Sahte Varoluşlar

Sahte Varoluşlar

Günümüzde Müslüman kitlelere, ancak, görüntüler yoluyla, yerli-milli gösteriler ve propoganda yoluyla hitap edilebiliyor. Derin nitelik yoksulluğu/yoksunluğu, yoğun propoganda etkinlikleri yoluyla örtbas ediliyor.

Atasoy Müftüoğlu

Kendi geçmişleriyle-tarihleriyle yüzleşmeye cesaret edemeyen toplumlar ve kültürler, geçmişlerinin-tarihlerinin doğruları-erdemleriyle birlikte; aynı geçmişin ve tarihin zaaflarını-yabancılaşmalarını-barbarlıklarını-inhiraflarını da sahiplenmek zorunda kalır, bu nedenle kendilerini yenileyemez, bu zaafları-yabancılaşmaları-barbarlıkları ve inhirafları “şanlı tarih” retoriği içerisinde biriktirmeye, dokunulmaz kılmaya ve kutsallaştırmaya devam ederler. Günümüz İslam toplumlarında, Türkiye’de de, politik çıkarlar, beklentiler ve ihtiraslar doğrultusunda tarihi gerçekler tahrif edilebiliyor, “şanlı tarih” retoriğini tahkim etmek üzere ısmarlama tarih üretimi yapılabiliyor, tarih üzerinde tekel kurulabiliyor.

Varoluşsal-entelektüel bağımsızlığını tamamlayamayan İslam toplumları ve kültürleri, sistematik bir biçimde kötü niyetli bir oportünizme maruz kalıyor. Varoluşsal-entelektüel bağımsızlıklarını tamamlayamayan toplumlar tarihin nesnesi haline getirilebildikleri için, kendilerine dayatılan sahte varoluşlarla, başkalarının dili ve bilinciyle, hayata ve tarihe tutunmaya çalışıyor, kendi dilini ve bilincini gerçek anlamda özgürleştiremiyor. Hayatın hangi alanında olursa olsun, seküler yorumun otoritesi-iktidarı-meşruiyeti-dokunulmazlığı ve himayesi; İslami yorumu bütün boyutlarıyla, bütün alanlarda işlevsiz/etkisiz kılabiliyor. Neoliberal küreselleşme-ahlaki serbestleşme, seküler yorumun küreselleşmesine katkıda bulunuyor. Cinsel kimlikler, politikalar, eğilimler merkezinde sürdürülegelen tartışmalarda seküler yorumun baskısı sürüyor.

Osmanlı dönemi kültürünün etkisi altında bulunan toplumlarda, Türkiye’de de görülebileceği üzere, sultani-örfi kültür-hukuk-siyaset, örf’le uzlaştırılmış/bağdaştırılmış bir din-İslam algısı, her durumda devletin çıkarlarını, din’in çıkarlarından çok daha öncelikli/önemli sayıyor. Onaltıncı yüzyıldan itibaren toplumlarımıza hakim olan batıni-mistik-işraki gelenekler; örfe bağlılık-aidiyetle, İslama bağlılık-aidiyet arasında yaşanan çatışma/gerilim bir türlü aşılamıyor. Toplumlarımızın basmakalıp alışkanlıkların sınırları dışına çıkamamak, bu sınırların dışında düşünememek gibi yapısal sorunları var. Bu sorunlar sebebiyle toplumlarımız her zaman konformist bir gündeme ya da klişe algılara maruz kalıyor. Konformist gündemin hakimiyeti sebebiyle, toplumsal/kamusal/siyasal işlevi olmayan, kişisel alana ve içsel dünyaya kapatılan bir din algısı, bugün toplumlarımızı eylem/değişim/dönüşüm/yenilenme çabalarına/sorumluluklarına yabancılaştırıyor. Bu tür bir din algısının tayin edici etkisi sebebiyle, toplumlarımız, Ortaçağ Türkiyesinin “her şey mubah” dindarlığını içselleştirmiş bulunuyor. Günümüz Türkiyesinde yaşandığı üzere, toplumun bir kesimi, Osmanlı-İslam mirasını reddeden ideolojik bir tarih yaklaşımını/söylemini temsil ederken; toplumun muhafazakar kesimleri de, Osmanlı-İslam mirasını dokunulmaz kılarak kutsallaştıran bir hamaset tarihi yaklaşımını/söylemini, hiç bir eleştirel değerlendirmeye tâbi tutmaksızın temsil etmeye çalışıyor. İdeolojik tarih yaklaşımı/söylemi, Osmanlı-İslam geçmişiyle ontolojik anlamda yollarını ayırırken; hamaset tarihi yaklaşımı da, eleştirel bir tarih felsefesi bilinci oluşturamıyor.

Örf’e, folklöre, batıniliğe, kişisel dindarlığa indirgenen bir din algısı, Müslüman halkları edilgen bir tarihe mahkûm ederken, toplumlarımız, tarihin, zamanın, dünyanın dışında yaşamak pahasına, geçmiş üzerinde yoğunlaşıyor. Bugünün, bu kriz çağının gerçekliğiyle yüzleşinceye, bu gerçekliği çözümleyinceye, bu gerçekliğe ikna edici cevaplar verinceye kadar, içerisinde bulunduğumuz edilgenlikten kurtulmamız mümkün olmayacak. Edilgenlikten kurtulmamız için, acilen, radikal anlamda yeni bir düşünce, tefekkür, sorgulama iklimine, ortamına, dünyasına girmemiz gerekir. Karşı karşıya bulunduğu sömürgeci gerçeklikle yüzleşemeyen/hesaplaşamayan, kendi varoluş bilincinin ifadesi olamayan bir toplum ve kültürün hiç bir anlamı olamaz. Bütün İslami/insani değerlerin/anlamların/bilgeliklerin/ilkelerin kaybedildiği, düşünsel/ahlaki/zihinsel çölleşmenin iç içe geçtiği toplumlarda yaşanan politik tükenişi, politik depresyonu görmek gerekir.

Kapitalist emperyalizmin bütün dünyayı dönüştürdüğü, kapitalist kültür ve hayat tarzı yoluyla küresel homojenleşmenin yaşandığı bir dönemde/dünyada, çok büyük ölçekli kültürel/entelektüel/ahlaki inşa’lara ihtiyacımız olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak gerekir. Günümüzde Müslüman kitlelere, ancak, görüntüler yoluyla, yerli-milli gösteriler ve propoganda yoluyla hitap edilebiliyor. Derin nitelik yoksulluğu/yoksunluğu, yoğun propoganda etkinlikleri yoluyla örtbas ediliyor. Toplumlarımız hayatın ahlaki anlamına, niteliksel anlamına yabancılaşıyor. Hayatin ahlaki anlamına yabancılaşan kitleler, güncel maişet kaygılarıyla, güncel popülist politik gündemin sınırları içerisine hapsediliyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, propoganda dili ve söylemi, İslami bilinci bütünüyle etkisiz hale getirmiş bulunuyor. Sağ-otoriter-popülist milliyetçilikler sebebiyle, evrensel İslami ufku kaybediyoruz. Sağ-otoriter-popülist milliyetçilikler sansasyonel, demagojik ve ajitatif bilgi temelinde kirli oportünizmler üretiyor. Kirli oportünizmler bütün İslami/insani anlam ve değerleri yozlaştırıyor, bayağılaştırıyor. Siyasetin kirli/kötü niyetli oportünizmlere indirgendiği toplumlarda hiç bir iyilikten söz edilemeyeceğini bilmek gerekiyor.

“Hakikat Sonrası” dönem, popülist-bilinçdışı propoganda/manipülasyon dili-söylemini ve kirli oportünizmleri meşrulaştırıyor. Bu şartlar altında insanların ahlaki bağımsızlıklarını koruyabilmeleri için, risk almayı ve ciddi bedeller ödemeyi göze almaları gerekiyor. Sömürgeci mutlakıyetçiliğin, Batı’nın ırkçı üstünlük ideolojisi merkezinde oluşturduğu, kibirli-saldırgan söylemleri tarafından dayatılan, farklı seçeneklere, farklı bilgi ve yoruma, dünya görüşüne hayat hakkı tanımayan, ötekini susturan ve ötekileştiren seküler bilgi/yorum ve dünya görüşü; İslami bilgi/yorum/hayat tarzını yerlerinden ederek, mülteci konumuna mahkûm edebiliyor. İslami bilgi’yi, yorumu, bilgeliği, düşünceyi, kültürü, dünya görüşünü, hayat tarzını özgürleştirmeden, İslami siyaseti hiç bir şekilde özgürleştiremeyeceğimizi konuşmak, hayati önem arzeden bir konudur. Günümüz dünyasında “insan hakları” dili/söylemi sömürgeci insan algısı temelinde şekilleniyor. İnsan haklarının milliyetlere, ideolojilere, politik aidiyetlere ya da dünya görüşlerine göre tanındığı bir dünyada-zamanda-toplumda, hiç bir biçimde adaletten/hakkaniyetten söz edilemez. Irkçılığın, milliyetçiliğin, mezhepçiliğin, partizanlığın toplumsallaştığı/kurumsallaştığı, meşruiyet kazandığı bir zamanda insan hakları dilinin hiç bir inandırıcılığı olamaz.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *