Demokrasi salt bir yönetim biçimi mi?

Demokrasi salt bir yönetim biçimi mi?

Demokrasiye düşünme biçimi olarak yaklaşmak, eğer Batı’nın geçirdiği tecrübeler türünden olaylar yaşanmamışsa zordur. Demokrasi batı dünyasında, bir yanıyla da egemenliğin kullanılması hususunda aristokratlar, halk ve din adamları arasındaki bir uzlaşmanın dışavurumudur.

Rasim Özdenören(*)

Demokrasiyi sadece biçimsel olarak ele alır ve onu halk idaresi (demos kratos) olarak düşünürsek, geriye çözümlenmesi gereken bir mesele kalır, o da halkın egemenliğinin yönetimin başına nasıl getirileceği sorusudur. Bu soruya, bir biçimde cevap bulununca, demokrasiyle ilgili soruların ve sorunların tümü çözüme ulaştırılmış olur.

Oysa demokrasi, bir yönetim biçimi olmaktan çok, hatta ondan çok, aynı zamanda bir düşünme biçimidir de. Yönetim biçimi neticede, o düşünme biçiminin dışlanmasına yol açan bir yöntem olarak ele alınabilir. Her ne kadar biz burada usul (yöntem, metod) ile asıl arasında içsel veya yapısal bir ilişki görüyorsak da, öz olmadan biçimin dışlaşamayacağını var sayıyoruz. 

Demokrasilerin temel sorunu sayılan egemenliği kullanacakların seçimi şöyle veya böyle bir metod üzerinde mutabık kalınarak sonuçlandırılabilir. Fakat egemenliğin özünü teşkil edecek ilkeler neler olacak? Demokrasinin biçimsel yanı (yani kimlerin seçmen, seçilen olacağı, hangi yöntemle seçimin gerçekleştirileceği vb.) öze ilişkin ilkelerle belirlenecektir.

Batı dünyasının demokrasi tarihinde, demokrasi, orada bir ülkü olarak değil, fakat uygulanan, yaşanan ve kullanılan bir haklar ve özgürlükler bütünü olarak görünüyor. Bu yüzden de insanlar, kendi haklarını ve özgürlüklerini diledikleri gibi “tasarruf edebiliyorlar.” Türkiye’de ise demokrasi halen bir ülkü (veya bir fantezi) düzeyinde telakki edilmektedir. Bu yüzden, TC’nin anayasalarını düzenleyenler, bu anayasaların maddeleri arasına egemenlik hakkını kullananların hangi haklar ve özgürlükler veya hangi ilkeler üzerinde tasarruf yetkileri bulunduğuna dair kayıtlar koymayı ihmal etmezler.

Mesela 1982 Anayasasının, Anayasanın değiştirilemeyecek hükümlerine dair 4. maddesi ile bazı “inkılap kanunlarının korunması”na dair 174. maddesi, halkın egemenlik hakkını kullanmasına getirilen sınırlarla ilgilidir. Bu tür sınırlamaların sebebi, geçmişinde İslam’ı yaşamış bir ülkede batılı anlamda demokrasi tecrübesinden geçilmemiş bulunmasında aramalıdır.

ZORUNLU UZLAŞMA

Demokrasiye düşünme biçimi olarak yaklaşmak, eğer Batı’nın geçirdiği tecrübeler türünden olaylar yaşanmamışsa zordur. Demokrasi batı dünyasında, bir yanıyla da egemenliğin kullanılması hususunda aristokratlar, halk ve din adamları arasındaki bir uzlaşmanın dışavurumudur. Geçmişinde İslam’ı yaşamış ülkelerde olsun, günümüz Türkiye’sinde olsun bu türden bir uzlaşmaya taraf olacak sınıflar (veya güç merkezleri) mevcut değildir. Günümüz Türkiye’sinde din örgütlü değil, üstelik dinin örgütlenmesine (şimdiki gibi devletin denetimindeki örgütlenmeyi kastetmiyoruz; bağımsız, özerk ve sivil bir güç olarak dışlaşmayı kastediyoruz) yürürlükteki kanunlar manidir.

Demokrasiye bir başka yanıyla baktığımızda onun, liberalizmin siyasî hayattaki izdüşümü sayılabileceğini söyleyebiliriz. Liberalizm nasıl ki, belli bir ‘sistemin’ adı değilse, fakat belli bir düşünme biçiminin kendisiyse, belli bir düşünme sistemi olmamakla birlikte ‘aydınlanma dönemi’nin düşünce akımlarına yol vermiş bir zihniyet ise; demokrasi de aynı biçimde, bir düşünme tarzıdır, bir kafa yapısının adıdır: Bu kafa yapısına bir bakıma, kilisenin dışında, kiliseden müstağni, hatta kiliseye karşı geliştirilmiş bir siyasî düşünme ve hayat tarzı diyebiliriz. Nitekim İngiliz ve Amerikan demokrasilerinin temelinde püriten etkilerden bahsedilmektedir. Hristiyanlığın bir mezhebi olan Püritencilik, kilisenin soygununa karşı çıkıyor, fakat bir yandan da kendisini insana değil, Tanrı’ya baş eğen insan olarak tanımlıyor. Böylece İngiliz ve Amerikan demokrasilerinin temelinde kiliseye rağmen bir dinî motif olduğunu tespit edebiliyoruz. Kiliseye karşı olmak o zamanların (16-17-18. yy) şartları itibariyle kurulu din müessesesinin dışına düşmek anlamını taşıyordu. Ama bu, Hıristiyanlığın özüne karşı gelmeyi gerektirmiyordu.

Böylece demokratik düşünme biçiminin içinde seküler, profan ve aynı zamanda dinî motiflerin tümüne bir arada rastlıyoruz. Öte yandan laiklik de bu anlayışın ve prosesin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Batı’da demokrasi olsun, laiklik olsun toplumun önüne ilkin bir ülkü olarak konulup, sonra da o ülküye ulaşmak amaçlanarak meydana getirilmiş kurumlar değildir. Bütün bunlar Batı’da (İngiltere, ABD, Fransa vb.) toplumun yaşayarak, deneyerek, uygulayarak vardığı siyasal ve toplumsal alanda zorunlu bir uzlaşmanın, bir hayat tarzının ürünü olmuştur.

DEMOKRASİ VE İSLAM PARTİLERİ

Yukarıdan beri söylediklerimiz bizi, bir hususun altını bir kez daha çizmeye götürüyor: Türkiye’nin halihazırdaki hukuki yapısı, bu ülkede İslam şeriatına dayalı bir siyasî parti veya bir komünist partisi kurulmasını kabul edebilecek bir olgunluğa ve yetkinliğe ulaşmamıştır. Ayrıca böyle bir olgunluğu ve yetkinliği kendisinden ümit etmeye hakkımızın olup olmadığı hususu da üzerinde durulması gereken bir sorudur. Çünkü Batı aleminde demokratik teamüllerin yerleşip gelişmesine yol açan tarihsel ve kültürel ortamı mahiyeti itibariyle birbirinden farklıdır. Batıda demokrasi kendi içsel ve yapısal şartlarının tabii hasılası olarak ortaya çıkmış ve yerleşmişken, Türkiye’de demokrasi zorlamayla hayatımıza girdirilmeye çalışılmaktadır.

Batı demokrasisi kendi sosyal ve kültürel yaşantısının tabii sonucu olarak ortaya çıktığından, oralarda dinî dernek kurmak veya dinî esaslara dayalı siyasî teşkilatlar kurmak serbesttir. Çünkü Batı demokrasisi bir yanıyla her ne kadar kiliseye karşı olan bir zihniyetin hasılası ise de, bir yanıyla da dinle beslenmiş bir kültürün hasılasıdır. Keza Batı dünyasında laiklik kilise ile devletin uzlaşmasını (veya din ve devlet otoritelerinin ayrışmasını) ifade ederken; Türkiye Cumhuriyeti daha baştan, teşkilatlanmasını dine karşı gerçekleştirmiş ve dini devletin denetimi altına almıştır.

Olayın dönüp dolaşıp Türkiye’de uygulanmakta olan demokrasinin beslendiği kaynağın sorgulanmasında yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin öteki her türlü siyasî kurumu gibi, demokrasisi de Batı kaynaklıdır; demokrasi bu ülkenin kendi kültürel kaynaklarından ve tarihsel şartlarından beslenerek ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla ancak onu getiren gücün iradesi istikametinde işlemeye istidatlı bir yapıdadır. Türk demokrasisi daha baştan İslam’a karşı örgütlendiğinden, halihazır şartlar itibariyle ondan İslamî partilerin kurulmasına müsaade etmesini beklemek eşyanın tabiatına aykırı olur.

Şimdi cümlemizin bu noktasında ayrı bir soru ortaya koyuyoruz: Türkiye’de yaşanmakta olan demokrasi İslamî partilerin kurulmasına müsaade etse bile, Müslümanlar bu müsaade çerçevesinde kendi partilerini kurmaya razı olacaklar mıdır?

İSLAM VE SİYASİ PARTİLER

Müslümanların demokratik müsaadeler çerçevesinde kendi siyasî partilerini kurmaya razı olup olmayacakları sorusunun cevabına ulaşabilmek için, Müslümanlar nezdinde ortaya çıkan başka soruların irdelenmesi ortaya çıkıyor, hatta öncelik kazanıyor. Şöyle ki:

Eğer siyasî partiler bir amaca ulaşmanın aracı olarak düşünülüyor ise, bu araçları İslam ne ölçüde tecviz ediyor? Kendisi bir amaç değeri taşımayan bir aracın kullanılması acaba şer’î çerçeve içinde mi mütalaa edilmeli, yoksa Makyavelist bir değer taşıdığı (yani amaca ulaşmak için her türlü aracın kullanılmasının mübah sayıldığı) mı kabul edilmeli?

Saniyen, İslam adına Müslümanların küfür düzenleriyle uzlaşmaya girmeye hakları olabilir mi? Bu soru, kafirlerle akit yapma hususundan farklı bir anlamı içeriyor ve başkalarının koyduğu kurallara göre işleyecek bir düzene İslam’ın uyum sağlaması anlamına geliyor.

Müslümanlar başkalarının sağladığı lütuf ve ihsan çerçevesinde çalışacak (işleyecek) bir İslam partisinin İslam’a ve Müslümanlara ne gibi hizmetler sunmasını bekleyebilirler?

MÜSLÜMAN DEMOKRAT OLABİLİR Mİ?

Demokrasi, egemenliğin kaynağını halkta (insanda) arayan özelliğiyle ‘profane’ (kutsallığından boşandırılmış) bir zihniyete sahip kılınmayı istiyor. Oysa Müslümanlar, Müslüman olmanın getirdiği tabii hasıla olarak egemenliğin kaynağını vahye (ilahi kanuna) dayandırırlar. Bu iki farklı zihniyet örtüşmez. Yani bir Müslüman kendi tanımı icabı, aynı zamanda demokrat olamaz.

Bu öngörü, Müslümanın fikir ve vicdan hürriyetine yabancı olduğu, insan hakları ve adalet kavramlarını tanımadığı biçimindeki yorumlardan kaçınılarak anlaşılmalıdır. Üzerinde durulacak husus, egemenlik hakkının kaynağının insanda (halk veya millet olarak insanda) mı, yoksa vahiyde mi aranması gerektiği sorusunda yoğunlaşıyor. Demokrasi bu sorunun cevabını egemenliğin kaynağının insan olduğunu söyleyerek veriyor.

(*) Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, Rasim Özdenören, İz yayıncılık, İstanbul 1996. (Yukarıdaki metin kitabın 26-46 sayfaları arasından bazı bölümler şeklinde alınmıştır)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *