Hayye Ale‘l – Felâh Risalesi

Hayye Ale‘l – Felâh Risalesi

Risale, ahaliye bilmediklerini öğretmeyi amaçladığını söylese de İttihatçıların derin kaygılar içinde olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bu kaygılar, cemiyetin yüceltilerek kutsiyet atfedilmesine neden olmuştur. Öyle ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin dışında bir cemiyetle ve onun gösterdiği yolun dışında başka bir yol ile kurtuluşun mümkün olmadığı fikri verilmeye çalışılmaktadır.

Yakup Döğer

Geçen ayki yazımızda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “İmamet ve Hilafet Risalesi”ni ele alıp değerlendirmeye çalışmıştık. Bahsettiğimiz gibi adı geçen risale, Abdülhamid iktidarı döneminde, Abdülhamid’e karşı itaatsizliği teşvik etmekte, Hilafetin Osmanoğulları tarafından gasp edildiğini ileri sürmekteydi. Özellikle “Hilafetin Kureyşliliği” meselesi köpürtülerek gündeme getirilip, Osmanoğullarının Kureyş’ten olmadığı zikredilmekteydi. 

İmamet ve Hilafet Risalesi’nin neşredildiği dönemde İttihat ve Terakki iktidardan çok uzak, muhalefetini sürdürmekte, muhalefet bloğunu genişletmeye çalışmaktaydı. Muhalefetini güçlendirmek için, toplumun Abdülhamid hasmı durumunda olan her kesimiyle irtibat kurmaya, özellikle ilmiye sınıfını safına çekme gayreti gütmekteydi. İmamet ve Hilafet Risalesi’ni de ilmiye sınıfının yazdığı bilinmektedir. 

“Hayye ale‘l-Felâh Risalesi”(1) ise İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesinden iki yıl sonra Selanik’te basılarak halka hediye olarak verilmiştir. Risalenin girişinde “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyetinin Kardeşlerine Hediyesidir” ibaresi bulunmaktadır. Hayye ale‘l – Felâh Risalesi İttihatçıların iktidardan uzak oldukları dönem ile iktidara geldikleri zaman, davranış kalıplarındaki değişikliği göstermesi açısından önemlidir. 

İttihatçıların iktidara gelmesiyle meşrutiyet ilan edilmiş, beklenen hürriyet ortamı sağlanmış, tek adam Abdülhamid devrilmiş, millet Kanun-i Esasi’nin sağladığı haklardan istifade etmeye başlamıştır. Lakin çok geçmeden İttihatçıların devlet kademelerindeki kadrolaşması ve millet üzerinde baskı kurması, büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Öyle ki, dönemin yazılıp çizilenlerine bakıldığında, İttihatçılar Abdülamid’i aratır bir politika izlemeye başlamıştır. İttihatçıların bu tavrı millet arasında büyük hoşnutsuzluk doğurmuş, İttihatçılara karşı muhalefet cephesi genişlemiştir.

Propaganda aracı olarak risaleler

Devlet tecrübesi de bulunmayan İttihatçı kadrolar, ne siyaseten ne iktisaden ne de askeri alanlarda herhangi bir iyileşme sağlayamadığı gibi, işler daha da kötüye gitmektedir. İttihatçılar, iktidardan uzakta muhalefette kaldıkları sıralarda yapmakta oldukları risale neşriyatına yeniden ihtiyaç duyarlar. İktidara gelmelerinin üstünden henüz iki yıl geçmiştir ki, “Hayye ale‘l-Felâh Risalesi”ni yayınlama ihtiyacı ortaya çıkar.

Dikkat edilirse risalenin ismi rastgele seçilmemiştir. Risale bir kurtuluş çağrısı yapmakta, kurtuluşun ise İttihat ve Terakki Cemiyeti ile meşruti idarede olduğu ilan edilmektedir. Risale felaha–kurtuluşa çağrı niteliği taşımaktadır. Tamamen propaganda amacı taşıyan risalenin, sıkıntılı bir ortamda neşredildiği anlaşılmaktadır.

Risale karşılıklı soru cevap şeklinde yazılmış, meşrutiyet, meşveret, meclis, vatan, millet vb. kavramlar soru-cevap şeklinde ve avamın dilinden izah edilmeye çalışılmıştır. Soru-cevapların dikkat çekici yönü, ilmi ve felsefi izahlardan ziyade halkın anlayabileceği şekilde anlaşılır ve sade olmasıdır. Bu üsluptan okuyucunun risalede anlatılmak istenenleri kolay anlayabilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır.

İki ilmihal

Risale soru-cevap bölümüne geçmeden bir açıklama ile başlar. Osmanlılar, kendileri için lüzumlu olan bilgilerden mahrumdur, bilmemektedir. Doğruları bilenler de bilmeyenlere öğretmemektedir. Her Osmanlının cebinde iki ilmihal olmalıdır; birisi dini ilmihal diğeri ise siyasi ilmihaldir. Millet dinini de dünyasını da bilmelidir, bilenler anlatmalıdır. Her Osmanlı kendi vazifesini bilmeli, çevresine öğretmelidir. Bu mecburiyet, vatan selameti için zaruridir. 

Bu milletin de, çalışıp ileri gitmeye hakkı vardır. Eğer mücadele edilmez, çalışılmaz ise milletin ölülerden ne farkı kalır. Noksanları bilip düzeltmemek büyük kabahattir. Noksanı kusuru olan bir millet, kusurlarını nasıl gidereceğini de öğrenmelidir. Eğer böyle yapılmazsa, ilerlemek mümkün olmayacaktır. Nerelerde hata yapıldığını, kusurların neler olduğunu öğrenenler bir daha aynı hataya düşmemelidir. Vatanını seven, ileri gitmesi için durmadan çalışmalı, kuru lafla vakit geçirmemelidir. (sayfa 3)

Risalede bu girişten sonra halka hitap başlar. İttihat Terakki önce kendisinden bahseder ve risalenin neden yazıldığını izah eder. Risale millet, vatan, meşrutiyet gibi kavramların herkesin anlayabileceği şekilde izah edilmesi için yazılmıştır. Sorular ve karşılıklı cevaplar başlar. 

Sualler halkın dilinden sorulur, cevapları İttihat ve Terakki verir. 

İlk soru Millet Nedir?

Millet Nedir?

Risale ilk soruyu “Millet nedir” diyerek sorar ve ardından milletin tanımını yapar. Millet, ekseriyetle bir lisanı konuşan, adetleri, ahlakları birbirine yakın, bir devletin kanununa tâbi insanlardır. Bu tanıma örnek olarak da Türkleri, Arapları bir millet olarak verirler. Zira bunlardan her birinin dili, kanı, âdeti, tarihleri birdir. (sayfa 3)

Risalede yapılan millet tanımında dikkat çeken hususun, klasik anlamdan uzak olup modern bir mahiyet taşıdığıdır. Yapılan millet tanımımda “din” unsurundan bahsedilmez. Cari siyasi sistem olan meşrutiyette de din belirleyici olmaktan uzaklaşmıştır.

Millet tanımından sonra “Millet-i Osmaniye” tanımına geçilir. Risale, Millet-i Osmaniye’yi muhtelif din ve milletlere malik Türk, Arap, Arnavut, Kürt, Ermeni, Rum, Bulgar ve Yahudi gibi kavimlerin bir araya gelmesinden hâsıl olan heyet olarak tanımlar. Bu kavmî unsurlar dil, din, mezhep bakımından birbirinden ayrı olsa da, nihayetinde hepsi Millet-i Osmaniye içinde yer alır. Dil bakımından faklılıkları olduğu için bir ikinci dile ihtiyaçları bulunmaktadır. (sayfa 4)

Ortak lisan Osmanlıca

Bu kavimlerin arasında gerek lisanca ve gerekse din ve mezhepçe ayrılık olduğu halde bunların hepsine Millet-i Osmaniye denir. Filhakika bu muhtelif kavimlerin ayrı ayrı dilleri varsa da birbirlerine meramlarını anlatmak yazmak için bir ikinci lisana muhtaçtırlar. 

Mesela: Ermeni’nin Rum’a meramını anlatması için her ikisinin de birbirlerinin lisanını bilmelerine ihtiyaç vardır. Bunun gibi Yahudilere, Bulgarlara, Sırplara, Araplara dillerini anlatmaları için de aynı ihtiyaç mevcuttur. Dilce faklı olanların birbirleriyle anlaşabilmeleri için, her birinin diğerinin dilini öğrenmek mecburiyeti bulunmaktadır ki bu da mümkün değildir. İşte bu sıkıntıyı gidermek için Osmanlıca lisanı ortaya çıkmıştır. Osmanlıcayı öğrenmek, dil farklılığı olan bütün unsurların problemini çözecektir. Kavimlerin kendi lisanları farklı olsa da, resmi dilleri birdir. Resmi dil ise Osmanlıcadır.
(sayfa 4)

Din ve millet

Sırada, dönemin en kritik ve sıkıntılı problemine dair bir soru sorulur. Soru, “Din ve mezhep ihtilafı bir milletin teşkiline mani olabilir mi?” Yukarıda İttihatçıların millet tanımında din unsurunu saymadıklarını ve modern bir tanım yapmakta olduklarını zikretmiştik. Bu soruda ayrıntıya girilir ve millet teşkilinde dinin rolü izah edilir. İttihatçılara göre din ve mezhep fakı bir milletin teşkiline mani değildir. Yani millet teşkilinde inanç birliği aranmaz. (sayfa 5)

Bilindiği gibi meşrutiyetin ilanıyla birlikte din ve dünya işi, din ve siyaset büyük oranda birbirinden ayrılmış, din hayattaki belirleyici rolünden yavaş yavaş soyutlanmaya başlamıştır. Parlamentoda gayrimüslimler yerini almış, yasamalar dinin haram ve helal sınırları gözetilmeden yapılmaktadır. 

İttihatçılar da, din ve mezhep farklılığının dünyevi bir karşılığı olmadığını ve bu ayrılığın sadece ahreti ilgilendirdiğini ileri sürmektedir. Risalede, din ve mezhebin ahiretle ilgili olup, dünyada bir karşılığını olmadığı ifade edilir. (sayfa 5)

Din ve mezhep değil, menfaat birliği

Risale bu iddiasına bir dayanak bulmaya çalışır. Dünya işlerinde insanların menfaatleri vardır ve menfaatleri için birlikte olmaları gerekmektedir. Yani menfaat birliği din ve mezhepten daha önemli, daha önceliklidir. Bir Müslüman ile bir Hıristiyan ortak olarak ticaret yapabilirler ve ortak menfaat sağlarlar. İbadet zamanında ise kendi mabetlerinde ibadetlerini eda ederler.

Risalede, menfaat birliğinin dini birlikten daha önemli olduğunun vurgulanması dikkat çekmektedir. Din bir vicdan işidir ve mabetlerin duvarları içinde işlev görmektedir. Her kim neye inanıyorsa, inandığı dinin mezhebin mabedinde ibadetini eda eder. Dünya işinde ise önemli ve öncelikli olan unsurların menfaat birliğidir. (sayfa 5)

Risale, menfaat birliğine bazı örnekler verir. Bir şehirde bir hastalık, yangın, zulüm, zelzele gibi büyük musibetler ortaya çıksa, ortaya çıkacak zarar Müslüman Hıristiyan diye bakmayacaktır. Gelen musibet din ve mezhep gözetmeden bütün unsurlara musallat olacaktır. Bu gibi felaketlerden kurtulmak için arada müşterek bir menfaat olduğunu anlayıp yangını beraber söndürmeğe, açlığı beraber def etmeğe, devletin zulmünü beraber kaldırmağa el birliğiyle çalışılmazsa, iki taraf cehalet yüzünden zayıf düşecek, helak olacaktır. Bu da menfaatlerin müşterek olduğunu anlamamak yüzündendir. (sayfa 6)

İttihatçılar, aynı vatanda yaşayan Müslüman ve Hıristiyanların, dışarıdan bir saldırı olursa memleketlerini müdafaa etmek için birlikte hareket etmeleri gerektiğini de ileri sürerler. Oysa gerek Müslümanların memleketindeki gayrimüslimler, gerekse harici beldelerdeki gayrimüslimler, Müslümanların memleketinde fitne çıkarmak ve Avrupa’nın oyuncağı olmaktan öte faaliyetlerde bulunmamaktadır. İttihat ve Terakki bunun farkındadır ve bu sebepten ortak menfaat üzerinden birlik sağlama çabası göstermektedir.

Osmanlılık 

Risalede, Osmanlılığı meydana getiren kavimlerin birbirinden ayrılmalarının mümkün olamayacağı da zikredilir. Eğer ayrılmaya kalkarlarsa, kendi menfaatlerine büyük halel gelecek, helak uçurumuna kendi kendilerini atmış olacaklardır. Osmanlı devleti Avusturya, Rusya, İngiltere gibi büyük devletler tarafından sarılmıştır. Osmanlıdan ayrılacak olurlarsa bu devletlerin dişleri arasında ezilip gideceklerdir. (sayfa 7) 

Risalede, mevcut durum görmezden gelinmektedir. Zira bahsi geçen devletleri, Osmanlı içindeki Hıristiyanlar birer hami olarak görmekte, her hal ve durumda onlara sığınmaktadır. Amaçları ise Osmanlıdan ayrılmak, bağımsızlıklarını kazanmaktır. Aslında bu hakikati en iyi bilenler İttihatçılardır. Fakat buna rağmen bir kurtuluş çağrısı yapmaktan geri duramazlar. Belki de yaşanan krizleri yönetebilmek için böyle bir yola başvurmaktan başka çareleri de kalmamıştır. Risalede, Hıristiyanların Osmanlı ile birlikte olmalarının gerekliliği üzerine uzun açıklamalar yapılır. 

Vatan Nedir ve Neden Sevilir?

Risalede vatanın tanımı da yapılır. Vatan bir milletin kılıçlarıyla fethettiği, zabtı uğrunda kanlar döktüğü topraklardır. Vatan sevilir çünkü vatan olmazsa ırz ve namus olmaz. Millet olmaz. İman ve ibadet olmaz. Selamet olmaz. Vatan sevilir çünkü vatan olmazsa insanlık olmaz. Vatanı olmadığı için Çingenelerin itibarı yoktur. Vatanını sevmeyenin ve uğrunda ölmekten korkanların köçekler kadar bile olsun ehemmiyeti olamaz. (sayfa 9)

Sürekli savaşların ve yenilgilerin, akabinde toprak kayıplarının yaşandığı bir dönemde “Vatan” vurgusu kaçınılmaz olarak gündeme gelmektedir. Her yerden kuşatılmış bir devlet, sürekli vatan toprağını kaybetmektedir. “Hubbu’l-vatan mine’l-iman” hadisinin sürekli gündeme geldiği bir dönemde vatan hissine vurgu yapmak ayrı bir önem taşımaktadır. Vatan hissini gündeme getirenler sadece İttihatçılar değildir. Dönemin İttihat Terakki muhalifi ilmiye sınıfı da vatan sevgisi üzerine sürekli makaleler yazmakta, vatanın ehemmiyetine dikkat çekmektedir.(2) İttihatçıların da, bütün kesimleri “Vatan sevgisi” üzerinde toparlamak düşüncesi dönemin hissi yapısına çok uygundur.

İstibdat Ne Demektir?

Risale, vatan sevgisinden sonra istibdadın tanımını yapar. İstibdat “bir padişahın padişahı olduğu mülkü kendi keyfine göre ve kendi adamlarıyla zulüm ederek idare etmesi” (sayfa 9) olarak tanımlanır. 

İstibdadın tanımında sadece padişaha vurgu yapılması manidardır. Zira İttihatçılar iktidara geldikleri andan itibaren tam bir istibdad idaresi kurmuşlar, Abdülhamid’e rahmet okutacak politikalar uygulamıştır. İttihatçıların istibdad idaresine ilk baştan ve alenen itiraz eden Derviş Vahdeti, gazetesi Volkan’da iktidarın istibdad politikalarına karşı sürekli eleştiride bulunmuştur.(3) 31 Mart Vakasından sonra da Vahdeti idam edilmiştir. Vahdeti’nin ve daha birçok kişinin idamı büyük bir korkuyu beraberinde getirdiği için de İttihatçılara karşı eleştiriler genelde sönük kalmıştır.

İstibdat Şer’an Caiz midir?

Risale, istibdadın tanımından sonra istibdadın zararlarına değinir. İstibdad bütün kötülüklerin kaynağıdır. Risalede, istibdadın şer’an caiz olup olmadığı da sorulur ve cevaplanır. İstibdad şer’an zulüm demektir. Allah Kur’an’ı Kerim’de zalimlere lanet etmiştir. Müstebit kimse şeriatla ve kanunla idare etmez, keyfe göre hüküm sürer. Bundan haşa Cenab-ı Hakk’a ortaklık iddiası çıkar. Zira “la yüsel amma yefal” olmak yani yaptığından mesul bulunmamak yalnız Cenab-ı Kibriya’ya mahsustur. Bir padişahtan bir çobana kadar her kim böyle bir iddiada bulunursa ona müşrik demek caizdir. (sayfa 11)

İttihatçıların din ile organik bir bağlarının olmamasına rağmen dini, iktidarları ve çıkarları için kullanmayı, dini menfaatleri için kullanışlı argüman olarak görmeleri dikkat çekici bir durumdur. İttihatçıların şeriattan ve şer’i kurallardan çok daha önce uzaklaştıkları, kurulan yeni düzenin başlı başına Allah’a ortak koşmakla yürüdüğünü, din ile siyaseti birbirinden ayırdıkları hem herkes tarafından bilinmekte, hem de kendileri bunu ifade etmektedir. Daha önce neşrettikleri “Hilafet ve İmamet Risalesi”nde bunu görmüştük. İttihatçılar, iktidarlarına meşruiyet sağlamak ve meşru bir zeminde yürümek için dine ve ilmiye sınıfına hayati derecede ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyacı da bir şekilde sağlamışlar, dönemin ulemasının desteğiyle İttihatçılar iktidar gelmiştir.

Meşrutiyet Nedir? Şeriata uygun mudur?

Asırladır sürüp giden geleneksel devlet idaresi tamamen değişmiş, Avrupai parlamenter sistem olan meşrutiyet idaresi ikame edilmiştir. Ahali meşrutiyetin ne olduğuna dair bilgi sahibi olmadığı gibi, teveccüh de göstermemektedir. İttihatçılar için önemli olan hususlardan birisi, meşrutiyetin ne olduğunu ahaliye anlatmak, ondan daha da önemlisi meşrutiyetin şeriata uygun olduğuna ahaliyi ikna etmektir. Bu sebepten risalede önce meşrutiyetin ne demek olduğu sorulur ve cevaplanır, ardından şer’i şerife uygun mu değil mi izah edilmeye çalışılır.

Risalede yapılan izaha göre Meşrutiyet, milletin işlerini meşveretle görmektir. Yani millet için yapılacak kanunları milletin akıllı, vicdanlı, namus ve imanlı adamlarının dikkat ve rızası altında yapmaktır. Hükümetin adaletsiz ve kanunsuz iş görmesine ve ahaliye zulüm etmesine meydan bırakmamaktadır. (sayfa 11)

Dikkat edilirse bir dönem meşrutiyet için yapılan bu tanımlar günümüzde demokrasi için yapılmaktadır. Halkın kendi kendini yönetmesi olarak ifade edilen bir aldatmacanın, hem de Müslümanlar tarafından teveccüh görmesi, tarihsel tecrübeden bir ders alınmadığını göstermektedir. 

Yapılan tanımdan ve meclisteki uygulamalardan anlaşıldığına göre, yasamada dinin sınırları belirleyici olmaktan çıkmıştır. Yukarıda ifade edildiği gibi Allah’a ortak koşulmakta, İttihatçılar kendi ifadeleriyle çelişmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın dediği gibi, parlamenterlerin her biri müdebbir birer Rab gibi davranmaktadır. Zira haram ve helalde Allah’ın buyrukları dikkate alınmamaktadır. Tanin Gazetesi sahibi Hüseyin Cahid de bu meseleye açıklık getirir. Hüseyin Cahid’e göre Meşrutiyet idaresi, milletin hâkimiyetine dayanan bir idaredir.

“Meşrutiyet usulüyle idare olunan memleketlerde, millet kendisinin terakkisini, saadetini kendi yaptığı kanunlardan bekler. Bir şahsı vahide yahut bir seçilmiş zümreye mahkûm ve esir olmaktan kurtulur. Bu halde idare-i meşrutiyetin ruhu milletin kanun yapabilmesi demektir. Millet de, binaenaleyh milletin vekilleri demek olan mebusanda, kanun yapabilmek hakkı bulunmazsa meşruti idarenin ancak lafta kalacağı aşikardır. Meclisi mebusan bu hakkı ne kadar kullanır yerine getirebilirse, meşruti idareden ve ruhundan o kadar istifade edilmiş olur.”(4)

İttihat ve Terakki için, meşrutiyetin tanımından ziyade şeriata uygun olduğunu ispatlamak çok daha önemlidir. Bu sebepten şeriata muvafık mıdır, değil midir sorusunun cevabı aranır. Bu sorunun cevabı için, en çok istismar edilen ayetlerden Ali İmran suresi 159. ayet ile Şura suresi 38. ayet delil olarak gösterilir. Deliller, meşrutiyetin şeriata tamamen uygun bir siyaset usulü olduğunu göstermektedir. Meşveret Peygamberin sünnetidir. Meşrutiyetin şeriata uygunluğu ulema tarafından da tescillenir.

Meşrutiyetin faydaları

Risalede meşrutiyetin tanımı ve şeriata uygunluğu ele alınıp izah edildikten sonra meşrutiyetle yönetilmenin ne gibi faydaları olduğu anlatılır. 

Meşrutiyetle idare edilen memleketler de zulüm kalkar. Zira milletin vekilleri olan mebuslar hükümetin zulüm etmesine meydan vermezler. Böyle bir hal görürlerse derhal hükümetin nazırlarını suale çekerler. İcap ederse bunları değiştirir yerlerine daha adaletli, daha malumatlı adamlar getirirler. Haksız vergi alınmamasına son derece dikkat ederler. Devletin hazinesindeki akçenin bir parasını bile beyhude yere sarf ettirmezler. Devletin bir senelik varidatıyla masrafını tayin ederler. Buna “bütçe” ismi verirler. Hükümeti yollar, şimendiferler yapmağa, mektepler, fabrikalar açmağa, madenleri işletmeğe, doğru memurlar kullanmağa, fukaraya iş bulmağa, ticaret ve ziraatın ileri gitmesine mecbur ederler. (sayfa 12)

Meşrutiyetin şeriata uygun olduğunun ve birçok faydalarının bulunduğu, dönemin en fazla konu edildiği meselelerindendir. Meşrutiyetin şeriata uygunluğunu ispatlamak için yüzlerce makale, onlarca risale kaleme alınmıştır. Manastırlı İsmail Hakkı mesele üzerine uzunca makaleler serisi kaleme almış, meşrutiyet karşıtlarını ağır dille eleştirmiştir.(5)

Padişah alaşağı edilmiş, parlamenter sistem kurulmuş, meclisli bir düzen ikame edilmeye çalışılmaktadır. Laik seküler zihniyetli İttihatçılar ve yandaşları meşruti idareyi dünyevi faydaları açısından dile getirir iken, ulema sınıfı da şer’i delillerle meşruiyetini ispatlama çabasındadır. Zira ulemanın büyük kısmı İttihatçıların kadrolarından parlamentoda yerini almıştır. Şimdi ulema için diyet ödeme zamanıdır. Fakat hiçbir şey gösterildiği gibi değildir.

Hükümet Ne Demektir? Kanun Neye Derler? 

Risalede, hükümet ve kanun ne demektir soruları da cevaplanır, hükümetin tanımı yapılır.

Hükümet milletin hukukunu sağlayan, kanunun hükmünü tamamıyla yapan, ahalinin rahat etmesine çalışan, kimsenin kimseye zulüm ve tecavüz etmesine meydan bırakmayan, vergileri zamanında adaletle toplayan, şikâyetlerini dinleyen, bir memlekete bir felaket, hastalık, kıtlık gelirse önünü almağa çalışan, memleketin zenginliğini ilim ve maarifini temin etmek yolunda çareler bulan bir heyettir. (sayfa 13) 

Kanunun tanımı ise, “Milletin dinine ve âdetlerine, ahlak ve ihtiyacına uygun olmak, rahatını, terakkisini temin etmek üzerine kendi arzusuyla kabul ettiği şeye denilir” şeklinde yapılmıştır. Kanun yapmak ise kuvve-i teşriiye denen meclisin hakkıdır. Kabul edilen kanunu padişah dahi olsa hükmünü bozamaz. (sayfa 14) 

Kuvve-i Teşriiye –kanun yapıcılık– üzerine Şeyhülislam Mustafa Sabri ile Manastırlı İsmail Hakkı arasında şiddetli tartışmalar yapılmıştır.(6)

Kanuna İtaat Ne Demektir?

Risalede Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan, “Kuvve-i Teşriiye” yani yasa koyucu olarak ifade edilir. Yasamayı yapan parlamentodur ve hükmedici makamdadır. Parlamentonun çıkardığı kanunlara itaat memlekette yaşayan her insana farzdır. Kanunlara itaat edilmezse memlekette kargaşa çıkar, güvenlik ortadan kalkar. (sayfa 15) 

İttihatçılar bu hususta ahaliye korku salmayı da ihmal etmezler. Eğer kanunlara itaat edilmezse, yabancı devletler tebaalarının tehlikede olduğunu düşünerek memleketi istila etmeye kalkarlar. Bu sebepten her Osmanlıya kanunlara itaat etmek farzdır. 

Cemiyet Neye Derler? 

Risalede, dönem itibarıyla bir furya haline gelen cemiyetleşme işi de açıklığa kavuşturulmak istenir. Sorulardan birisi de cemiyetin ne olduğu hakkındadır. Soru sorulur ve cevaplanır. Cemiyet, bir millette veyahut bir memlekette olup bitecek işleri daima düşünüp taşınmak isteyen insanların bir araya gelmesine denir. Cemiyet sayesinde ahalinin dağınık olan fikir ve maksatları bir noktaya toplanır, bir karar verilir. (sayfa 15)

İttihat ve Terakki Cemiyeti risalede, kendi dışındaki cemiyetlere gizli bir tehditte bulunurken kendisinin de aleni propagandasını yapar. İnsanlar gireceği cemiyetleri iyi öğrenmeli, maksatlarını iyi bellemelidir. Ortada bir İttihat ve Terakki Cemiyeti vardır. Bu cemiyet nedir ve niçin çalışır, bilinmelidir.

İttihatçılar iktidardadır ve bütün propaganda araçlarını kullandıkları gibi risalede kendi cemiyetleri için ayrıca bir başlık açarlar. Osmanlı milletinin resmen bayramı olan 10 Temmuz sene 1324 tarihinde milletin hükümetini ilan eden ve memleketi zalimlerin pençesinden kurtaran İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Bu cemiyet bugün ilim, marifet, ticaret ve ziraatın ve diğer işlerin ileri gitmesini temin eden bir cemiyettir. Cemiyetin bir de siyasi vazifesi vardır. (sayfa 17)

İttihatçılar siyasi vazife olarak, Osmanlı Devletinde bulunan kavim ve cemaatlerin birbirlerini anlamasına ve aralarına nifak girmemesine çalışmayı hedeflemiştir. Esas vazifelerinden biri de meşrutiyetin memleket insanı tarafından benimsenmesine gayret etmektir. Milletin hâkimiyeti ve ahalinin iyiliği için çalışan bir cemiyettir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne neden girilir?

Bu soruya, cemiyete giren bir kişinin ağzından cevap verilir:

“Milletimin ilerlemesini, zulüm ve esaretten kurtulması, iki şeyin güzelce anlaşılmasında gördüm. Bunlardan birisi adalet ve meşrutiyet ve diğeri Osmanlılıktır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni seviyorum. Ve ona var kuvvetimle hizmet etmeğe din ve imanım üzerine yemin ettim. Çünkü İttihat ve Terakki Cemiyeti meşrutiyet ile Osmanlılığın muhafazasına çalıştı. Bundan sonra da çalışacaktır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni seviyorum. Çünkü memleketi zalim memurlardan, beytülmal-i müslimini yiyen hafiyelerden, Reval şehrinde ecnebi devletlerin Abdülhamit’in istibdadını görerek Rumeli’yi taksim etmesinden kurtardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni seviyorum. Çünkü devlet ve milletin itibarını yükseltti. İstibdadın gözünde bir çift öküz kadar kıymeti olmayan ve türlü türlü işkencelere hakaretlere uğrayan zavallı ahalimize vatanın asıl sahibi velinimeti olduğunu anlattı. Fukaraya zulüm edenlerin, Buhari-i Şerifi, Cenab-ı Hakkın kelam-ı mukaddesini İstanbul hamamlarında ateşlere yakanların cezasını verdi. Cevabını vermelidir. (sayfa 18)

Sonuç:

II. Meşrutiyet, Abdülhamid istibdadından kurtuluşun, fakat aynı zamanda kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin istibdadına muhatap oluşun ilanıdır. İttihatçılar, iktidara gelmeleriyle birlikte, sorunları karşılıklı istişare, müşavere ile değil tekelci ve baskıcı bir iradeyle çözmenin yoluna gitmiştir. Hiçbir muhalifine göz açtırmayan İttihatçılar, Abdülhamid dönemini aratacak politikalar izlemiştir. 

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, halkı meşrutiyet hakkında aydınlatmak, bilgilendirmek maksadıyla böyle bir risale neşretmesi, kendilerine karşı muhalefetin sesinin hızla yükseldiğini, siyasi, iktisadi ve içtimai çalkantıların giderek arttığını göstermektedir. Risalenin hem adı, hem de risale içeriğindeki gizli tehdit, durumun sıkıntılı olduğunu göstermektedir. 

Risalede dikkat çeken ifadelerden birisi, Osmanlılığa vurgu yapılıp sahiplenilmesidir. Oysa iktidardan uzak oldukları dönemde neşrettikleri “İmamet ve Hilafet Risalesi”nde Osmanlıları gasıp olarak nitelemekte, ahaliyi isyana teşvik etmektedirler. Fakat İttihatçılar iktidara geldiklerinde ise tutunacak bir dalları olmadığını görerek Osmanlılığa sahip çıkmak zorunda kalmıştır.

Risale, ahaliye bilmediklerini öğretmeyi amaçladığını söylese de İttihatçıların derin kaygılar içinde olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bu kaygılar, cemiyetin yüceltilerek kutsiyet atfedilmesine neden olmuştur. Öyle ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin dışında bir cemiyetle ve onun gösterdiği yolun dışında başka bir yol ile kurtuluşun mümkün olmadığı fikri verilmeye çalışılmaktadır.

Meşrutiyetle birlikte Kuvve-i Teşriiye –yasa yapıcılık– artık meclisin işidir. Hâkimiyet-i Millet düsturu, modern döneme uzanan yolda “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” düsturuna dönüşmüştür. Dinin haram ve helal sınırları belirleyici olmaktan uzaklaşmış, yasalar insan aklının tezahürü olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.

Dipnotlar

(1) Hayye ale’l-felah, Selânik, Rumeli Matbaası, 1326

(2) Ahmed Şirani, Hubbu’l Vatan Mine’l-İman, Beyanülhak, cilt V, sayı 130, tarih 26 Eylül 1327 – 9 Ekim 1911, Hüseyin Hazım, Vatan İmtiyazı, Beyanülhak, cilt II, sayı 55, tarih 29 Mart 1326 – 8 Nisan 1910, İslam Çocuklarında Vatan Hissi, Sebilü’r-Reşad, cilt VII, sayı 168, tarih 10 Teşrinisani 1327 – 23 Kasım 1911, Süleyman Bahri, Vatan [Zaman-ı İstidatta], Hikmet, cilt I, sayı 25, tarih 06 Teşrinievvel 1910 ve daha onlarca makale vatan sevgisine dair hisse vurgu yaparak vatan için ölünmesi gerektiğine dikkat çekiyor.

(3) Derviş Vahdeti, Kanun-i Adalet mi Yoksa Kanun-i İstibdad, Volkan, cilt I, sayı 35, tarih 22 Kânunusani 1324 – 4 Şubat 1909, Selanik’te Kabadayılık yahud Şiddetli İstibdad, Volkan, cilt I, sayı 57, tarih 13 Şubat 1324 – 28 Şubat 1909

(4) Hüseyin Cahid, Kanun Teklifi, Tanin Gazetesi, sayı 44, tarih 31 Ağustos 1324-13 Eylül 1908

(5) Manastırlı İsmail Hakkı, Usul-i Meşrutiyete Karşı Husama-yı Milletin İtirazatına Müdafaa-i Muhikka, Sırat-ı Müstakim, cilt I, sayı 14, 18, 20, 22. Ayrıca: Mahmud Esad, Din-i İslam Meşrutiyeti Emreder, Tearüf-i Müslimin, cilt I, sayı 15, tarih 9 Eylül 1326 – 22 Eylül 1910, Musa Kazım Efendi, İslam’da usul-i meşveret ve hürriyet, İstanbul, 1324. Bu konu üzerine daha birçok makale ve risale mevcuttur.

(6) Yakup Döğer, Parlamento ve Teşri-Yasama Tartışmaları, https://iktibasdergisi.com/2019/06/26/parlamento-ve-tesri-yasama-tartismalari/

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *