Ben Düşlerimi Sende Bıraktım

Ben Düşlerimi Sende Bıraktım

Defter kapanır, layık olduğu yere istiflenir. Yılların tozu pası üzerine perdelenir. Sonra biri gelir, unutulmuşlar yerinden edilir, yerinde yeller estirir, kayıp oldurur, kayıba karıştırır. Üzeri perdelenmişlerin ihtimamından söz edilmez…

Kendimizi Aramaklar Yolculuğu

Öykü, Şiir ve Fotoğraflar: M. Akif Coşkun

söyle bana istanbul
kapında bekleyen kaç mecnunun var
ben neden sende mahmurlandım

“Gözden ırak olan gönülden de ırak olur, sözünü sıhhate değer bulmuyorum.

Gönülde hakiki manada eğer bir yerimiz varsa, gözden ırak olma hali arttıkça gönüldeki yerimiz ve özlem de o kadar artar. Buna mesafeler engel olamadığı gibi bu hali daha da bir alevler. Gönülde şayet bir yerimiz yoksa, gözden ırak olma haliyle bu gerçek teyid edilmiş olur. Gönülde bir yerimiz olduğunu gözden ırak olmakla anlayabiliriz ancak. Gözden ırak olmakla gönülden ırak oluyorsak zaten o gönülde hiç olmamışız demektir.” (Cahit Abi)

İstanbul’dan ayrılalı yirmibeş  sene olmuştu. Yirmibeş sene iki ay sekiz gün. Kitabevinden çıkıp evimin yolunu tutarken  nerden düştü bu aklıma şimdi. Zihnimde Cahit abinin söylediklerini mütalaa ederken bir yandan kafamdan savuşturmak istediğim ve her defasında yenildiğim İstanbul düşüncesi.

Gecekondu evlerin arasından geçiyorum. Hava serin. Dışarda kömür kokusu. Bu kokuyu seviyorum. Kimsecikler yok sokakta. Ara ara tek tük insanlar bölüyor bu yalnız ve ıssız sokakları. Sokak lambaları  kocaman bir nokta büyüklüğünde asfaltın karanlığını aydınlatıyor. Ara ara aydınlanıyorum. Huzurum kaçıyor, rahatsız oluyorum. Gece karanlık olmalı. Gece aydınlanmamalı. Ağır ağır yürüyorum. Acelem yok. Evde bekleyenim yok. Cahit abinin söyledikleri geliyor aklıma. İstanbul düşüncesi ağır basıyor bu sefer.

bu yol karanlık sokaklara sürer izini
üzerime taşlar mı yağdı
ayaklarımdaki can izleri kime ait
ben kimin kanlısıyım
bir anı buldum takvim yaprağına mahzunmuş
ne yana baksam saat şıkırtısı
ne yana dönsem aynı gözlerin hicabıyım

Ne zaman İstanbul’un adı geçse, ne zaman fotoğrafını görsem İstanbul’un, içimde o sızı, o hiç bitmek bilmeyen sancısı kemirir durur beni. Bile bile yönümü değiştirmem bu yüzden. İstanbul benimle hesaplaşmaktan vazgeçmeyecek gibi. Sürekli günahımla yüzleştirmekten vazgeçmeyecek gibi. Ne geçecek eline. Sana ettiğim haksızlıkların bilincinde değil miyim sanıyorsun? Bilmez miyim ben yoksunluğun cefasını? Pişmanlıklarımla yüzleştikçe sana olan mahcubiyetimin arttığını nasıl görmezden gelirsin?  Tam da içselleştirmeye başlarken, kendimi senden kaybedişimi izah etmekte zorlandığımı görmüyor musun?

Defter kapanır, layık olduğu yere istiflenir. Yılların tozu pası üzerine perdelenir. Sonra biri gelir, unutulmuşlar yerinden edilir, yerinde yeller estirir, kayıp oldurur, kayıba karıştırır. Üzeri perdelenmişlerin ihtimamından söz edilmez. Herkes bağrında aynı acıyı mı yaşıyor ki, herkesten aynı hassasiyeti beklersin. Herkesin kapatmakta olduğu, unutmak istediği, kaybetmek istediği defteri yok mudur? Onlar da kaldırılmalı, üzeri perdelenmeli ve kaybedilmeli değiller midir?

ben düşlerimi sende bıraktım
dostlarımı da
gittikçe ufalan bu resimde
bana yer yok

Ben o defteri kaybettim ey İstanbul. Ben sana zaten çok gecikmiştim.  Seni hatırlamak istemiyorum.  Çünkü seni hatırlarsam, günahlarımı hatırlamış olurum. Seni hatırlarsam kendimi hatırlamış olurum. Bana kendimi hatırlatma İstanbul. Ben dostlarımı da seninle birlikte tarihimin raflarına istifledim. Kucağında büyüttüğün ne çok dostlarım vardı. Her birini o kadar çok özledim ki. İsimleri, suretleri daha dün gibi aklımda. Gitme diyordu bir dostum. Gidersem sadece İstanbul’u değil, kendimi de terkedermişim. Gitme, diyordu  bir dostum. İstanbulmuş benim asıl mürebbiyem. Gitme diyordu işte, hala kulaklarımda yankısı. Ben dostlarıma da haksızlık ettim biliyor musun? Onlarla yüzleşmeye yüzüm yok. Ben sadece seni değil, dostlarımı da kaybettim o defterde.

Daha dün sabah Selim’in rehbere düştüğü mesajla yine buldun beni. İstanbul’dan bir dost izimi sürmüş, aramış beni, numarasını bırakmış. Adını vermemiş, sadece arasın demiş. Kopamıyorsun işte. Geçmişin sokaklarında ayak izleriyle imzalanırsın. Kopamazsın. İmzanı tanıyan sadece dostlarındır. Dostlar imzanın peşine düşer. Dostlar arar, dostlar arattırır.

içimde mahpus bir istanbul
kıskanır beni doğurgan şehir
ne yapayım
bölünmeyeydi yolum

Eve doğru yaklaşıyorum. Hava serin. Caddeler serin. İçim alev topu. Bir rüya görmüştüm. Nereye gittiklerini bilmediğim bir kafilenin arasındaydım. Benim bu kalabalığın arasında ne işim vardı? Nereye gidiyorduk? Bilmiyordum. Biraz ilerliyorum. Sonra, az ilerde kafilenin dışında gözleri beni arayıp bulmanın sevinciyle bekleyen Fatih’i görüyorum. Hiç değişmemiş. Beni kolumdan tuttuğu gibi kalabalıkların arasından çekip çıkarıyor. ‘Nereye gidiyorsun?’ diyor, ‘Biz burdayız.’ Sarılıyoruz birbirimize, özlemle. Eteklerimizdeki hasret bir bir dağılıyor etrafa. Kafamı sol tarafa çeviriyorum. Bütün dostlarım beni karşılamaya hizalanmış bekliyorlar. Her biriyle kucaklaşıyorum. Her birinin yüzünde o giderken bıraktığım samimiyet. Rüya işte. Hayra yormak lazım. Gözlerimin yaşı yanaklarımı üşütüyor.

ben sana gelemem istanbul, kıyamet kopar
bırak ezanlar okunsun, güneşin kızıllığı yakışıyor sana
daha görecek günlerin var

Geri dönüşü olmayan bir yolda yürüyoruz. Üzerimizde onca yılın kiri ve pasıyla devam ediyoruz. Yakamıza bulaşan günahımızla sevabımızla tamamlanıyoruz. Arkamıza dönmek yasak. Arkamıza bakmadan yol almamızı öğütlediler bize. Ben yine dayanamıyor, arada bir arkama bakmaktan alamıyorum kendimi. Fakat seni göremiyorum. Ne seni, ne de dostlarımı. Zaman zaman hafif bir rüzgar esiyor yanağıma. Biliyorum, o sensin, kokundan tanıyorum seni. Biliyorum, acımı tazelemek için yokluyorsun beni. Bir gün galibiyetinin zaferini kutlayacaksın, seziyorum. İşte o gün, belki de ilk defa mağlup olmamın hazzını yaşayacağım ben de.

Evime geldim. Selim uyumuş. İki katlı apartmanın ikinci katında, iki odalı bir ev. Diğer odada bu şehre geldiğim günden beri evi paylaştığım ev arkadaşım Selim. Ne aynı tabiyatı paylaşırız kendisiyle, ne de aynı havayı. Sadece evi paylaşırız. İnsan bu yüzden bazen kendi refahı adına bazı şeylere katlanmak mecburiyetinde kalabiliyor. Ama iyi bir insandır Selim. Aynı tabiatı ve havayı paylaşmasak da bizi aynı zeminde tutan şey İstanbul kadar uzak ama İstanbul kadar iyi oluşudur. Bugün her şeyi İstanbul’a bağlamakta kararlıyım.

ey istanbul
ey yoksul sokaklarında hakikatimle yüzleştiren şımarık çocuk
sana bir mektup bıraktım
sana bir şiir yazdım
sona bir temenni, hüvel baki, belki
belki o zaman anılaşılırım

Elimde rehberden yırttığım o sayfayı tutarken, gözlerim pencerenin ardında, ıssız ve karanlık caddede sahnelenen İstanbul’u seyrediyor. İstanbul’a ait hatıralarım, serencamım, ızdırabım hiç bu kadar, bugünki kadar beni sarsmamıştı. Öylece caddeyi seyrediyorum. Bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden akıyor İstanbul hikayem. Hikaye sona doğru yaklaştıkça öfkem birden kabarıyor, hasretim ve pişmanlığım birbirine karışıyor, hikayeyi tekrar başa alıyor ve ancak böylece teskin oluyorum. Ne zaman sona yaklaştığını seziyor olsam yine başa alıyorum. Durmadan başa alıp aynı pencereden, aynı caddede, derinliğine dalıyorum İstanbul’un. Elimde, buruşturduğum telefon numarası, gözlerim pencerede, aklım İstanbul’da, ara ara Cahit abinin söylediklerinde ve ben, ben o kalabalığın arasındayım. Kalabalıkla birlikte nereye yol aldığımı bilmeden ilerliyorum. O kalabalığın arasından beni çekip çıkaracak bir Fatih’i gözlüyorum. Kalabalık ilerliyor, ayaklar ilerliyor, ben ilerliyorum. Ne Fatih’i görebiliyorum, ne de dostlarımı. Öyle ya! Onlar sadece birer rüya idi.

İstanbul bir rüyadır. Rüyaların ömrü kısadır. Tekrar kendime geliyorum. Cadde bomboş. Sadece elinde el feneriyle çöp bidonlarını karıştıran bir karaltı. İstanbul’dan eser yok. Ne Fatih’ten ne dostlardan ne de… Sadece elimde buruşturulmuş bir kağıt parçası, bir telefon numarası, isimsiz bir dost havadisi ve onunla olan imtihanım. Yatmalıyım.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *