Değişimden Başkalaşıma

Değişimden Başkalaşıma

Bir Müslüman akıl ‘‘Ne olsa geçer/her şey geçer’’ değil ‘‘Ne olsa geçer/ne yapmalıyım?’’ ve ‘‘Ne olsa geçmez/Ne yapmamalıyım, nelerden uzak durmalıyım?’’ diye sormalı, bu suallerin cevapları için titizlenmeli, endişe-ümit arası bir sorumluluk içinde hareket etmeli değil midir?

Mustafa Bozacıoğlu

Değişim hayatın her alanında ve hemen her zaman dillendirilen, gündem olan ve oluşturan bir olgudur… Hatta en meşhur ve zirve ifadesiyle ‘‘Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir’’ mottosu dillere, gönüllere, tavırlara öylesine yer etmiştir ki artık değiştirmek/dönüş handiyse mümkün değildir. Buna lineer tarihi okuma da eşgüdüm sağlamakta, yumurta-tavuk, tencere-kapak ikilemindeki gibi senkronize ve bağımlı bir hareket gözlenmektedir.

Söz konusu yargı, kişisel algılar ve bakış açılarından grup/taife/kitle edinimlerine, teoriden pratiğe hemen her yere sirayet etmiştir. Burada asıl yargı ve analiz konusu olan; asla uygun usuldeki, teoriye uygun pratiklerdeki, yol ve yöntemdeki olası uyarlamalar, güncellemeler, stratejik ayarlamalar, taktiksel güncellemeler artık normal, hatta sıradan, olması zorunlu gibi algılanır olmuş, kanıksanmış ve yol olmuş, artık mesele ‘‘asla’’, ilkelere, sabit değerlere, normlara, sınırlara, ‘‘teorinin kendine’’ gelmiştir.

‘‘Sabit değerler-değişkenler’’, ‘‘pergelin sabit ayağı-seyyar/değişken ayağı’’, ‘‘teori-pratik’’, ‘‘asıl-usul’’, ‘‘ilkeler-yöntemler’’ gibi kullanımlar artık önemsiz görünür olmuştur. Sapla saman, at izi ile it izi karış(tırıl)mıştır. Gerçekler algılara, hakikatler zan ve kuruntulara evrilmiştir.

Postmodernizmin ‘‘göreceliği’’ ve ‘‘Ne olsa geçer!’’ tarzı dağlara-taşlara, dahası sinelere/ idraklere kazınmıştır!

Oysa Müslüman akıl ‘‘Ne olsa geçer/her şey geçer’’ değil ‘‘Ne olsa geçer/ne yapmalıyım?’’ ve ‘‘Ne olsa geçmez/Ne yapmamalıyım, nelerden uzak durmalıyım?’’ diye sormalı, bu suallerin cevapları için titizlenmeli, endişe-ümit arası bir sorumluluk içinde hareket etmeli değil midir? Heyhat!

Kişiler içlerindeki kayganlıktan, acelecilikten, sonuç odaklı (ama süreci de ihmal/ihlal edip aynı zamanda sebebi olduğu sonuçlar) bakıştan nitelik olarak ‘ol’mamışlıktan, bilgi/bilinç ile teçhiz olamamaktan, yanlış usul, yol yordam peşinde koşmaktan dolayı önce kişilikleri, sonra da kimlikleri ile ilgili aşınmalar, pörsümeler, küçülmeler, parçalanmalar, yitimler yaşamaktadırlar. Sonra da bunun kılıfını hazırlamak, mazeret ve mağduriyet fıkhı üretmek, ‘amalı, fakatlı’ cümlelerle sorumluluktan kaçmak, suçu genelde ‘ötekine’ (her anlamıyla) havale etmek ucuz ve kolaycı çabasına giriyor. Girdiği niyetle de çıkmayı biliyor!

Daha sonra da iş, meseleleri ‘kitabına uydurmak’ tarzında ‘asla/bilgiye/teoriye’ yönelik tahrifata, tezvirata, algılara, ekleme ve eksiltmelere, zan ve kuruntulara, heva ve heveslere, uydurma ve uyuşturuculara (masal, ninni, efsane, hikâye, kahraman ve kahramanlık türküleri…), arkeolojik kazılara, oryantalist dezenformasyona, gündemik çıkarsamalara, değişim olgusunun gölgesine/himmetine sığınarak/yönelerek kaçışa, evrilmeye, savrulma, devrilmeye daha kötüsü ‘başkalaşmaya’ varıp dayanıyor!

‘Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak!’, ‘Kaş yaparken, göz çıkarmak!’ ifadeleri durumu gayet iyi özetliyor da bizler bu darb-ı mesellere, vecizelere şeklen bakıp geçiyoruz, düşünüp ders alan nerede?!

Daha dün karşı, karşıt oldukları, tümden itiraz ettikleri, değiştirmek için niyet ve çaba(!) sarfettikleri; fikri olsun, yapısal/kurumsal olsun ne varsa büsbütün teslim oldular ona, onun çarklarına, düzenine… Çevresinden kuşatma, merkezi ele geçirme hayalleri içinde merkezileştiler, merkezin cazibesine kapılıp güdümüne geç(iril)diler, ele geçtiler! ‘Ele geçtiler!’ derken ‘elebaşlarından’, ‘sürü liderlerinden’ ayrıca ve öncelikle bahsetmemiz gerekiyor… Bu ‘el’ meselesine de bir el atmak gerekiyor; ne kadar kolay, ucuzca ve çabuk ele geçildi/derdest olundu (Yine gönüllülük esaslı, yol ve güzergah çizilmiş, havuçlarla döşenmiş de olsa!) ve el olundu/aidiyetler örselendi, yabancılaşıldı… Çap(sızlık) meselesi, kapasite ve müsaitlik sorunu yine!.. Bu, kitlenin ve kalabalığın, her sakallıya ‘dede’ deme kolaycılığına düşmüş ahalinin sorumluluğunu, cürme ortaklığını değiştirmez ve azaltmaz! Gelgelelim işin doğasında, öncekilerin hikayelerinde de bu var!..

Birileri kitleyi, ahaliyi, sürüyü sürmek, güdülemek, sevk ve idare etmek, çoğunluk da buna uymak durumundadır ekseriyetle… Bu hayvanlar âleminde de şahit olunan bir durumdur. Lakin insanı hayvanattan ayıran o melekeler; akıl, idrak, fikir, tercih, irade bu noktada önem kazanıyor. O melekeleri kullanırsanız hayvanattan ayrılıyorsunuz, yok eğer kullanmıyor, birilerinin kullanımına, tüketimine sorgusuz sualsiz devrediyorsanız (Emanetleri ehline teslim etmek…) o zaman, o sorumsuz, hesap kitaptan muaf dört ayaklılarla aynı konuma, dereceye düşüyor, derekeye savruluyor, eşitleniyorsunuz demektir… ‘Sürünmek’ tabiri de buradan mülhem olsa gerek!

Neyse gelelim o elebaşı, sürü lideri postundaki/konumundakilere: Her ne kadar kitle ile lideri, sürü ile sürü başı arasında ‘tencere kapak’ misali bir ilişki ve ayrılmaz bir bağ olsa da ‘kapak kapaktır’, az da olsa bir üst konumu, ayrıcalığı vardır! Tencere içindekilerin ‘muhafazası’ açısından… ‘Muhafazakârlık’ olgusuna da başka bir açılım sizin için…

Kitleyi manipüle eden, sevk ve idare eden, kriminalize ve kanalize eden, ‘Bizden!’ denilerek güvenilen, azınlık ama sonuçları ve nicel etkileri ile (Dolayısıyla nitel sonuçları da bir o kadar ağır ve tamiri zor!) büyük erozyonlara/verilere ulaş(tır)an kesim ‘’koçbaşı’’ etkisi ile sürüyü/kitleyi mezbahaneye çomarların da nezareti ile sürüklemektedirler ki bu azımsanacak bir cürüm değildir! Kitle onların gözünün içine bakmakta, el işaretini beklemektedir. Derisinden gerisine, kemiğinden iliğine, postundan etine ve sütüne kadar sömürülmekte, çobanı da, çomarı da,kasabı da, ağayı da semirtmekte, beslemektedir, bila mecbur ve/veya bile isteye, birkaç darıya, sap samana karşı!… Kurda kuşa da pay düşmesi, birilerinin payelenmesi de cabası…

Bu elebaşı kesim, öncesinde işin teorik kısmıyla ilgili manifestolar üretmiş, kalem klavye eskitmiş, sayfalarla kelam tüketmiş olmakla beraber, keskin bir ‘U’ dönüşü ile yüz seksen derecelik açı sapmasına uğramış, tükürdüğünü yalamış bir halde, üstelik o eski literatür ve müktesebatlarını raflarda tutarak olası bir yeni ‘U’ dönüşünü de yedekte, cepte tutmak paradoksu göstermektedirler! ‘Dün dündür’ ama ‘dün, tekrar gündeme gelebilir’! Hep lineer olacak değil ya bazen döngüsel olabilir! Hep ‘kazan kazan’ politikası! Artık ‘kazanamasan da kazandır!’ işlevselliğinde! Kişilerdeki ve kitledeki erozyon, zamanla dönülmez, engellenemez hal alıp heyelana dönüşüyor, tüm alanlarda yıkım ve deprem oluşturuyor ne yazık ki…

Kendi aymazlık ve kayganlıklarını, veballerini topu taca atarak, devekuşu misali kafayı kuma gömerek yadsıma ve psikolojik yansıtma ile kendileri gibi düşünmeyen, kendi durdukları yerde durmayanlara yüklemeyi de çok iyi biliyorlar, yükten yüksündükleri gibi… Bir zamanlar ‘o kitaba sahip çıkmak, kitabın ortasından konuşmak’ iddialarını da çürütecek şekilde ve çiğneyerek, şimdiki hallerini meşrulaştırmak adına, meşruiyet arayışları için, maslahat olgusunu da tüketerek, kirleterek, arkeolojik kazılarını, mühendislik çabalarını, uzmanlık iştihalarını ‘kitabın kendine’, ‘ilkelerine, sınır ve çizgilerine; asıl’a’ yöneltiyorlar!.. Ne halden anlıyorlar, ne de hatır gözetiyorlar! Yok yok, bir hatır gözettikleri kesin de!..

Yok ‘dinde reform’, yok ‘anın/zamanın fıkhı ’yok ‘muradı ilahi’, yok ‘değişkenler’, yok ‘asrın idraki’, yok ‘mesajın evrenselliği’, yok ‘te’vil, akıl, bilimsellik’, yok ‘yerel veriler’ (Bir zamanlar hafkurdukları, handiyse ‘tekfir’ ettikleri ‘tarihselcilere ve tarihselciliğe rahmet okuturcasına -ki onlarda ve o hususta dahi bir seviye vardı-, yok ‘dinler insanlara/insanlığa acı getirdi hep(!)’ teraneleri ile çoğu klişe, hazır paketlenmiş, ısıtılıp tekrar servis edilen ‘kılıfları’ bulmak ve üretmekte de başı çekmektedirler! Lokomotif misali katara liderlik! Tek bir parça kar tanesinin yuvarlanarak çığa dönüşüvermesi ve önüne kattığı her şeyi yumak halinde yuvarlaması, dönüştürmesi misali…

Devrimcilikten evrimciliğe, değişimden dönüşüme ve başkalaşıma… Bu meselede teşhis ve tedavi de zordur! Tedavide kabulleniş ve gönüllülük, istekli olmak da şarttır genellikle… Kur’an başka bir safa katılmak dışındaki her dönüşün, dönüşü olmayan bir sapkın yol, cürüm, büyük günah olduğunu haber veriyor. Gelgelelim bizim mazeret, mağduriyet fıkhı uzmanları ‘kitabına uydurma’ hususunda da pek mahirdirler, çözüm bulmakta gecikmez, çözülmeyi hızlandırırlar… Cevap basit ‘Biz, bizden, başka bir safa/katıldık!’… Bu ifadede bir safiyet var mı?! Bizler fazla safız herhalde?! Ancak bu zokayı yutanlar da maalesef hiç az değil; çoğunlukta, çoğulculuk peşindeler!

Bir zamanlar, ‘şeytandan kaçar gibi’ kaçtıkları teorik ve pratik argümanlardan, yol ve yöntemlerden şimdi ne oldu da razı olundu,, hemhal olundu, ayniyet oluştu… Aidiyetler, iddialar ne bahasına tersyüz edildi, terkedildi?! Bu kadar kolay, bu kadar ucuz mu?! Bu nasıl bir taktik, ne menem bir strateji, ne türedi bir yoldur?!

Hani ’28 Şubat’ süreci ile ilgili son bir kanaat serdedilir ya ‘Bir turnusol kâğıdı gibi işlev gördü, biz(!)de ki kayganlıkları açığa çıkardı, çürük elmalarla sağlamları ayrıştı…’ diye, işte o kabilden görece hard/sopa politikalarında bir seviyeleri olanlar zemherilerde direnenler, soft/light/havuç politikalarında irtifa kaybettiler, pastırma sıcaklarında eridiler, cıvıdılar! Bu da bize ‘… şeytan/mağrur sizi Allah adına/Allah diye kandırmasın!’ Kur’ânî düsturunun son ve canlı örneği, evrensel mesajının tahakkuku değil midir? Demek ki ‘kimlik ve kişiliklerde’, ‘asıl-usul ilişkilerinde’, ‘teori ve ona uygun pratiklerde’ bir kifayetsizlik, eksiklik, ‘ol’mamak sorunu var! İçten kuşatma peşinde koşanlar ‘iç edildiler’, içtenliklerini kaybettiler, ilişkileri kopardılar, başka bağlar (naylon, sentetik ipler) ve örümcek evi tarzı sığınaklar edindiler! Derece derece ısıtılıp yavşayan, kendinden geçen, omurgası gevşeyen kurbağa misali…

‘Allah’ı hakkıyla takdir edememek’ ‘ahireti ertelemek, dünya hayatına tav olmak’, ‘Allah’ın ayetlerini az bahaya satmak (Bunun çok bahası da olamaz!) ‘kitap yüklü merkepler gibi olmak’ değil de nedir bu durum?! Var mı bir izahı?!

‘Tamam, taktik değiştiniz, takiyye bile demediniz, kaleyi içten fethettiniz.’ de ne oldu?! Bu topraklara ‘İslam’ mı indi?! O’nun sözü mü geçiyor?! Sosyal/ictimai hayata o mu renk veriyor?! Dünya saadetine mi erdiniz ahiret yurdunu mu garanti ettiniz?! İnsanlık fevc fevc dine/İslam’a mı teveccüh eder oldu?!

Geçelim ‘dünyaya nizamat vermek’ ile ilgili iddiaları; bu topraklarda ‘yerlilik, millilik(!)’ söylemlerinin neşvünema bulmasını, ‘milliyetçilik’ söylemlerinin ırkçılığa kaymasını, S. Kutup, Mevdudi vb. şahsiyetlerin söylemlerinin ‘dış söylem’, ‘dış etki’ şeklinde tahfif edilmesini nasıl içselleştirdiniz, hangi vicdanınıza el attınız?! ‘Yeni Türkiye’ söylemleriyle kastınız ‘otobüs şoförünün’ değişimi midir?! ‘Haram ama yasal’ sözünü nasıl te’vil ettiniz?! İslam’ın ve İslamcılığın iddialarını ‘katsayı, başörtüsü ve Kur’an kursları’ ulufelerine nasıl indirgediniz?! Tartışmaları bir tarafa da ‘İslamcılığın’ cılkını çıkardınız! ‘Camilerinin pencerelerini dahi saymayı’ (İmamı Azam örneği ve her şeye rağmen saltanat karşıtlığı vurgusu içinde…) hakaret zul sayarken hangi fetva, ilham ile tornistan yaptınız?! Masa, nisa, kasa (aş, eş, iş) söylemleri salt bir nakarat değilmiş demek ki! Hani ‘kedinin asaleti fareyi görünce belli oluyordu’?! Ulufeler, ilkeleri dövdü mü?! Değerler, edere mi döndü?!

Peşinden sürüklenilen ‘sistem’(rejim/devlet) tüm kavram ve değerleri tüketip iç ederken, tahfif, tahkir, tezyif ederken hiç mi irkilmediniz, incinmediniz?! İrkilme melekesinin yitimi ne demektir, biliyor musunuz?! ‘Islah, tecdid’ böyle mi olur?! Görünen o ki söz/iddia sahipleri ‘ıslah’ oldular, terbiye edildiler?!

H. Alan’ın (İktibas/2011 Aralık) ‘Kötü Bir Sistem (rejimler), İyi Politika veya İyi Politikacılarla (iyi idareci/şoför) Düzelir mi?’ başlıklı yazısındaki vurgu gibi… Başka söze ne hacet!

‘Yetmez ama evet’lerden, ‘bu kadarı kâfi’ noktasına evrilmenin, savrulmanın, devrilmenin, irtifa kaybından öte çukurlaşmanın bir izahı olabilir mi, kendini kandırmaktan, ötesi de kitleyi manipüle etmekten başka?!

Atılan taş, (terkedilen değerler, ilkeler) ürkütülen kurbağaya (yeni edimler, açılan alanlar/tersine bir türlü kapanmayan, çoğalan) değdi mi?!

‘Eski çamlar bardak oldu!’ denir ya, aynı ahval ve şerait sürüyor! Pekiyi kendiniz oldunuz-bittiniz, kitleyi niye manipüle, dezenforme, apoletize ediyorsunuz?! Yapılan hatalar, işlenen cürümler size yazmıyor, fatura hepimize, özellikle değerlerimize, dinimize kesiliyor! İş, içinden çıkılmaz hale geliyor! Tedavi ve onarılması güçleşiyor! Bir yığın çabayı götürüp nasıl çere çöpe dönüştürdüğünüzün farkında mısınız?! Elbette o çabaların niceliğinden önce nitelikleri de masaya yatırılmayı hak ediyor öncelikle…

‘Davasının eri’ insan bu kadar kolay değişir, gündemlere takılır, muarızına eklemlenebilir mi? ‘Dava’ aynı ise(!), demek ki ‘er’likte bir sıkıntı var, apolet peşinde koşarken… ‘Bir zincirin kuvveti en zayıf halkası kadardır!’ gerçeğine binaen, olması gereken hattı dağıtıp zinciri bölük pörçük ettiniz! Dışarıda peşrev çekmek, sloganlara sarılmak iş değilmiş demek ki! Bu ‘er meydanında’ olmak ve kalmak ayrı bir çap, ciddi bir donanım, mangal gibi yürek ister! Payandalıkla alınan payeler peyderpey yiter, gider! Keser döner, sap döner, bir gün gelir hesap da döner! Son hesap hakeza!

Şimdi ‘yolun sonu görünmeden ( o hep görünüyor da!..)’ hesap kitap vaktidir. Aklı başına alma zamanıdır! Nedamet, pişmanlık için, tevbe için daha ne kadar beklenilecek, kaç fırsat tüketilecek?! Sebebi olunan, kitlesel dezenformasyonun tamiri, telafisi için, emek yoğun çabalar, daha öncesinde bilgi yoğun süreçler yeniden ele alınmalıdır! Yok, ‘bu saf iyiymiş!’ ceremesi yok, bedeli yok, sıkıntısı yok, getirisi çok, titri/apoleti güzel derseniz millet de ‘yerse’ sözün bittiği yerdeyiz demektir…

Dergimizin Kasım sayısında, M. Barbaros’tan alıntılanan ‘Barbar Kargışlar’ şiirinden bir beyit sunalım dikkatlerinize. (Ağırsa, birilerinin ağrına gidecekse, yüzümüzü ağartacak işlere koyulsunlar, aynı meselde aşağıda vereceğimiz ifadeyi hak etsinler, ona yoğunlaşsınlar!..) Ki bu yarası olup gocunacaklara, işi aparanlara gelsin!

‘Rabbim onları affetme/ Çünkü ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar! 

Şunu da açık kapı kabilinden, ihtiyaten ekleyelim, orijinal vurgu Hz. Peygamber’in dilinden:

‘Allah’ım onları affet; ne yaptıklarını bilmiyorlar!’…

Bal tutan parmağını yalarsa, zehirli aşı altın kap ile sunarlar ayrıca…

Tahrifat ve tezvirat kelimeler, önce kavramlar üzerinden başlıyor, başlatılıyor ve dahi sürdürülüyor; terim/kavram/ıstılahlar üzerinde önce yanlış zemin ve bağlamlarda dezenforme ve muarızlarını/karşıtlarını öne çıkaracak mühendislik, arkeolojik kazı sürdürülüyor ve algı operasyonları gerçekleştiriliyor. ‘Şişede durduğu gibi durmayan’ bu müskirat ve uyuşturucular önce kitleyi ve dahi dönüp dolaşıp sahiplerini, aracılarını sarhoş ediyor, zehirliyor!

‘Mal bulmuş mağribi’ gibi ‘altın kâsede sunulan o ağulu aşa’ dört elle sarılıyor, sahipleniyorlar sonra! Örneğin bu tahrifat ve tezviratı ‘devlet/İslam’da devlet’ olgusunda görebiliriz. Önce ‘İslam’da devletin biçimi, rengi yoktur!’ denilerek çıkılan yolda ‘İslam’da devlet yoktur’, ‘Devletin dini/imanı adalettir’, ‘Şura demokrasi demektir!’ ‘ehliyet; teknokratlar olarak okunur’ zırva zirvelerine (tersinden alçak irtifaya) yerleşildi ve ona göre de pratikler kuşanıldı!

Bir zamanlar ‘Tu kaka’ olan, şirk sayılan, demokrasi gibi beşer din ve ideolojileri baş tacı edildi. Oradan ‘özgürlük, hümanizm, rasyonalizm, bilimsellik, sekülerizm vd.’ batılı ideolojik tandanslı kavramlar sökün etti ve zihni kirlilikle birlikte, fikri safiyet yapı sökümüne uğratıldı… Sonrası da malum… ‘Fikri safiyet olsaydı, bunlar olmazdı!’ da diyebilirsiniz, haklı olarak…

Bu kanaralaşmak (içteki kayganlık ve kaypaklığın, potansiyelin kinetiğe dönüşmesi tarzında açığa çıkması) olarak tanımlanabilir mi, bilmiyorum, ama düpedüz kavurgalaşmak (iğdiş edilmek, ‘inbat/tohumlama’ yetisinin yitirilmesi, devşirilmek olsa gerek…

Hadi kendinizi ikna ettiniz, kandırdınız, size güvenen, inanan insanları, kitleyi niye yoldan çıkardınız (onların ihmal, ihlal ve cürümleri ayrı) onca insanın vebalini nasıl omuzlandınız?! Terk ettiğiniz mevzilerdeki -asla kayıp olmayacak, sayılamayacak- teyakkuz ve mukavemeti gidişinizle bilmem ki zaafa mı uğratmış oldunuz, yoksa kalanların daha bir saf berkitip duruş ve düşünüşlerine haklılık kazandırmış oldunuz!.. 

Kim kaybetti, kazanan kim?!

Bir zamanlar -ki hiç de uzak değil- bu sistemin bırakınız amirliğini, memurluğunu, diyanette bile görev almayı kerih görürken, demokrasi oyun ve parti hareketini tel’in ederken ne oldu da sisteme payandalık, teorik, pratik katkı(!) mübah oldu, yol oldu! Hatta bu teyakkuzu sürdüren, hassasiyeti gösterenler ‘fitne’ unsuru, yapı bozumcu, öteki ve ötekinin ekmeğine yağ sürmekle itham edilir oldu?!

‘Dindar nesil’ söylemlerinin sonu ‘deizme’ vardı, her yere girmesiyle övünülen ‘başörtüsü’ içi boşaltıldı, tesettürü yok eden bir ‘siyasal simgeye’ -asıl şimdi- dönüştü! Hiçbir mefasid engellenemediği gibi neşvünema buldu, çok renkli ve cinsliler dahi görünür, hak verilir oldu! İslami kavramlar ona aidiyet izhar edip uygulamaları ile aksi icraatlarda bulunan işi kotaranlar marifetiyle tahrif edildi, değersizleştirildi (emanet-ehliyet-adalet-hak-hukuk vb.)! Kur’an okundu sağda solda, ama hükümleri görmezden gelindi (haram ama yasal)! 

Şimdi: Kâr nerede, muhafa-kârlık ne?! Değişim nerede, ne kadar ve başkalaşım ne?!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *