarak ifade eden bir akım varsa: İslamcılık nedir? Kime İslamcı denir? İslamcılığın bugünkü sorunları nelerdir? İktidarla, güçle, parayla, sermaye ile politik aktörlerle ilişkileri nasıldır, nasıl olmalıdır gibi sorular net bir şekilde cevaplanmalıdır.

İslamcılık adına kimler konuşabilir? Laik Kemalist devletin tepe zirvesinde yer alanlar İslamcılık adına konuşabilir mi? Konuşursa sözlerine itibar edilir mi? İslamcıların devletle ilişkileri nasıl olmalıdır? Tarihi tecrübelerden nasıl yararlanacaklardır? Laik devlet tarafından kendilerine yapılan teklifleri nasıl değerlendireceklerdir?

İslamcılar, yazılarından ve sözlerinden uzaklaştırdıkları dinin kurucu kavramlarına yeniden dönebilecekler midir? Eski imanlarıyla yeni postmodern çağa ayak uydurmak için nasıl bir strateji izleyeceklerdir? Tarihsel süreçte en büyük eksiklikleri olan siyasi ve iktisadi örgütlenmeyi sağlayabilecekler midir?

Bunlar ve bunlar gibi birçok husus da aydınlatılmalıdır.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • mbozac
    3 Temmuz 2025, 17:33

    o tez o günkü haliyle zaten ölü doğmuştu, üretilmiş ve farklı amaç için işe koşulmuştu ve fakat bizler bugün yeni ve asla uygun bir ‘İslamcılık’ tanımlaması yapmak ve o iddianın ardında durmak durumundayız… farkı fark ettirmek için….

    REPLY