Modern Bir Savunma Hattı Olarak: “Dini Yanlış Anladık!”

Modern Bir Savunma Hattı Olarak: “Dini Yanlış Anladık!”

Tanzimat’tan sonra yaşanan her alandaki baş döndürücü gelişmeler, Avrupa ile yoğunlaşan münasebetler, Müslümanların zihinsel kırılmalarını tetikleyerek başka bir yöne dönüşmesine sebep olmuştur. “Dini yanlış anladık” söylemiyle bir savunma hattı tahkim etmeye çalışan Müslümanlar, dini doğru anlamanın imkânını, Asrı Saadet’e ve kaynaklara dönüşte aramaya başlar.

Yakup Döğer

Osmanlı Modernleşmesi Tanzimat Fermanı ile birlikte resmi bir hüviyet kazanmış, askeri alanda süren çabalar siyasi, hukuki, iktisadi ve içtimai alanlara da sirayet etmiştir. Tanzimat Fermanı, devletin kurucu paradigmasından vazgeçmesi ve Müslümanların “Millet-i Hakime” olma sıfatını yitirmesi bakımından çok önemlidir.

Tanzimat’a kadar olan dönemde, Müslümanların geri kalmışlığının sebebi, dine gereğince sarılmamak ve dinde laubalilik yapmak fikri öne çıkmakta, fakat bu fikir Tanzimat’tan sonra çeşitli sebeplerle değişmektedir. Bahsi geçen fermanın giriş kısmında yer alan ifadeler, devletin ve milletin neden inkıraza uğradığına dair resmi ifadelerle belirtilmektedir.

Fermanda, Devlet-i Aliye’nin kuruluşundan bu yana, Yüce Kur’an’ın hükümlerine ve şer’i kanunlara hakkıyla riayet edildiğinden, saltanat, kuvvet ve kudretini muhafaza etmiş, bütün halkın mutluluk ve refahını sağlamıştır. Fakat ne zaman şer’i şerife uygun davranmaya riayet edilmemiş, eski kuvvet ve kudret kaybolmuş, fakirlik ve zayıflığa düşülmüştür.

Tanzimat’tan sonra yaşanan her alandaki baş döndürücü gelişmeler, Avrupa ile yoğunlaşan münasebetler, Müslümanların zihinsel kırılmalarını tetikleyerek başka bir yöne dönüşmesine sebep olmuştur. Osmanlı’dan Avrupa’ya giden talebe, bürokrat, tüccar, seyyah, sefirler, Avrupa’nın ışıl ışıl yanan sokaklarından, mekanik medeniyetin nefsi ayartan cazibesinden, aristokrat sınıfın yaşam tarzından etkilenmiş, sahte görkemin karşısında alçaklık kompleksiyle ezilmeye başlamıştır. 

Bu dönem aynı zamanda Osmanlı’nın her alanda sürekli olarak yenilgiler yaşadığı, kan kaybettiği, harici ve dahili sıkıntıların had safhaya ulaştığı dönemdir. Bu dönemde başka bir şey daha olmuştur. Bu da oryantalist saldırıların şiddetli bir şekilde başlamış olmasıdır. Özellikle “Din–Terakki” tartışmaları ve dinin terakkiye mani olduğu üzerine süren amansız çatışmalardır. Her alanda sıkışan Müslümanlar, bir de oryantalist saldırıların karşısında şaşkınlık ve telaşa düştüler.

Modern bir söylem: Dini yanlış anladık!

Müslüman dünyaya acilen bir savunma hattı gerekmektedir. Zira inandıkları “Din” çeşitli iftiralara uğramakta, yoğun bir saldırı altında bulunmaktadır. İşte bu eşikte Müslümanlar bir savunma hattı üretir ve bu hattı tahkim etmeye çabalar. Bu hat, “Dini yanlış anladık” söylemiyle, dini hedef olmaktan çıkarmak ve hedefe kendilerini koymaktır. Bu tarihten sonra günümüze kadar Müslüman dünyanın özgüven kaybıyla sürekli savunma hattında kaldıkları görülmektedir.

Modern dönem icadı olan “Dini yanlış anladık” söylemi ile kısa vadede biraz rahatlatmış olan Müslümanlar, bu savunma hattının uzun vadede başlarına büyük sıkıntılar açacağını öngörememiştir. “Dini yanlış anlamanın” hangi tarihten itibaren kendisini göstermeye başladığı, ne vakitten beri böyle bir hata ile hemhal olunduğu izah edilememiştir. İşte bu vaktin izah edilebilir bir tayininin yapılamaması ve sadece Arsı Saadet’in örnek olarak gösterilmesi, İslam’ın bin üç yüz yıllık tarihi boyunca hiçbir zaman anlaşılarak yaşanmadığı gibi bir kanaati de doğurmuştur. Bu kanaat aynı zamanda, gerek din olarak İslam’ın gerekse İslam’ın mensubu Müslümanların, asırlar boyunca insanlık tarihinde, Asrı Saadet dışında hiçbir zaman varlık gösteremedikleri anlamını da taşımaktaydı.

Bir türedi haline düşmek!

Batının felsefi ve oryantalist saldırıları karşısında büyük özgüven kaybı yaşayan Müslümanlar, hem kendi imanlarına hem de iman ettikleri dine olan sadakatini yitirmeye başladılar. Kurtuluş düşüncesi olarak derinlikli analizler yapmadan ortaya bir söylem atmışlar fakat bu söylemle birdenbire köksüzleşerek, türedi halini aldılar. Hem Fatih’ten, Kanuni’den, Osman’dan, Orhan’dan, geçmişteki tarihi figürlerden iftiharla bahsetmeleri, hem de dinin Müslümanlar tarafından asırlardır yanlış anlaşıldığı tezi, kendilerini büyük bir çelişki ile karşı karşıya getirdi. Acilen bu mesele halledilmeliydi.

Tabii bu arada askeri, siyasi, iktisadi ve içtimai alanlarda sürekli ve baş döndüren hızla değişimler yaşanmakta, Müslümanlar her alandaki değişimlere çözüm üretmek açısından fikri fakirlik yaşamaktadır. Geri dönülemez bir yola girilmiş, her şey alt üst olmuş, bütün geleneksel yapılar ve kabuller yerinden yurdundan edilmiştir. Asrı Saadet’e ve kaynaklara dönüş, kritik meselelerin halledilebilmesi için bütün kesimlerce tek çözüm olarak görülmektedir. Zira her alanda yaşanan değişim ve dönüşümlerin birçoğuna din itiraz etmekte, yeni yorum ve tevillerin önünü tıkamaktadır.

Dinin kendisini ve kurallarını, kabullerini, fıkhi içtihatları çağa uygun olarak yeniden yorumlamak için bir kapı arayan modernleşme dönemi Müslümanları, Mecelle’nin 39. maddesine dayanarak çıkış yolu bulmaya çalışırlar. Mecelle’nin 39. maddesi, “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz”, yani “zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi kaçınılmaz” demektedir. İşte bu kabul, modernleşme dönemi Müslümanları açısından büyük bir rahatlık sağlar. Elmalılı’nın deyimiyle artık “hilafet dahi meşrutiyetin gereklerine göre yeniden yorumlanmalıdır.” 

Asrı Saadet’e nasıl gidilecek?

“Dini yanlış anladık” söylemiyle bir savunma hattı tahkim etmeye çalışan Müslümanlar, dini doğru anlamanın imkânını, Asrı Saadet’e ve kaynaklara dönüşte aramaya başlar. Bu çok büyük bir arayış ve çabadır. Fakat içinde büyük riskleri ve sıkıntıları da barındırdığı ilerleyen süreçte kendisini gösterecektir. 

Peki, Asrı Saadet’e ve Kaynaklara dönüş nasıl olacaktı? Hem de geleneksel anlamda, siyasetin, hukukun ve dahi içtimai kabullerin belirleyiciliğinin yerinden yurdundan edildiği bir dönemde… Ve hassaten dinin bütün alanlardaki söz söylemek gibi fonksiyonunun tenzilinin hızlandığı gelişmelerde, Asrı Saadet’e ve Kaynaklara dönüş mümkün mü idi? Eğer mümkün ise, bu geri gidişin usulü nasıl sağlanacaktı?

Dönemin Müslüman düşünürleri geri dönmek ve kaynaklara gitmekte kararlı idiler ve öyle de yaptılar. Fakat bu geri dönüşü büyük bir usul hatası ile sağlamaya çalıştılar. Asrı Saadet’e gidiş ve Kaynaklara dönüş, kendi usulleri dairesinde tarihin içinden geçerek, tarih tetkik edilerek değil de, bin üç yüz yıllık tarihin üzerinde atlanarak yapılmaya çalışıldı. Tarihin üstünden atlayarak gerçekleşen bu girişim, birdenbire Müslümanları tarihsiz bırakırken, dinlerini de ilahi vasfı gereği tarihe müdahale eden fonksiyonundan soyutladı. Bu sonuç, oryantalist saldırıların bile kendi çabasıyla elde edemeyeceği bir semereydi.

Meşrulaştırıcı bir malzeme olarak Asrı Saadet

Acaba dönemin Müslüman düşünürleri, bu girişimi bilinçli mi yapmıştı, yoksa gafletle mi böyle bir usulü tercih etmişti? Bu sorunun cevabı kanaatimizce önemlidir. Öyle sanıyoruz ki, dönemin Müslümanları, Asrı Saadet’i ve Kaynaklara dönüşü, yaşadıkları dönemi meşrulaştırmak için kullanışlı bir malzeme gibi görmekteydi. Fakat ne Asrı Saadet’te ne de Kaynaklar’da, modernleşme dürtüsünü meşrulaştıracak, beklentileri karşılayabilecek emarenin izlerine rastlamak mümkün değildi. Böyle olmasına rağmen alabildiğine yoruma açık bir alandı. İşte bu alan, ‘dini yanlış anladık’ diyenlerin kendilerince istedikleri gibi at koşturacakları imkânı sağlamaktaydı.

Tarihin içinden geçmeden üzerinden atlayarak bin üç yüz yıl önceye gitmek, tarihin içinden geçerken önlerine çıkabilecek birçok engeli de görmemelerini sağlayacaktı. Asrı Saadet’in ne olduğu belliydi fakat kaynaklarla ne kast ediliyordu, bu belirsizdi. Artık her şey yeniden değerlendirilecek ve yorumlanacak, yeni düzeni meşrulaştırıcı girişimler alabildiğine hız kazanacaktı. Öyle de oldu.

Asrı Saadet’in çağa göre yeniden yorumu

Modernleşme dönemi Müslümanları, yaşadıkları çağı Asrı Saadet’e göre değil, Asrı Saadet’i yaşadıkları çağa göre yorumlamaya başladılar. Her şeyin değişebileceğine kanaat getirenler, zamanın ve mekânın değişmesiyle asla değişmeyecek değerlerin olduğunu unuttular. Çok kolay bir meşrulaştırma usulü bulunmuş ve bulunan alanda istediğiniz gibi at koşturabilecek zemin hazırlanmıştı. Dini yanlış anladık söylemi, aslında dini zamanın şartlarına göre yeniden yorumlama imkânını elde etmenin gerekçesiydi. Bu sebepten Asrı Saadet’ten modernleşme dönemine kadar tarihin hiçbir safhasında din doğru anlaşılmamış, İslam’ın hayatın her alanına müdahilliği görülmemişti.

Meşveret, hürriyet ve müsavat–eşitlik üzerine kurulan yeni düzenin, ne Asrı Saadet’te ne de Müslümanlık siyasi tecrübesinde karşılığı görülüyordu. Batı usulü meclisli bir siyasi düzen ve bu düzenin meclisi içinde yer alacak olan gayrimüslimler, Müslüman devletin ve milletin mukadderatı hakkında söz söyleme hakkına sahip miydi? Tarihin üstünden atlayarak Asrı Saadet’e gidenler, o dönemde de böyle bir uygulamaya cevaz bulamadılar.

‘Hum’ zamirinin serencamı

Meşveret kavramında meşrutiyeti ve bu siyasi sistemin mecburiyeti olan meclisi ve bu meclisin de mecburiyeti olan gayrimüslimlerin meclise duhulü, dönemin Müslümanları için meşrulaştırılması gereken en kritik husustu. Meşrutiyeti, meşveret kavramıyla ve meşvereti de “veşâvirhum fî-l-emr” (Ali İmran 159) ayeti celilesi ile zamana göre yorumlayanlar, ayetteki “onlar”ın kimler olabileceği hususunda ihtilafa düştüler. Onların bu ihtilafına, ne tarihin içinden ne de Asrı Saadet’ten bir cevaz çıkmamıştı. Defalarca yapılan meşveret toplantılarında da bir sonuca varamadılar. “Gavurlar Müslümanların meclisinde yer alabilir miydi?” “Müslümanlar, gayrimüslimlerle belirleyiciliği olan siyasi meselelerde istişare edebilir miydi?” Bu sorunu aşmak uzun zamanlarını almasına rağmen, meşru bir gerekçe bulamadılar.

Peki, şimdi ne olacaktı? Bu sıkıntılı vaziyette başka bir kavramı devreye soktular. Bu kavram modernleşmenin kurucu kavramlarından biri olan “ictihad” kavramıydı. Uzun tartışmalar yaşanmasına rağmen bir sonuca varılamayan mesele, dönemin ilmiye sınıfının ikna edilmesiyle, bu meselenin ictihadi bir mesele olduğu ve ilerleyen süreçte çözüme kavuşturulacağı hususunda hemfikir kalındı. Dönemin Müslümanları kendi elleriyle kendi surlarında büyük bir gedik açmıştı.

Geçmiş dikenli bir çöl, gelecek kutsi hakikat

Bu eşikten sonraki süreçte, hiçbir dış müdahaleye gerek kalmadı. Asırlarca yanlış anlaşılan ve tarihin hiçbir safhasında doğruluğunu gösterememiş olan Müslümanlar -aslında İslam- bu eşikten sonra dini tam bir Batı taklitçiliği ile doğru anlama yarışına girdiler. Mehmed Akif’in deyimiyle, kendilerinden önceki devirler, deve dikenleriyle kaplı korkunç bir çöldü. Gelecek ise kutsi bir hakikat. 

Dinin, geri kalmışlığın sebebi olmayıp, kabahatin kendilerinde, geri kalmışlık suçunun dinde değil, dini yanlış anlayan Müslümanlarda olduğunu savunanlar, şimdi dinlerini yeniden, fakat çağın siyasi, iktisadi, hukuki ve içtimai gereklerine göre doğru (!) anlamanın peşinden koşmaktaydı. Asrın idrakine İslam’ı söyletmek için yoğun mücadele veriliyordu. Artık ok yaydan çıkmış, kendi geleneğinden hurafelerinden utanan yeni nesil yorumcular, modern hurafeler üretmek için birbirleriyle yarışmaktaydı. Amaç, Avrupalı olmak fakat aynı zamanda da Müslüman kalmaktı. Bu mümkün müydü?

Müslümanların meclisinde, Müslüman düşmanı mebuslar, dinin yanlış anlaşıldığını ileri sürerek bir savunma hattı oluşturmaya çalışan Müslüman düşünürlerin yardımıyla yer aldı. Gayrimüslimlerin yer aldığı meclis, İslam’ın ve Müslümanların gelecek tasavvurunun yeniden teşkilinde söz sahibi oldular. “Ehlü’l-hal ve’l-akd” kavramı yeniden tanımlanarak, içinde gayrimüslimlerin de olduğu meclisin İslam’a uygun olduğuna meşru bir gerekçe üretildi. Manastırlı İsmail Hakkı, Ehlü’l-hal ve’l-akd kavramını geldiği kökten kopararak kavramı meclis-i mebusan olarak yeniden tanımlar.

Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin

Asrı Saadet’e gidenler, Asrı Saadet dönemi velayet ilişkilerinin nasıl yürüdüğünü görmezden gelirler. Yahudi ve Hıristiyanları dost edinme meselesi bir kenara, Yahudi ve Hıristiyanlar Müslümanların meclisinde cirit atmaktadır. Sarıklı hocalar, kalpaklı rahipler el ele vererek meclise girmektedir. Dinin, “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmemek” ilkesini hatırlatanlar, fitnecilik ve bozgunculukla itham edilir. Tarih boyunca dinin yanlış anlaşıldığını ileri sürenler, doğru anlamak adına dini hoyratça tahrif etmektedir.

Yeni kurulan düzende dinin belirleyici olamayacağı açıktır. Asrı Saadet’e gidenler, yeni düzende dinin dünya işlerine karışmayacağını ileri sürerler. Bunun delili olarak da, Medine’de hurma bahçesinde Resulullah (sav) ile sahabe arasında geçtiği rivayet edilen bir hadiseyi gösterirler. Peygamberin (sav) bir devlet başkanı olduğu, bir ordu komutanı olduğu, meseleleri halleden bir kadı olduğu, ümmetinin kimlerle dost kimlerle düşman olması gerektiğini bildiren bir uyarıcı olduğu gizlenir.

Avrupa ulaşılması gereken yegâne hedeftir. Avrupa’nın insanı hayretler içinde bırakan marifeti, serveti, ilerlemesi yeni bilimler sayesindedir. Kanallar açarlar, yollar yaparlar, fabrikalar kurarlar. Bu sayede dünyaya hükmederler. Dinin yanlış anlaşıldığını ileri sürenler, Avrupa’nın mekanik ve merhametsiz medeniyeti karşısında özgüven kaybından eziklik için kıvranmaktadır. Kurulmakta olan yeni düzene muhalefet edenler ise melundur. 

Demokratik ve sosyal bir din

Tarihsel süreçte dinin yanlış anlaşıldığını ileri sürenlerin, Asrı Saadet yorumlarından akla ziyan sonuçlar çıktı. Yeni yorumlarda İslamiyet, demokrasi ve sosyal bir din olarak tanımlandı. Resulullah (sav) Medine’de on senede tamamıyla şura ve demokrasi esasına bağlı bir devlet kurdu. Bu iddianın sahiplerince tevhid akidesi de tam burada tecelli etmiştir. Hiçbir dönemde demokrasinin bu derecesine çıkılamamıştır. 

Dini doğru anlamak adına, dönemin Müslümanları tarafından sürekli yeni ve zorlama yorumlarında, önce İslam Şeriatı meşrutiyeti kucaklamış, modern anlamda anayasa kabul edilmiştir. Kanun-i Esasi şeriatın fezlekesi olarak tanımlanmıştır. Oysa kabul edilen anayasanın baştan sona Şeriat tarafından kabulü imkânsızdır. Halife meşruti meclisin başkanı olmaktan başka bir şey değildir ve siyasetten soyutlanmıştır. Halifenin ecnebi memleketlerdeki Müslümanlar üzerinde velayet hakkı da yoktur.

İslam’ı ve Kur’an’ı nasıl anlamalıyız?

Yüz elli yılı aşkın bir süre zarfında dinin yanlış anlaşıldığı teziyle, dinin değil kendilerinin suçlu olduğunu ileri sürerek bir savunma hattı kurmaya çalışan Müslümanlar hiç beklenmedik bir yere geldiler. Ya da zaten amaçları buydu, böyle bir söylem ile meşru bir zemin sağlamaya çalıştılar. Asrı Saadet’i asrı hazıra göre istedikleri gibi yorumlayarak, dinin bir vicdan meselesi olarak anlaşılmasına katkı sağladılar.

Dinin doğru anlaşılmasına dair yapılan yeni yorumlarda din siyasi, iktisadi, hukuki ve içtimai alanlardan yavaş yavaş çekilmeye başladı. Batıdan ithal edilen meşrutiyet ve ardından demokratik siyasi düzen, yeni yorumlarla dini de kuşatan bir alan kazandı. Din, demokratik kabullerin gölgesinde kalırken, kültürün parçası olarak kabul edildi. 

Yüz yılı aşkın bir süre, dinin yanlış anlaşıldığını ileri sürenlerin selefleri, 21. yüzyıl başlarından itibaren “İslam’ı ve Kur’an’ı nasıl anlamalıyız” demeye başladı. Bu yeni söylem, bir öncekine göre içinde daha büyük riskler taşıyan bir söylemdir. Post modern dönem mitosu olarak, hakikatin göreceliğine göre, herkesin kendi hakikati doğrultusunda dini ve kitabı anlama usulü zuhur etti.

Hülasa; “Dini yanlış anladık” söylemi sahiplerinin selefleri, “Dini ve Kur’an’ı nasıl anlamayız?” söylemini üretti. Bu yeni söylem, eskisine nazaran daha büyük tahrifatlar yapmaya başladı. En büyük tahrifat, laik seküler siyasetin meşrulaştırılması alanında oldu. İlk söylem surda bir gedik açarken, şimdiki söylem bütün surları yıktı geçti.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *