Sanayi mi Tarım mı?

Sanayi mi Tarım mı?

Şimdilerdeki sıçramalar, can suyu girişimleri umarız daha büyüklerine evrilebilir. Ucuz politikalara alet ile heba edilmez umarız! Bu yazı ile amaç tarım ve sanayi politikalarına süreç ve sonuçlarına teknik çözümler sunmak değil. Yeni sorular, doğru bakış açıları oluşturabilmek için bir sorgulama fırsatı, çabası ve amacı gütmek muradımız.

Mustafa Bozacı

Bu başlıktaki bir münazarayı lise son sınıfta yaptığımızı ve benim mazeretim üzerine yerime katılan arkadaşımızın ‘Aç ayı oynamaz!’ vurgulu son cümlesiyle ülke ekonomi ve kalkınmasında tarım tarafını temsil eden bizim grubun kazandığı etkinliği hatırladım. 

Son, dünya ve dolayısıyla ülke gündeminde öne çıkan pahalılık, ihracat, ithalat, rekolte sorunu, cari açık, zamlar, girdilerdeki artışlar, enerji sorunu ve bunların baş faktörü sistem politikaları konu ve tartışmalarını düşününce, üstteki anekdot bugüne ve yarına ışık tutup yön verecek kati ve son çözüm olarak alınmamalıdır. Malumunuz münazaralarda ‘ağzı laf yapmak’ meseleyi vurgulu ve cazip olarak sunup dikkatleri çekebilmek önemli hususlardır. Mahkemelerde ve avukatlık mesleğinde olduğu gibi her zaman haklı olan kazanamaz yani. Bu meselede de onca şeye rağmen sistem politikalarının kitle nezdinde iktidara el değiştirtecek yoğunluk ve nicelikte reddedilmeyip zımnen kabul görmesi ve muhalefetin onca bağırıp çağırmasına rağmen bir çekim merkezi ve cazibe oluşturmaması da olsa olsa bir pazarlama kabiliyeti, münazara mantığı ve avukatlık tarzı savlama, savunma icrası ile mümkün olabilir desek yeridir. Kanıksama ve toplumsal asabeyi oluşturmuş olma o erk hanesine artı olarak yazılabilir belki! Haklı kim, haksız kim, hak hukuk nerede, veriler ne diyor demiyor, sebep sonuç ilişkileri nasıl kuruluyor, basın-yayın tarafsızlığı/tarafgirliği, verileri yorumlama ve manipüle etme, kitle beklentileri, nabza göre şerbet verme, farklı mazeret ve meşruiyet üretme imkanları gibi farklı konular işin içine girip meseleye eklenince sorun çözülemediği gibi daha da içinden çıkılmaz hal alıyor. 

Şeffaflık, adalet, liyakat, emanet, ehliyet gibi olgular örselenip çıkar-fayda dengeleri iç edilince ne olsa geçer! Kitlenin onca gösterge, bırakın göstergeyi yaşanmışlıklar, mevcut hal ve gidişat ortada iken hala muhalefete yönel(e)meyip onda bir keramet görememesi de üzerine durulmaya değer bir durum, tezlik, doktoralık araştırma konusudur. 

İşin içinde manipülasyon, sihir/hipnoz ve algı operasyonları, kanıksanmışlık, sindirilmişlik, ‘biz ve öteki’ kamplaşması, bilgi-bilinç kıtlığı, verilerle oynama ve yorumlama, resmilik gibi hususlar da devreye girince devrelerin yanması; çalışmaması, ışık vermemesi normal. Tüm bunlar anlık, spontan, bir çırpıda olup biten günün sorunları değil. Bu ekonomik olarak öne çıka(rıla)n, görünen/gösterilen olgu eğitimden, siyasetten, hukuktan, sosyolojiden ayrı da değil! Mesele salt bir sistem, iktidar sorunu olarak da görülemez! Çok girift ve farklı bileşenlere sahip bir gündem, gündem bombardımanına sahibiz! Sürüsüne bereket, al birini vur ötekine! 

‘Kalkınma’ olgu ve vurgusu da başlı başına yetkin, kapsamlı ve tutarlı bir vurgu değil, ‘ilerleme’ olgusu gibi! O kullanımlarda dahi farklı nakısalar, hinlikler yok değil! Kapitalist evrenin, dünya görüşünün ve işe koştuğu destek ve sözüm ona karşıt anlam dünyalarının da künhüne vakıf olmak gerek! Yoksa sivrisineklerle savaşmak kalıyor geriye, iş olarak, ama çözüme, sahili selamete ulaştırmayan… Dolar bazlı açıklanan kişisel endeksler, safi milli hasıla payı ile amaçlanan nedir, bilen var mı? İktisatçıların bile aynı konuda yüz seksen derece farklı yorumlamalar, müskiratlar sunup durdukları düşünüldüğünde! Öte yandan yeni açıklanan açlık ve yoksulluk sınırları ne anlama gelmektedir? Bunlar arasında senkronize oran-orantı var mıdır? Varsa nedir? Bir de münazara konusu gibi sair meseleler gelip dayandırıp iki kutuplu bir bakışa hapsediliyor, nedense! Sanki başka bir çıkış, başka bir bakış olamaz, iki tercihten biri seçilmekten başka çözüm bulunamamış gibi! Sanki ölümle sıtma ikilemine mahkummuşuz gibi!  Bir bileşke kurulamaz mı? Gerçi iki batılın sentezinden de bir başka batıl çıkacaktır! Ama, mesela ifrat-tefritçi yaklaşımdan kurtulup bu örnekteki gibi tarım ve sanayi birbirine feda edilmeden, birlikte koordine edilemez mi? Burada elbette ülkenin konumu, kaynak ve imkanları, toprakları, iklimi, jeopolitik durumu, nüfusu ve nüfuzu, bölgesel, yerel ve genel ilişki ve bağlantıları, bağımlılıkları -ki en önemli ve öncelikli tartışılması gereken husus budur- hesaba katılmalı, göz önünde bulundurulmalıdır. Demografik yapı kadar, ülkenin dünyaya bakışı, idare sistemi, idarecilerin nitelikleri kadar, sistemin omurgasının yapısı, rengi,  yapılanması, sağa sola esnetilemeyecek derecedeki kuruluş felsefesi de bu bakışların şeklini ve şemailini, rengini ve dokusunu izhar etmektedir. Bu ülkenin ta yıllar öncesinden sahip olduğu sanayi ve teknik altyapı, her ne kadar gizlense, üzerinde durulmasa da; malum, yıllar öncesinin uçak, lokomotif oto ekipmanları vb. hususlardaki imkanlar maalesef dahili ve harici bedhahlar tarafından heder, en azından sümenaltı edilmiştir. Yıllara sari politikalarla tarım ve hayvancılıkta keza, sorumluluğu 3-5 aracıya, market zincirine, stokçuluğa bağlayıp işin içinden çıkılamaz, sorun çözülemez; ilave getirdiği sorunlar da cabası! Gemilerle şapka ithalatından, Marshall yardımlarına, haşhaş meselesinden kenevir sorununa, şeker pancarından tahıl ithalatına, ‘tahıl ambarı’ söylemlerinden  kotalara, tank palet fabrikalarından İHA ve SİHA’lara kadar,  başımızı iki elimizin arasına alıp geçmiş, şimdi ve gelecek projeksiyonlarıyla mesele tüm boyutlarıyla, şeffaf, samimi ve her türlü iç-dış bağımlılık kaygısı gütmeden, geniş katılımlı, her farklı yönü farklı yönleriyle kuşatarak tartışma, istişare yoluyla masaya yatırıp ameliyata alınmalı ve her türlü cerrahi müdahaleden imtina edilmeden, iktidar odaklı bakıştan, muhalefet kurgularından uzak bir şekilde ele alınabilmelidir. 

Bu konu/hamur daha çok su kaldırır. Çok farklı öneriler, çözüm yolları bulunabilir. Bir yöntemi diğerine feda etmeden, bütüncül bir kalkınma hamlesi yapılabilir. Dedik ya; büyüme kalkınma nedir, nasıl olur? İnsan unsuru görmezden gelinerek kalkınmanın maddi yönü öne çıkarılıp manevi/moral değer, motivasyon, huzur ve güven, kanaat (herkes ve her kesim için!), paylaşım ve gelir dağılımında adaletin ihmal edildiği vasatta kalkınma da sözde kalır, ilerleme de! Ya da sadece, servetin güce dönüştüğü, belli ellerde toplandığı bir tekel söz konusu olur, sadece nicellikler, istatistikler ve veriler konuşur, daha doğrusu konuşturulur! Kitleler de farklı argümanlarla uyutulur, uyuşturulur, sömürülür! 

Yine, ‘sürdürülebilirlik’ gibi, kendine yeterlilik olguları da diğer bileşenler olarak süreçte iyi okunmalı, gerekleri yapılmalıdır. Pandemi derken, savaş ortamı derken yapılıp edilenlere, yapılmayanlara mazeret üretmek kolay! Minareyi çalanlar için kılıf üretmek ve tüketmek vakıay-ı adiyeden zaten! 

Müslümanım diyenlerin farkında olmaları gereken, o bilinç içinde bulunmaları beklenen bir Yusuf kıssası dahi çözüm sadedinde bir yol yöntemdir. Ama heyhat kime ne söyleyeceksin? İslam’ın hangi verisi, ilkesi kaldı ki o müslümanım diyenlerin dünyalarında; hülyalarında bile yok artık! Hani krizi fırsata çevirmek kapitalist mantığınca olmasa da doğru bir okuma çerçevesinde, sözüm ona, buğday, yağ kıtlığı mesela bir çözüm ve çıkış, uyanış fırsatı sunabilirdi bizlere! Elbette öncesinde sağlıklı bir öngörü, sonrasında planlama, yatırım ve yaptırımlar devrede olsa idi… Zaten küresel tezgahların sahipleri, bu bizim bahsettiğimiz planlama, yatırım ve yaptırımları sürgit devrede tuttuklarından ve tuttukları işbirlikçilerle işe koştuklarından her şey yolunda, her yer güllük gülistanlık gibi sunulabiliyor! 

Bakınız bu noktada dünyaya jandarmalık yapan ABD’nin öngörüsü, strateji ve dahi kurgulaması, planlaması çerçevesinde gıda stokladığı, önümüzdeki süreçte olması yüksek ihtimal gıda krizi kıtlığı sorununda gerek halkına bir idarelik olarak ve gerekse sair ülkelere farklı bedellerle tahakküm bedeli de dahil sevk ederek yolunu bulma hesabında, hesabını tutturma telaşında! Keza farklı aktörler de dünyanın farklı yerlerinden arazi kapatmak peşinde! Üstelik, hayatın olabildiğince mekanikleşeceği, nüfusun seyreltileceği, robot ve yapay zeka ile güya tüketim ihtiyaçlarının değişeceği allandırılıp pullandırılarak anlatılmaya devam edilirken! Bakınız AB ülkelerinin de bu işte, gerekli tedarik ve tedbirden uzak kaldığı görülüyor; o kadar yani!  

Bu işin doğal süreçleri, akışı, kendince bir sosyolojisi olabilse de iş başında olanlar, söz sahipleri, katara/kervana lokomotiflik işlevi dahilinde hiç de masum ve masun değiller! Süreçler kadar sonuçlar karşısında; süreçlere hükmeden ameliyeler çerevesinde, işe koştukları politikaların -ister kendilerinden menkul olsun, ister küresel ağa babalarının emirlerinden mütvellit olsun- kime, neye hizmet ettiğini, kimlere yaradığını, kimlerin hakkını gasp ettiğini bilmek, hesap etmek gibi bir sosyolojisi, sosyopolitiği var meselenin! 

Girdiler, enerji meselesi, uluslararası bir enflasyon olgusu vs. inanın meselenin çok odağından konular değillerdir. Yazılıp çizilenlere, söylenenlere, topun ortada döndürülüp durup oralara getirilmesine rağmen! Bunlar adeta kılıf işlevi, dikkat dağıtıcı aparat vazifesi görmektedirler. Milletin parmağın işaret ettiği yere bakmasını temin işlevini haizdirler! Milletin, üreticinin bakışı da hakeza buğdayından pancarına, yağlık bitkilerinden sebzesine, fındığından tütününe, seracılığından hayvancılığına takılıp kalınca, ya da sadece girdi ile çıktı arasına sıkışıp kalınca, ahalinin de tarla ile son satış noktası arasındaki katlamalara kilitlenince, sorunlar da asıl mecraı üzerinden tartışılamıyor ve sadra şifa bir çözüm de sunulup bulunamıyor! ‘Bulunmak istenip istenmediği’ meselesi  de can alıcı sual, meselenin bam teli olarak  orta yerde duruyor! Evet, sadece duruyor! Zira kimse meselenin bu yönüyle ilgilenmiyor, işkillenmiyor!

Sanayi altyapısının yıllardır ihmal ve iç edilmesinin faturası nelere kabildir? Bu millete hangi bedeller ödetilmiştir?! Bunun sorumluları, suçluları mesele zaman aşımına uğrasa bile, iadei itibar olgusunun tersi işletilerek, imtiyazların, titr ve apoletlerin geri alınması, en azından millete ‘yolsuz ve yüzsüzler’ olarak deklare edilmeleri gerekmez mi?! Gel gör ki işleyiş, işletiş böyle değil; devlette ve devletlularda devamlılık esastır, değil mi?! 

Şimdilerdeki sıçramalar, can suyu girişimleri umarız daha büyüklerine evrilebilir. Ucuz politikalara alet ile heba edilmez umarız! Bu yazı ile amaç tarım ve sanayi politikalarına süreç ve sonuçlarına teknik çözümler sunmak değildi. Yeni sorular, doğru bakış açıları oluşturabilmek için bir sorgulama fırsatı, çabası ve amacı gütmekti muradımız. ‘Devenin neresi doğru ki’ deyip kestirip atmadan, her neresi ise eğri, o eğriliklere işaretle bir doğrultma ameliyesi içinde olmak lazım, karınca kararınca… 

Son olarak insana daha öncesinde ve ötesinde İslam’a yatırım yapmak ona yönelmek gerekmektedir. Elbette aslına! Çoğu Müslümanım diyen memleketlerde zahirde görüldüğü üzere, hem Allah’ı hem de peşi sıra, yanı sıra veya astına doğru da, olsa olsa üretilmiş sanal ve banal putlarımızı -çoğu kapitalist, seküler ve heva tandanslı- razı edecek bir görünüm, adı üstünde şirket/şirk içeriğine haiz olup Allah’ın vahyi beyanına göre kabul görmeyecek, sahibini müflis tüccar kılacak bir sapmadır. 

Diyeceksiniz ki İslam’ın aslı gelse sorunlar biter mi? Elbette kesin olarak ‘evet’ demek mümkün değildir, ama hayali bile cihan değer! Dünya bambaşka bir hal alabilir, aslı öncesinde cennete dönebilirdi! lakin imtihan olgusunun bir doğallığı var! Hele insanın isyan ve nisyan/unutma kapasitesi ve şeytanın kıyamete değin me’zun olduğu hakikati, saptırma, çeldirme, iğva ve ifsadı da düşünüldüğünde… Ama şu günlerimizden iyi olacağı kesindir! Hakkıyla teslimiyet ve temsiliyet yapılabilirse… 

O zaman ‘İslam’ın aslı nedir?’ sorusu ve doğru cevabıyla işe başlamak gerek, hemen şimdi! Zira imtihanın akabindeki sualler ve akabindeki akıbet, sadece ve tamamen bununla ilgili… Eğer inanıyorsanız!

Yani mesele ne buğday, tahıl meselesi ne de demir, bakır… Mesele bunların öncesinde, bunlara anlamını veren, hayata renk sunan, gaye ve hedef koyan, insani ve öncesinde İslami boyutları haiz yani…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *