Deprem

Deprem

En olması gerekenin maddi manevi destek olduğunu oraya acilen ulaşan yardım ekiplerinin çağrılarından anlıyorduk. Bu konularda bizim insanımız inanılmazdır. Yardım konusunda, lokmasını bölüşmekten asla sakınmaz. Ben bu özelliğimizin İslam inancımızın, yani dinimizin bize olan uyarıları sonucu olarak toplumumuzda yerleştiği kanısındayım.

Mukaddes Özkan

Ne diyeceğimi, nasıl başlayacağımı bilmeden bir şeyler yazabilmek için oturdum bilgisayarın başına.

Duygular aklın önünde, akıl çaresiz kalmış gördüklerinin karşısında. Zaman ilerledikçe ekranlardaki enkaz görüntülerinin sanki ben de altında kalmış gibiydim. Sonunda önce Allah’a, sonra umutlara sığınıp, enkaz altından gelen seslere, oralardan çıkacak canlara umut bağlayarak biraz olsun toparlanıp bu durumda ne yapılması gerekir diye düşünmeye çalıştım.

En olması gerekenin maddi manevi destek olduğunu oraya acilen ulaşan yardım ekiplerinin çağrılarından anlıyorduk. Bu konularda bizim insanımız inanılmazdır. Yardım konusunda, lokmasını bölüşmekten asla sakınmaz. Kendi yemeyip giymeyip ihtiyacı olana vermek konusunda kimse bu ülkenin insanları için aksini söyleyemez. Ben bu özelliğimizin İslam inancımızın, yani dinimizin bize olan uyarıları sonucu olarak toplumumuzda yerleştiği kanısındayım. Bu din bize paylaşmayı, vermeyi öğretti her zaman. İnanın, inancı zayıf olanların, hatta işi inkara vardıranların bile yaşadıkları çevrenin etkisine farkında olmadan kapıldıklarına şahit oluyoruz böyle zamanlarda. 

Burada Muhammed Esed’den kısa ama konuyla ilgili bir anıdan bahsetmeden geçmek istemedim. Esed Müslüman olmadan önce Arabistan’da bir seyahate çıkmış. Sina çölünde ilerleyen trende karşılaştığı bir Arap yolcu çıkınını açıp içindeki ekmeğini, katığını ikiye bölüp yarısını ona ikram edince şaşkınlığını saklayamamış. Sonraları düşündüğünde o bedevinin bu davranışı küçük de olsa, kendindeki o büyük değişimin ilk nedeni olmuş. (Arabistan’da bir süre yaşadıktan sonra Müslüman oldu Esed) Çünkü insan fıtratı aslında iyiye, doğruya ve güzele meyyaldir. 

Bu yıkımı, enkaz haline gelmiş onca şehirleri, köyleri, çaresiz insanları görüp de etkilenmeyen, bu durumu sadece kendi çıkarlarına alet etmeye çalışan çapulcu takımları da yok diyemeyiz. Böyle bir ortamda talana tevessül etmek, kargaşa çıkarıp, zaten neye uğradığını şaşırmış durumdaki insanlara manevi bir yıkım daha yaşatmaya çalışanların insanlıktan nasibini aldıklarını hiç sanmıyorum! İşin doğrusu bunu, yani bunu yapanları mercek altına alıp derinine sorgulamak gerekir. Biz, daha doğrusu bizim toplumumuz nasıl bu hale geldi, gelebildi. Geçmişte yaşanan o insanca, müslümanca davranışları ne ara kaybettik? Hani sabah dükkanını açtığında gelen müşteriyi ben siftah ettim sen karşıdakine git o daha siftah etmedi diyen esnaf hani nerede? Şimdi bu durumu bile fırsat bilip fiyatları iki üç katına çıkaran esnaf mı? Bunları düşündüğümüzde de, adil olursak, kapitalizm denen canavarın insanları nasıl bu hale getirdiğini apaçık görürüz.

Canlıyı sevmek insanoğlunun insan yaftasına layık olmasının olmazsa olmazıdır bana göre. Canlıyı sevmek, Allah’ın yarattıklarına değer vermek acaba, onlara mezar olacak lüks daireler yapmak ve milyonlarca liralara satmakla ilişkili mi dersiniz? Hayır burada insan sevgisi, canlı sevgisi diye bir kavrama rastlamak mümkün değil. Burada bir sevgi var ama bu, maddeye olan ruhsuz ve sahibini aşağılayıcı bir sevgi. Para sevgisi. Bunun adına paradan gözü dönmüşlük hali denir ancak.

Allah, “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” diye buyuruyor Kamer suresi 49’da. Bir başka ayet, Şura suresi 30 ayeti bize tam da bunu anlatıyor: “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.” 

Araziyi hesaba katmazsanız, yaptığınız işi hakkıyla yapmayıp baştan savarsanız başınıza gelecekleri kendi elinizle hazırlamış olursunuz. Peki bu işi yapanlar sorumlu da sorgusuz sualsiz yapılanlara talip olanların hiç mi günahı yok? Bu konuda hepimiz sorumluyuz. Ben şu anda oturduğum eve taşınırken acaba sağlam mı değil mi diye aklıma bile gelmedi. O zaman, ya çaresine şimdiden bakacağız, ya da başımıza gelene katlanacağız. Allah’tan gelene amenna ama Allah tedbirini al sonra bana emanet et demiyor mu…

“İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Ali İmran, 159)

Binanın kolonları kesiliyor, şikayet edersek dairelerimizin değeri düşer mantığına şaşmamak elde değil. Şu anda o daireler enkaza döndü. Belki de bunu söyleyenlerin çoğu o enkazın altında can verdi. Artık bundan sonra söyleyecek bir şey bulamıyorum bu konuda, tam da burası sözün bittiği yer.

Bir de işin tefekkür boyutu var. İbret boyutu var. Enkaz altından dört gün sonra çıkarılan on yedi yaşında bir delikanlı, daha henüz oradayken, yani enkazdan henüz tam olarak kurtulmamışken, gün ışığını gördüğünde yaşadıklarını öyle güzel anlattı ki söylediklerinden etkilenmemek mümkün değil:

‘Ben orada çok şey düşündüm. Yaptığım yapmadığım her şeyi hatırladım. Yapmamam gerekenleri yaptığım için pek çok yaşadıklarımdan pişmanlık duydum.’

O yaşta, o ortamda bu özeleştiriyi yapabilmek inanılmaz. Darısı hepimizin başına. İbretlerle dolu dünyamızda kendimizi gözden geçirip, yanlışlarımızı doğrularımızı görmemizin zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.

Biz madem ki Müslümanız, o zaman içinden çıkamadığımız sorunlarımıza ancak yüce kitabımızın ışığında cevap bulabiliriz. 

Adeta küçük bir kıyamet gibiydi depremle birlikte yaşananlar. Mezarlar bile yerlerinden oynadı, Kur’an’daki kıyamet tarifindekine benzer görüntüler çıktı ortaya.

Bu, orada yaşayan depremzedeler için de, bizim için de büyük bir imtihan. Onlar, bütün bunlara dayanabiliyorlarsa, hala şükredebiliyorlarsa Rableri tarafından mutlaka ödüllendirileceklerdir. Bizler de onlara her türlü desteği sağlamakla, insanlık görevimizi yerine getirebilirsek belki bu imtihanın sonucunda Rabbimizden hoşnutluk ödülüne layık olabiliriz.

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35)

Kim bilir belki de bu, Rabbim dediğimiz, O’nun bizim için yolladığı İslam’a sahiplendiğimiz halde, Kur’an’ı baş tacı ettiğimiz halde onun ne dediğini önemsemeyerek heva ve hevesimizin peşinde gitmeye devam etmemizin bir uyarısıdır.

O binaları yaparken ve satarken kul hakkı diye bir şey aklımıza geldi mi? Yetimin malına göz diktik mi, tartıyı doğru tarttık mı, zina ile ne kadar mesafe koyduk araya? Allah’ın yasak ettiklerinden ne kadar uzak olabildik acaba? Haram lokma ile beslendik mi? Biz Müslüman gibi mi yoksa küfür ehli gibi mi yaşıyoruz?

Evet maalesef küfür ehlini taklit ederek, onların bize dayattıklarını sorgusuz sualsiz yaşıyoruz. Laiklik bizim neyimize, demokrasi bizim neyimize? Bize İslam niye yetmiyor?

Bu arada Soljenitsin isimli Nobel ödüllü bir Rus yazarın yıllar önce yazdığı bir kitabında rastladığım bir cümleyi aktarmadan geçmek istemedim. Yazar diyor ki, dünyayı yöneten bu iki sistem, insanlığı uçurumun kenarına getirdi. Üçüncü bir yol bulunmazsa insanlık mahva doğru gidiyor. Yazarın bahsettiği iki sistemden biri Komünizm diğeri ise Kapitalizm. Yazarın üçüncü bir sistem önerisi var ama önerdiği bir sistem yok. O belki İslam’dan haberdar değil. İslam’ın insan doğasına en uygun olan yönetim biçimi olduğunu bilmiyor sanırım. Ama ne yazık ki Müslümanların çoğunluğu da bunun farkında değil. Çünkü Kur’an’ı ölülere, hastalıklara, dünya nimetlerine ulaşmak için okumak gibi bir inancımız var. Bunu sorgulamaya da çoğu cesaret edemiyor ne yazık ki. Halbuki insanı yaratan Rabbi, ona en doğru yolu da bu Kitap’ta gösterdi. Çünkü yarattığını en iyi tanıyan, onun için en iyisini bilen yine onu yaratandır.

“Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin, kuşkusuz Allah iyilik edenleri sever.” (Bakara, 195)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *