Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine

Barbarların Yaktığı Köyler Ahalisine

Yakup Kadri, kendi şahsında bütün aydınların içine düştüğü ruhsal bunalımı anlatmaya çalışmaktadır. Ölenler, tarlası yananlar, evlerinden sürekli cenaze çıkanlar hep Anadolu insanıdır. Mazlum, mustazaf kimsesiz. Ve kendisinin derdinden anlamayan yeni nesil aydınlar…

Yakup Döğer

Modernleşme dönemi süregelen dönüşüm ve değişimlerin sağlanmasında önemli yer alan laik tipli okulların askeri, siyasi, iktisadi ve hukuki alanda yetiştirdiği adamların kendi toplumundan farklı birer zihniyet dünyası ve davranış kalıpları olduğu malumdur. Bu yeni aydın tipi, kendi halkına yabancı, tepeden bakan, hakir gören, memleket insanın topyekûn cahil cühela olarak kodlayan bakış açısına sahiptir.

Bu bakış açısının en belirgin örneklerini şüphesiz Tanzimat sonrası modernleşme ve cumhuriyetin erken dönem romanlarında görmek mümkündür. Irsi bir karakter olarak Batı dünyasının meftunu olan zihniyette, bu karakterin devam ettiği halen ortadadır. Bu zihniyeti en çarpıcı şekilde tefsir eden yazarlardan biri Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974) ve O’nun romanı “Yaban”dır. Fakat Yakup Kadri, Yaban’dan çok daha önce, savaştan sonra oluşturulan “Anadolu Mezalimi Tahkik Komisyonu”nda görevli olarak Anadolu’nun birçok yerini dolaşmış, yaşanan sefalete şahit olmuş, milletine tepeden bakanların (ki, tepeden bakanlara kendisini de dahil ediyor) kendi halkından ne kadar uzak olduğunu “Dergah Dergisinde” kaleme aldığı bir makalesinde bütün aleniyetiyle ortaya koymuştur.
Yakup Kadri bu makalesinde, yeni aydın tipinin, kendi insanından ne kadar uzak olduğuna, kendisini aydın olarak nitelendirenlerin, aslında yapması gerekenlerin hiçbirini yapmadığını, sadece kendi memleket insanının cehaletine tiksinerek baktığını vurucu betimlemelerle ifade etmektedir.

Beni hatırlıyor musunuz?

Yakup Kadri, heyetteki görevi gereği Anadolu’nun birçok yerine gezmiş, ahalinin perişan halini görmüş, yaşanılan sefalete, yokluğa, memleket insanının haleti ruhiyesine şahit olmuştur. Ve yine daha önce geçtiği bir köyden yeniden geçmektedir. Yakup Kadri, hiçbir şeyin değişmediğini, değişmediği gibi daha da kötüye gittiğini görmektedir. Fakat memleket insanın bu kötü durumuna rağmen, kendisi ve kendi gibi olanlar, sanki hiç yokluk, sefalet, acı, perişanlık çekmeden yaşamaktadır. Müellif geçtiği köyün ahalisine seslenir:

“Bilmem beni hatırlıyor musunuz? Ben sizi asla unutmadım.

Zira köylerinizin viraneleri içinden geçerken kadın, erkek, genç ihtiyar, çoluk çocuk hayran, ürkek ve mahcup çehrelerle, yumuşak yastıklarına yaslandığımız otomobillerin etrafını aldığınız zaman hayatımın en derin, en büyük en yüz kızartıcı utancını duymuştum. Utanç ise, kıskançlık ve haset gibi unutulmaz, silinmez bir duygudur; geçtiği yerde ateşten izler bırakır.

Şu dakikada sizi ve köylerinizi hep birbirine karıştırıyorum. Hanginiz daha az sefil idi? Hanginiz daha merhamete layıktı? Bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa o da, sizin gözleriniz benim gözlerime değdikçe, başımın önüme eğilmesi ve yüzümün kızarmış olmasıdır. Bunun için değil midir ki, size hitap ettiğim şu dakikada, hepinize karşı kalbimde kine ve öfkeye benzer bir şey duyuyorum ve tekrar size doğru gitmek fikrine alışamıyorum; sizden korkuyorum. Bir caninin öldürdüğü adamın cesedinden korktuğu gibi sizden korkuyorum.”

Yakup Kadri, derdine derman olmaya çalıştığı memleket insanı ile kendi yaşantısı arasındaki korkunç uçurumu ve uyuşmazlığı, nadim olmuş haliyle ifade çalışır. Kendi insanına çare olmaya çalışan bir insanın neden başı öne eğilir ve yüzü kızarır? Ve bu başı öne eğilen, yüzü kızaran insanı, kine ve öfkeye götüren sebep ne olabilir? Ve yine bir aydın, neden kendi insanından, caninin cesetten korktuğu gibi korkar? Bu sorular cevapsızdır.

Bizden neden kaçıyordunuz?

Yakup Kadri, geçtiği köylerin ahalisinin, kendileriyle olan münasebetini ve kendilerinin köylülerle olan müspet ve menfi ilişkisini sorgular. Üç yaşındaki çocuklar bile kendisinde cüret ve cesaret bırakmamıştır. Ahali, bir yabancı gibi kendilerinden kaçarken, aynı zamanda da sokulmaya çalışır.

“Üç yaşındaki çocuklarınızın hayali bile bende cür’et ve cesaret namına hiçbir şey bırakmıyor.

Hatırlıyor musunuz, bilmem! Sonbahar mevsiminin serin günlerinde idi; hava kâh kapanıyor, kâh açılıyordu ve bu durmadan değişmeler insanda hayata karşı bir güvensizlik uyandırıyor; sebepsiz bir vesvese, bir endişe, bir büyük tehlike hissi gibi ürpertiyordu.

Arabamızın içine ne kadar gömülsek, yumuşak ve sıcak esvaplarımıza, örtülerimize ne kadar bürünsek, zannediyorduk ki, yolumuzun sonunda bizi bekleyen şey açlık ve çıplaklıktır. İşte tam bu sırada siz o viraneler içinden, göçmüş neslin cehennemden dönen hortlakları halinde, bizim önümüze çıkıyor veyahut önümüzden kaçıp gidiyordunuz. Bizden niçin kaçıyordunuz? Bize doğru niçin koşuyordunuz? Bizimle sizin aranızda müspet veya menfi bir ilgi var mıydı ki, bizden kaçmak veya bize sokulmak ihtiyacını duyuyordunuz?”

Biz güneşten daha parlak çatallarımızla, ezilmiş etler yerken…

Memleketin sefaletine, yokluğuna, fakirliğine rağmen refah içinde yaşayan Osmanlı aydını ve yokluğun sefaletin, fakirliğin dibini görmüş memleket ahalisi… İki sınıfın birbiriyle bir aidiyet bağı olabilir miydi? Aynı toprakların üzerinde ve aynı kaderi paylaşmalarına rağmen, aralarındaki kapanmaz uçurumun sebebi neydi?

Yakup Kadri serzenişine, nedametle devam eder:

“Evet, aramızda bir bağ, bir ilgi yar mıydı? Siz benim için yerin dibinden çıkmış müstehaseler ve biz sizin için başka bir küreden inmiş mahlûklar değil miydik? Sizin, altında barınacak bir tek damınız, başınızı koyacak bir tek yastığınız yoktu. Biz ise o kadar büyük arabalar içinde ve en yumuşak yataklardan daha yumuşak yastıklar üstünde idik. Biraz sonra siz, yangın külleri içinde kavrulmuş buğday ve arpa tanelerini toplamaya ve onları iki taş arasında öğütüp yemeğe giderken, biz, yolun ferahlı ve sulak bir yerinde duracaktık. Ve güneşten daha parlak çatallarımızın ucuyla, ezilmiş etler, soğuk börekler ve taze meyveler yiyecektik ve bunları yerken esmer harp ekmeğini biraz tatsız bulacak ve geniş zamanların bize bahşettiğini hatırlayacaktık. Bilseniz, biz buna benzemez ne yemekler tattık, ne rahat yerlerde oturduk, ne ferahlı saatler geçirdik…”

Sizin kağnı arabalarınıza binemez, ekmeğinizden yiyemeyiz…

Osmanlı aydını ile ahali arsındaki uçurum, farklılaşma, yabancılaşma akıllara ziyandır. Aynı kaderi paylaşan fakat ayrı dünyalarda yaşayan iki sınıf, birbirine yabancılaşmış, aydın sınıfı, kendi milletini hakir görür olmuştur. Oysa aydınlar sınıfı ahaliyi daha müreffeh bir yere getirmekle görevlidir.

Yakup Kadri, ahali ile kendileri arasındaki uçurumu, ayrışmayı görmektedir. Ve itirafta bulunur:

“Dünyanın başka yerlerinde öyle memleketler vardır ki, düzenini periler kurmuş sanılır. Bastığımız yere sanki kadifeler döşenmiş gibidir; teneffüs ettiğiniz hava insanın başını döndüren bir Kevser’dir; kadınları çiçekler ve çiçekleri kadınlar gibi kokar, orada herkes, her dakika gülümser, her dakika, herkes için düğün bayramdır ve her oturulan sofra sanki bir hükümdarın sofrasıdır. Geceleri, sizi bekleyen yatak, kuş tüyündendir. Öyle ki vücudunuzu içine bıraktığınız zaman kendinizi göklerde bir buluta yaslanmış sanırsınız ve tavan, başınızın üstünde yıldızlı gecelerin kubbesinden daha süslüdür:

İşte, bu altımızda tepinen gururlu, çalımlı araba da oralardan getirilmiş bir sürat ve rahat aletidir. Hayatı, oralardaki yaşayışa göre anlayan vücudumuzun, sizin yaptığınız kağnı arabalarına binmeye artık tahammülü yoktur; nasıl ki, bir defacık olsun sizin yediğiniz ekmekten yiyemeyiz.”

Sizden olmadığıma nefret ediyorum…

Avrupa karakterli aydınların bu uzak duruşuna rağmen, ahali yine kendilerinden yaralarının sarmalarını istemekte, başlarına gelen felaketi onlara anlatmaktadır. Zira barbarların köylerini yaktığı ahalinin başka gidecek, derdini anlatacak kimsesi yoktur. İşte köylerine gelen devlet bu adamlardır ve bu adamlar ahalinin halini görmek için gelmiştir. Belki de ilk defa gördükleri otomobillerin, değişik kıyafetli seçkin efendilerin peşlerine bu sebepten takılmışlardır.

Yakup Kadri derin bir üzüntü içindedir. Kendisinin bu derece kendi insanından kopmasını içerlemiş, kendi kendisine lanet okumaktadır:

“Lakin o sıralarda ki, arabamızın etrafını sarıyordunuz. Her biriniz bir başka tavır, bir başka şive ile başınızdan geçen faciayı anlatıyordunuz. Örtündüğünüz paçavralar arasından kuru ve esmer kollarınızı uzatıyordunuz. Biriniz: İşte gavurun el uzattığı kız budur; ateşe attılar, ayakları kötürümdür, diye ah ediyordu. Bir diğeriniz de: Eyvah, eyvah neyim var neyim yok hepsini aldılar, mal, davar, tohum, oğul, koca… Hepsini… diye hıçkırıyordu ve bir kadın: Dokuz çocukla bir harabenin içinde çırılçıplak kaldım; ne yapacağım, ne diyeceğim? Aman Allah’ım, aman Allah’ım! diye dövünüyordu. O vakit yemin ederim ki, sizden olmadığıma, sizi dinlemeğe paçavralar içinde, yalınayak gelmediğime nedamet ediyordum. Gözyaşlarınız arkasında bize karşı sezdiğim kin ve hınçtan korktuğum için değil, fakat felaket ve sefalet karşısında sefahat ve rahat denilen şeylerin ne kadar kaba, ne kadar adi olduğunu hissettiğim içindir ki, sizin aranıza karışmak, sizin aranızda kaybolmak, kendimi sizinle beraber görmek istiyordum. O dakika zannediyorum ki, hayatın en büyük zevki, neşesi ve en büyük şerefi sizin gibi olmak ve sizin aranıza katılmaktır.”

Asıl mutlu olan kimlerdir?

Yakup Kadri, bulunduğu yeri aldığı konumu yadırgar. Yaşadığı rahat hayata, devletin sunduğu imkânlara ve ahaliden ayrıcalıklı bir sınıfa dahil olmasına rağmen, ahalinin içine karışıp, onlardan biri olması gerektiğine kanaat getirir. Yakup Kadri’nin aklına Hz. İsa gelir. İsa, bir nebi olmasına rağmen yoksullarla, hastalarla beraber olmakta, dilencilerle gezmektedir. Aydın sınıfı ise kendi ahalisine yabancı biridir. Mevkii yüksek, fakir fukara ile işi olmayan, milletine tepeden bakan şahsiyettir. Fakat mutlu değildir. İçindeki keder, Hz. Eyyub’un etini kemiren kurtlar gibi, kendilerini kemirmektedir.

Yakup Kadri serzenişine devam eder:

“O dakikada, Nasıralı Nebinin ruhundaki bütün esrar bana perde perde beliriyordu; onun; cüzzamlıları neden öptüğünü, sefil ve serserilerle neden düşüp kalktığını; neden toklar sofrasından kaçıp açlar çevresine sığındığını, neden dilencilerle beraber gezindiğini ve meczupların sohbetini neden akıllıların meclisine tercih ettiğini anlıyordum. O demişti ki: Asıl mutlu açlardır, zira doyunacaklar. Asıl mutlu çıplaklardır, zira giyinecekler. Asıl mutlu zulüm görenlerdir, zira adalete kavuşacaklar.

Evet, buna inanınız! Biz ki tokuz, biz ki giyinmişiz; biz ki adalet dağıtanlar arasındayız, ruhumuz bin türlü gamla doludur! Hiç bilmediğiniz, görmediğiniz kederler, bizi, Eyyub’un etini kemiren kurtlar gibi kemiriyor. Bu temiz, rahat ve yumuşak örtüler altında şüphe, gurur, kibir ve ihtiras denilen türlü türlü illetlerle şerha şerha kanayan bir derimiz var. Düşmanın hıncı, vahşeti sizin üstünüzden bir kaza gibi gelip geçti; fakat biz o hıncı, o vahşeti ve o düşmanı daima içimizde taşıyoruz. Durmadan yanıp, durmadan tutuşuyoruz; durmadan yağmaya, talana, durmadan eza ve hakarete maruzuz; her dakika doğrulup her dakika yıkılıyoruz.”

Ve bir dua…

Yakup Kadri, kendi şahsında bütün aydınların içine düştüğü ruhsal bunalımı anlatmaya çalışmaktadır. Ölenler, tarlası yananlar, evlerinden sürekli cenaze çıkanlar hep Anadolu insanıdır. Mazlum, mustazaf kimsesiz. Ve kendisinin derdinden anlamayan yeni nesil aydınlar.

“Ey, yanmış tarlası üstünde beyaz sakalını yolan ihtiyar; ey, evladının mezar taşından başına yastık yapan ana; ey, geceleri köpeklerle beraber uluyan aç çocuk; ey, bekareti iğrenç bir yara halinde kanayan genç kız.

Allah cümlenizi bizim düştüğümüz dertten masun eylesin!”

Yakup Kadri bu satırları yazdığında tarihler Aralık 1921’i göstermektedir. Mezalim Tahkik Komisyonunda görevli iken, Yunan gavurunun memleket insanına yaptığı akıl almaz zulümleri yakinen görmüş ve etkilenmiştir. Fakat yirmi yıl sonra yazacağı “Yaban” da, bu satırların kuşandığı duygudan eser yoktur. Yaban romanı ile bu satırlara baktığınızda iki türlü düşünceye kapılırsınız. Ya bu satırları yazan Yakup Kadri değildir, ya da Yaban’ı yazan.

Makale kaynağı: Yakup Kadri, Sakarya Vadilerinde Yunan Barbarlarının Yaktığı Köyün Ahalisine, Dergâh, cilt II, sayı 16, sayfa 53-54, tarih 05 Kanunuevvel 1337 – 5 Aralık 1921

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *