Ve şimdi…

Ve şimdi…

Evet şimdi ‘depremin hatırlattıkları’ konusu etrafında yazılanlar, konuşulanlar bir süre daha devam edecektir. Bizim değinilerimizin altına üstüne yenileri de eklenebilir. Ama mesele inanın hep ‘insan’ odaklı… Onun tahlilinden geçiyor.

Mustafa Bozacıoğlu

Ve şimdi, bir kere daha, tekraren, kaçıp durduğumuz ‘ölüm’ hakikati üzerinde durmak, düşünmek zamanıdır, yaşadığımız deprem ayeti vesilesiyle…

Ve şimdi, her zaman olması gerektiği gibi ve ne yazık ki her zaman ihmal edildiği gibi yeniden, silkinerek tefekkür etme zamanı… Başlarımızı iki elimizin arasına alarak yine yeniden düşünme, akletme, fikretme zamanı…

Gel gör ki bu farziye, bir faraziye ve daha kötüsü bir fantezi, nostalji ve çoğunlukla bir gereksiz ameliye gibi görüldüğünden kitleye lüks gelmektedir. Kimse olandan bitenden yüksünmeden, yerinden yekinmeden, topu taca atacak, başını kuma gömerek kurtulma vehmi yaşayacak derecede bu farzdan (Metin Ö. Mengüşoğlu’nun ‘Düşünmek Farzdır’ kitabına atfen) imtina etmekte, handiyse fersah fersah kaçmaktadır! Korkunun ecele faydası yok! Her ne kadar kör ve sağıra yatılsa, görmezden işitmezden gelinse de ölecek; aklımızdan, fikrimizden, bunların dolayısıyla kavuşturulduğumuz yetilerden, bulduğumuz nimetlerden sual edileceğiz. 

Her ölüm bizlere bir nasihattir. Daha da önemlisi galatı meşhurla kıyameti (aslı ‘saat’ olacak, kıyamet yeniden dirilişi, kabirlerden kalkışı ifade eder) hatırlatır. Amma nerede o bilinç hali, o gerekli dersi alıp sonrası için tedbirli olma süreci… Kaçış nereye?! Mümkün mü?

Ve şimdi, yeniden kulluğumuzu, insan olgusunu hatırlama, fıtrat ayarlarımıza geri dönme, istikameti, hedef(ler)i gözden geçirme, frekans ayarlarını kontrol etme, alıcılarımızı açma, doğru kanala kanalize etme zamanıdır.

Kulluğumuz gereği tabi olduğumuz imtihan süreci, nasıl yaratılmışlığımız gerçekliğini göz önüne seriyorsa –ki marazi olan aksi düşüncelerdir, batıl onlardır ve akla mantığa rağmen bireysel olarak rablik ilahlık iddiasıdır, nefsin ve hevanın ilah edinilmesidir– aynı gerçeklikle ‘ölüm’ gerçeğini, dahası hakikatini de idraklerimize sunmakta, yadsınamaz, yalanlanamaz bir boyutta, bizleri karşı karşıya, er veya geç, yaşlı veya genç, kadın veya erkek olarak yüzleşmek zorunda kalacağımız bir olgu olarak önümüze sermektedir. Ona karşı hal ve tavırlarımızla yüz yüze gelmekteyiz! Ama hangisini tercih edersek edelim –önceleyelim veya erteleyelim– netice değişmiyor; insan doğduğu gibi ölümle de yüzleşiyor en nihayet… Ama ayakta ama yatakta, ama sağlıkta ama hastalıkta, ama gecede ama seherde, ama hazarda ama seferde, ama memlekette ama gurbette, ama tek katta ama çok katta… 

Ne diyordu Kur’an; ‘De ki, o kaçıp durduğunuz ölüm muhakkak size ulaşacak, sonra bilineni bilinmeyeni, görüleni görülmeyeni, şehadet/görülen alemini de ğayb/görülmeyen alemini de bilen Allah’a döndürüleceksiniz ve ne yaptığınız size haber verilecek/onlarla yüzleşeceksiniz!’. Ne diyordu Hz. Muhammed (as); ‘Lezzetleri gideren ölümü çokça hatırlayın!’… Ne hatırlatıyor bu iki mesaj, inananlarına başta olmak üzere insanlara; aklınızı başınıza alın, istikametten ayrılmayın, yolu şaşırmayın, ahireti unutmayın, hesap kitap var sırtınızı dönmeyin, görmezden duymazdan gelmeyin, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın, geçici dünya hayatına ve şatafatına aldanmayın, boş iş ve masivaya dalmayın, geldiniz gidiyorsunuz nimetlerden hesaba çekileceğinizi bilin, sadece hatırlamak yetmez, gereğini gerektiği gibi yapın, herkes elleriyle önceden ne yaptığına ve ne yolladığına bir baksın, ötede geçer akçe olacak azığını hazırlasın, o bilgi, bilinç ve hassasiyetle yaşasın… Bu noktada mesajların sunduğu yükümlülüğe dair inananla inanmayan arasındaki kıldan ince kılıçtan keskin fark, bir kelime-i tevhid cümleciği kadar küçük ve fakat yerle gök arası mesafe kadar büyük keyfiyette ve sıklettedir.

Zor zamanlardan geçiyoruz. Sıkı sınanıyoruz! Maraş merkezli iki yıkıcı deprem ve artçılarıyla sallandık, sarsıldık. Sınanmanın bu hali, öncesi, süreçte ve sonuçta yapılması gerekenler kadar kaçınılması gerekenleri de içerecek kadar çok bileşene sahip bir durumla karşı karşıyayız. Aslında ‘sözün bittiği yer’ denilebilir belki ilk anda! Peki söz biter mi?! Hem biter hem bitmez! Bir taraftan ve birileri için biterken, bir diğeri için söz tekrarlanmakta, mesaj yenilenmekte, belki bir fırsat daha sunulmakta, bir kez daha başlamaktadır denilebilir. Söylemesi ne kadar acı olsa da ölenlerimiz için söz ve mesajın muktezası bitti, tahakkuk etti! Kalanların söyleyeceği sözler kadar, kulak vereceği sözler de ortada, her zamanki yerinde durmakta, talibini, müşterisini beklemektedir. Ne zaman, nerede ve nasıl geleceği bilinmeyen bir halde, son ana kadar!

Sıkı sınanma mecazı, mecaz değil hakikati, bizlere, bizim genellikle unuttuğumuz, süregelip süregiden ve son saate kadar sürecek olan, varlıkta ve yoklukta, açlık ve korku ile, maldan ve candan, ürünlerden eksiltme ile, kesada uğramasından korktuğumuz ticaretimizden biteviye, zamansız ve mekansız, er veya hatun kişi olarak tabi tutulduğumuz imtihan hakikatini kulaklara küpe (ayrılmaz ve sürekli yakınımızda oluşundan) bir şekilde hatırlatmak için kullanılmıştır.

Son yaşadığımız, Rabbimizin beterlerinden koruması için niyazda bulunduğumuz deprem afeti, bizlere –herkeste farklı etki ve çağırışımlar yapsa da– sınanma, ölüm hakikatini tekraren hatırlattı. Sözün bittiği dediğimiz yer aslında belki de yeniden başladığı, başlaması gereken yerdir aynı zamanda! Karşı karşıya bulunduğumuz hakikate dair bazı mecralarda gördüğümüz, bu, ‘Din imtihanı değil; mühendislik, müteahhitlik imtihanıdır!’ –ki burada ‘mühendislik ve müteahhitlik imtihanı’ vurgusu emin olun ve herkes elini vicdanına koysun, itiraf etsin, bazı yükümlülüklerin üstünü örten bir kılıf görevi de görüyor, yanılsama oluşturuyor– ifadesi doğru vurgular içerse de haydi yanlış demeyelim, eksik ifadedir, en azından vurgusu itibariyle… Zira kapsam olarak bizim hayatımız boyunca dinimizin imtihan sınırları dışında kalacak bir alan yoktur! Bakınız afet diye dillendirilen farklı olaylarda ‘kader’ paratoneri ifadesinin burada kullanılmamış olması, ya da örtük olarak değinilmesi de manidardır. Karşı karşıya olduğumuz deprem özelinde afaki ayetlerin, afet olarak nitelendirilmesi (Şükrü Hüseyinoğlu’ndan mülhem; Deprem ayettir, afete dönüştüren insandır.) biz kulların nerelerden nerelere savrulduğumuzu resmeden örneklerdendir. Vakıa, el’an öncelikle ihmaller silsilesidir; azdan çoğa, yetkililerden ahaliye, iskan edeninden meskunlarına, imal edeninden talep edenine… 

Evet, ortada büyük bir mühendislik, mimarlık, müteahhitlik sorunu olduğu kesin! Neticede işin içinde insan unsuru var; isyanı, nisyanıyla malul! Çıkar var, çark var, düzen var, sistem, var! Mevzuat hazretleri var; yazılıp bozulan, esnetilen, kişilere uyarlanabilen, aflara söz konusu olabilen! Lakin hepsi dönüp dolaşıp o imtihan olgusunun en geniş çemberinin içerisinde cereyan etmekte ve itiraf edelim/söylemekten çekinmeyelim bu şekilde tahakkuk etmiş olması, neticelenmiş olması –sebepleri bir tarafa sonuçları ile– kaderimiz olmuş olmaktadır, ama ne yazık ki yüce yaratıcıya yükleyip yükümlülüklerimizden kurtulamayacağımız bir evsafta! Bizim ihlal ve ihmallerimiz, kendimizce, herkesin kendisince sorumluluğu akabinde masaya yatırılıp incelenmesi, tartışılması gereken, bir yerde başlayıp bir yerde bitmeyecek, dünya var oldukça da tekrarlanacak –sebeplere bağlı sonuçları da değişecek– bir hakikattir. 

Bakınız bizim asıl yanılgımız, hatamız, gaflet noktamız da bu, ‘din imtihanı’ ile ‘mühendislik, müteahhitlik imtihanı’ gibi ikili tasniflere, yersiz bölümlemelere (dünya ile ahiretin arasını ayırmak, dini olanla dünyevi olanın irtibatını kesmek, bir nevi laiklik sendromuna kapılmak…) gitmek değil midir?! Varsa büyük sorun budur?! Önce bu bakıştaki ikircikliği, şaşılığı gidermek lazım! Oysa bu din diyor ki; ‘ahlaklı olun, aklınızı başınıza alın, ilme yönelin, enfüsi ve afaki ayetleri de literal olanlar gibi tefekkür edin, ihya, imar ve inşa (öncelikle kimlik ve kişiliklerin imar ve inşası; konu nasıl da mevcut yaşanan durumla kavram olarak örtüşüyor değil mi) yükümlülüğünüzü, kulluğunuzu unutmayın, ‘emanet, ehliyet ve liyakata’ –her konuda, her hal ve şartta– dikkat edin, akledin, fikredin, zikredin (size sunulanları unutmayın, hatırda tutun, hatrı gözetilmesi gereken asıl mercinin/Allah’ın hatrını gözetin), işinizi hassasiyet ve samimiyetle ifa edin, özetle ‘adam olun’ demiyor mu (kavram ‘insan’ yerine kullanılsa da kastı mahsusa ile tercih edilmiştir!)?! 

Ve şimdi, ‘Eğitim şart’ diyebiliriz sözün yeniden başladığı yer olarak. Dini eğitim, beşeri eğitim diye yine ikircikliğe düşmeden, eğitimle öğretimi kıvamında terkipleyerek, talim, terbiyeden koparmadan, muhteva ve müfredatta hassasiyet göstererek… Lakin mevcut anlayışla bunlar asla ve kat’a olabilemez! Einstein’ın dediği gibi ‘Bir sorun, ona sebep olan düşünce içinde çözülemez!’ kesinlikle… Mevcut paradigmanın sebep olduğu sorunlar yumağı, onun dışından, dışarıdan bakılarak önce teşhis, sonra tedavi edilebilir ancak. Her şey açık ve net! Görünen köy kılavuz istemez! Büyük bir dönüşüm gerekli; öncelikle mantalitede! ‘Kentsel dönüşüm’ –ki görüyorsunuz yapıp edilenler hep tikel, daire, kişi bazlı yürütülüyor, bırakın kentseli, sokak bakışlı bile değil!– olgusundan önce ve ziyade; ahlaki bir öze dönüş/dönüşüm, kimlik ve kişilik inşası, fıtrata/öze dönüş gerekiyor… Gevşek zeminler kadar ve hatta daha öncelikli olarak kulluğumuzdaki gevşek alanlar, gevşeklikler, yaratıcımızı, ahireti, sorumluluklarımızı unuttuğumuz zeminler ele alınmalıdır. Keza artçı sarsıntılar, insanın kulluğu gereği ömrü boyunca Rabbi tarafından farklı vesilelerle sınanmasını, ona ahiretin hatırlatılması meyanında kıyas konusu edilemez mi?

‘Şimdi ders alma zamanı, hataları tekrarlamama zamanı’ diyeceğim ama insan unsurumuz, bu cümleyi kurmayı, cümlenin muktezasına bel bağlamayı zorlaştırmaktadır. Değil mi ki ekrana çıkan her uzman ‘Biz demiştik, bu beklenen bir durumdu, tarihi belli olmasa da!’ diyor ve ‘harita üzerinden süreçteki risk alanlarına dikkati çekiyor, uyarıyorlar’ ve dünyadaki örnekleri bir tarafa ülkede belli periyotlarda tekrar eden bu deprem gerçeğinin öncekilerinden hiç de dersler alınmadığı yadsınamaz bir açıklıkta önümüzde duruyorken… İnsan unutkan/nisyan ile malul! İsyanı da cabası… Anı yaşamayı, günü kurtarmayı yeğliyor! Ahiret odaklı bakış ertelenip örseleneli beri kendi menfaatini, çıkarını, kârını önceler olmuş. Beşerin söylediğini unutmaz, yazıp çizdiğini görmezden gelmez mi insan, esnetip aşmaz mı; kaldı ki bin dört yüz yıldır, üstelik Rabbim, yaratıcım dediği Allah’ın yaz(dır)dıklarını, buyruklarını, elçisine örneklendirdiklerini unutmuş, esnetmiş, görmezden gelmeye de devam edip dururken! Var mı daha ötesi?!

Şimdi sürece müdahalelerde yaşanan hatalardan birine bir örnekle değinmekle yetinelim: Düşünün asli ve öncelikli su ihtiyacını bile gidermedik, diğer hususlar bir tarafa! Hani ‘suyun’ insanoğlunun ortak mülkü, Allah’ın bahşettiği nimeti olduğu düşünülürse, ülkede onlarca su markası var, az buz paralar da kazanmıyorlar! Üstelik kaynak da maliyetsiz, bedava! Hani ‘su gölden’ kabilinden (elbette kab kacak maliyeti, çalışanlar, nakliye, vergi ve saha kirası gibi girdiler olabilir)! Firmalara talimatla, gerekli taksimatı yapıp bölgelere su sevkiyatı, hem de periyodik olarak gerçekleştirilemez miydi?! Olağanüstü hal yetkisi de alınmışken üstelik! Gerçi o bölgelerle sınırlı ama, ekmek, su özelinde temel ihtiyaç malzemeleri için genişletilmesi hiç de zor olmasa gerek, keza inşaat ekipmanları, iş makineleri; kimse de itiraz edemez, aksine ahali takdir de ederdi, kapital sahipleri tekelciler, seçkin elitler muhtemelen hariç kalsalar da!… İnsanımız da sağa sola danışıp ‘Nasıl bölgeye su ulaştırırım, nakliye nasıl bulurum, fiyat artışlarından dolayı nasıl kandırılmam!’ diye ekstra sıkıntıya girmezdi!

Olay vuku bulalı beri yaşananlar ise çok farklı kalemlerde ele alınabilecek ihmaller ve ihlalleri de gözler önüne seriyor! ‘Ben olsaydım, böyle ederdim, şöyle yapardım’ demenin sırası değil, biliyorum, olgunun boyutu ve yayıldığı alan göz önüne alındığında herkes için belli miktarlarda tolere edilebilir bir durum söz konusu olabilir, ama kazın ayağı öyle değil! En azından mesele biraz daha soğuyunca, hepimiz başımızı ellerimizin arasına alarak meseleyi etraflıca, ameliyat masasına yatırıp ciddi tahliller yapabilmeli, ucu kime dokunursa dokunsun sorumlulara sorumlu oldukları boyutta yaptırımı uygulayacak, bundan sonra esnetilip aşılamayacak ciddiyette, önemde normlar koyabilmeliyiz. Ufak menfaatler sebebiyle büyük götürmelere kapı aralamamalı, fırsat vermemeliyiz! Bir ülkede ihale yasası kaç kez değişir, imar affı(barışı!) kaç kez gündeme gelir söylesenize (Halen birinin meclis gündeminde olduğu da bilinirken!)?! Sonra şu karşılaştığımız sonuçlarda, kim ‘’benim dahlim de yok, cürmüm de, –sütten çıkmış ak kaşığım–’’ diyebilir! Diyebilenler ne kadar da azdır ve ne mutlu onlara, onlara selam olsun!

Bakınız onca ölümüze rağmen –Rabbim ölenlerimize de rahmet etsin kalanlarımıza da, kalanlarımıza gerekli dersleri alıp sabretmeyi nasip etsin– enkazdan saatler sonra bir canlının çıkarılmasını çok büyük sevinçle, göz yaşlarıyla, ‘Allah Allah’ nidaları ve tekbirlerle (İşte bu sözü, deklareyi gerçek anlamıyla, getirisi götürüsü bilinerek, bilinçle söylenmesi ve o farkındalık, bu süreçte, eğitime dair atılacak önemli adımlardan biridir, belki de ilkidir!) karşılayıp kendi canı, cananıymışçasına kucaklayan insanımız –ki buna da itiraz, aymazlık bu topraklara mahsus bir klinik vakıa olsa gerek!–, yukarıdaki mevzubahis olunan açmazlara rağmen içinde bir insanî, imanî nosyon, misyon zemini, temeli taşıdığını göstermesi anlamında umutlarımızı da yeşertmektedir. Yine yardımlaşma, dayanışma, empati, diğerkamlık, göz yaşı ve yürek sızıları süreçte açığa çıkan duygular olarak bizlere bir eşik, bir zemin sunmaktadır. Fıtratın hepten körelmediğinin bir işaret fişeğidir, en azından! Buradan yürünebilir, bu temelden hareketle yeniden sağlam kimlik ve kişilikler imal edilebilir! Ama dedik ya ‘Eğitim şart’! Şimdi, o eğitim vasatını yeniden ele alma, tartışma vaktidir!

Ve şimdi, sözün başladığı yeri, zemini buradan başlatabiliriz… Nasıl bir –konu onun üzerinden yürüdüğü için– inşaatın faklı aşamaları, bileşenleri, süreci olduğu bir gerçekse, plan projesinden, zemin etüdüne, mevzuatın gerekleri ve kapsamı, denetim ve kontroller, mühendislik, mimarlık, müteahhitlik işleyişine, malzeme kalitesine, kat meselesine, coğrafi (yüzey, jeolojik durum, zemin yapısı, mevsimsel özellikler…) şartlara kadar onca durum söz konusu ise, kıyasa konu olarak ‘insan’ olgusundan –tabiri caizse binasından– işe başlamak gerekiyor. Zor, çok zor olsa da! (Bir yazıda çok alt konu başlığına kapı açmış oluyoruz, ama olsun…) Mesele inanın dönüp dolaşıp ‘ahlak’ meselesine, ‘kimlik ve kişiliğe’ bunların üst başlığı olarak ‘talim, terbiye ve tedrisata’, bunların da ötesinde ‘din hakikatine’, dinin gerçeklerine ve gereklerine, din gerçeğine/gerçek dine, dinin gerekçeli buyruklarına, özüne, kopmaz kulpuna dayanmaya/sarılmaya, eğrisiyle doğrusunu, çeriyle çöpünü ayırmaya, indirilip elçi tarafından örneklenen sağaltıcı sahihliğine sığınmaya, dönmeye gelip dayanıyor! Bununla yüzleşmeye, hesaplaşmaya…

Rahmetli Ercümend Özkan’ın dediği gibi ‘İnsanımız dinini çok seviyor ve fakat –ne yazık ki– o oranda bilmiyor!’… Halimiz bu! Bu, bizim hem avantajımız hem de dezavantajımız! Şimdi çok daha ötelere götürülebilir, ama en yakın olarak cumhuriyete geçişle beraber, din olgusunun üzerinden, dindarlık ve dindarlar üzerinden bir mühendislik ameliyesi, taarruzu gerçekleştirilmiş, dine dair ne varsa, tahfif, tahkir ve tazyif edilmiş, dindarlar, dindarlık örselenmiş, cezalandırılmış, yetmemiş dini değer ve olgular ‘tahrip ve tağyir’ edilerek yapı bozumuna uğratılmış, normu yerine üretilmiş formu, bildirilen, istenen yerine, egemenlerin, elitlerin istediği, izin verdiği ikame edilmiş, sanat ve edebiyatı ile hikayesi, filmiyle, yarışmaları, kılık kıyafet, harf devrimi gibi ameliyelerle kitle asıl ile olan irtibatından –kendi ihmalleri, ihlalleri de cabası– koparılıp uzaklaştırılmıştır. Şimdi bütün bu hengamede olanları ve olması gerektiği gibi olmayanları dine mal etmenin, yüklemenin bir anlamı, değeri, geçerliliği olabilir mi?! O süreçlere rağmen bugün eleştirdiğimiz noktaları, muhafaza edebileceği her ne varsa ona canı pahasına sahip çıkan, farklı yöntemlerle o değerlere şeklen dahi olsa sahip çıkan kişi ve camiaları sitayişle anmamak da haksızlık olur. Mevcut yanlışlar ve yanlışlıklar olsa olsa bu aslının yerine ikame edilen kültürel, şablonik, folklorik olan ve din yerine imal edilen, dinin aslına dair ihmal ve ihlal edilen her ne ise; ister uydurulan deyin ister yutturulan, ister aslı ile bulamaç edilip derişik hale getirilen deyin ister gölgesi, ister nefsi ve hevai olan deyin ister kültürel olan, ne derseniz deyin, sorumluluk ona ait olmaz mı?! Hem bu muhasebe müslümanlara aittir, ‘Dinime dahleden bari müselman olsa!’ ifadesini hak edecek dahili ve harici bedhahların işi değil! İşte bize düşen, o aslı ile gölge olanı tashih edip o normun dışında formu kalanı ayrıştırıp doğru biçimde buluşturarak, dezenformeleri gidererek, doğru bir enforme ile bilgilenmeyi, ardından bilinç ve birikimi, doğru davranışları tahakkuk ettirme yolunda tüm gayretimizle azmü cezm-ü cehd gösterip yılmadan usanmadan, o umut üzerine süreci topluca, nitelikli bir hal üzere sürdürebilmektir…

Bitirirken son söz/sözün sonu; durumu tekrar gözden geçirince dünyanın geçiciliği bir daha hakikat olarak ortaya çıktı. Düşünsenize bir saniye sonra ne bu satırları yazan ne de okuyanlar ve sair üçüncü şahıslar, hısım akraba, konu komşu, ‘bir varmış bir yokmuş’ misali göz açıp kapama mesafesinde ve seresinde aynı akıbete düçar kalabilirdik ve her an da bu vaki olabilir! Yine merhum Özkan’ın dediği gibi ‘Allahın dinine ve elçisine düşman olmayan herkese hakkımı helal ediyorum!’ üst ve üstün nitelikli sözünde olduğu gibi bu kubbede hoş bir sada bırakabilmek, kendini ölüme, hesaba her an hazır tutabilip muhasebesini kılı kırk yararcasına, mali müşavir muhasebeci atraksiyonlarına kapılmadan(!) öteye, ebedi yurda yatırım yapmak, ‘emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak’, ‘yakîn/hak vaki olana değin Rabbimize kulluk yapmak’, kucaklaşmak, tanışık barışık olmak/kalmak, halleşmek, helalleşmek, resulün şahitliğini alarak o şahitliği aksettirecek bütünlük ve tutarlığı sergilemek, farkı fark ettirmek, önce ve önemle kendimize bakmak gerek.

Evet şimdi ‘depremin hatırlattıkları’ konusu etrafında yazılanlar, konuşulanlar bir süre daha devam edecektir. Bizim değinilerimizin altına üstüne yenileri de eklenebilir. Ama mesele inanın hep ‘insan’ odaklı… Onun tahlilinden geçiyor. Onu çözünce çok sorun ve konu çözülecek, en azından anlaşılır olacaktır. Ölümlü olduğunu anlayan, kavrayan insan, nereden niçin geldiğini ve nereye gideceğini idrak eden insan ‘isyan ve nisyanını bırakacak ve Rabbini razı edecek, ötede geçer akçe olacak salih amelleri biriktirmeye ancak yönelecektir. Vesselam…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *