Bir “Demokratik Düzenek” Olarak ABD Seçimleri ve “51. Eyaletteki” Yankıları

Bir “Demokratik Düzenek” Olarak ABD Seçimleri ve “51. Eyaletteki” Yankıları

ABD’deki demokrasi düzeneğinin,bir gerçeklik imajına bile ihtiyaç duymadan son derece özensizce kurgulandığını görüyoruz. Öne çıkan iki parti vardır ve logoları bile aynı tarzda çalışılmış eşek ve fil sembollerinden ibarettir.

Geçtiğimiz ayın başında (3 Kasım 2010), küresel tuğyanizmin, Firavnizmin başat aktörü durumundaki ABD’de başkanlık seçimleri vardı malum. Cumhuriyetçi Parti’nin adayı, mevcut ABD başkanı Donald Trump ile, Demokrat Parti adayı, bir önceki dönemin başkan yardımcısı Joe Biden’ın yarıştığı seçimler, özellikle virüs salgını sebebiyle yarıdan fazla oyun posta yoluyla kullanılması ve bu usulün Demokratlar lehine seçim yolsuzluklarına yol açtığı iddiaları sebebiyle epeyce tartışmalı geçti ve neticede ipi Demokrat Parti adayı Biden göğüsledi. Trump’ın itirazları devam etse de, havlu atma sinyalleri verdiği de görülüyor. Kısacası ABD’deki demokrasi tahterevallisinde sıra yeniden Demokrat Parti’ye geçmiş oluyor ve 20 Ocak 2021’den sonra da “Kara ve Kanlı Saray”ın mührü Biden’ın elinde olacak.

“ABD seçimleri” denilince önce şu asli tesbitleri yapmamız gerekir: Mevcut “demokratik” kurgu ve işleyişte seçimler, her ülkede farklı düzeylerde bir “düzenek” işlevi görmektedir, düzenlerin bekası, halkı işleyişlerine adapte/entegre etmek gayesine matuf bir düzenek… Lakin bu durum ABD seçimleri için daha fazla böyledir. Türkiye örneğinde olduğu gibi farklı ülkelerde “demokrasi düzeneğinin” görece daha sahici bir işleyişinden söz edilebilir, siyasi aktörlerin, partilerin belli düzeydeki kimi farklılıkları sebebiyle. En azından özgün logoları vardır partilerin! 

Fakat ABD’deki demokrasi düzeneğinin, böylesi bir gerçeklik imajına bile ihtiyaç duymadan son derece özensizce kurgulandığını görürüz. Öne çıkan iki parti vardır ve bu partilerin logoları, aynı tarzda çalışılmış eşek ve fil sembollerinden ibarettir. Bu kurgu çerçevesinde kâh Cumhuriyetçiler seçilir, kâh onların yıpranmasıyla düzenin taze kan ihtiyacını karşılamak üzere Demokratlar…

Temelde “düzenek” bu şekilde işliyor olsa da tabii ki bu durum seçimlerle hiçbir şeyin değişmediği anlamına gelmiyor. Türkiye dahil “demokratik düzeneğin” işletildiği her ülkede olduğu gibi, ABD’de de seçilenlere bırakılmış kısıtlı da olsa bir hareket alanı söz konusu. Ki zaten kitlelerde seçimlerin bir anlam ve işlevi olduğu düşüncesini oluşturan ve dolayısıyla “düzeneğin” canlı tutulmasını sağlayan da bu sınırları belirlenmiş hareket alanı. Bu durumu, kurulu düzenlerin kitleleri işleyişlerine entegre etmek için kendi egemenlik alanından bir miktar taviz vererek, egemenliğinden bir miktar kitlelere “koklatarak” onların destek ve entegrasyonunu kalıcı kılma politikası olarak yorumlamak gayet mümkündür. Ki “temsili demokrasi” denilen düzeneğin özeti bu olsa gerek.

İşte bu “durum seçimlerle hiçbir şeyin değişmediği anlamına gelmiyor” kısmı, dünya siyasetinde belli ağırlığı bulunan her ülkedeki seçimler konusunda olduğundan daha çok, mevcut dünya düzeninin başat aktörü konumu dolayısıyla ABD’deki seçimlerin gündem olmasına yol açıyor. Adayların profilleri, muhtemel politikaları, bu muhtemel politikaların küresel ve bölgesel etkileri tartışılıyor, bu konulardaki yorumlara göre ABD başkan adayları arasında tercih pozisyonları alınıyor. Böylece medyada ve siyasette ABD seçimleri temel bir gündem maddesi ve dahası kamplaşma sebebi haline geliyor. Bu durum da işte “demokrasi düzeneği”nin küresel istikbara sadece kendi halkını işleyişine katma konusunda kalıcı bir imkân sağlamakla kalmayıp, bütün bir dünya üzerinde de imajını ve etkinliğini tazeleme ve biteviye sürdürme manevrası kazandırdığı gösteriyor.

Tüm dünyada söz konusu seçimin yakından izlendiği biliniyor, fakat kaç ülkede Türkiye’deki kadar adeta bir “51. eyalet” refleksiyle izlendiği doğrusu merak konusudur. Türkiye’deki seçimler düzeyinde, hatta yer yer onu da geçen bir yoğunlukta bir medya ilgisi, gündüzü-geceyi dolduran canlı yayınlar, stüdyo konuklarıyla sabahlara kadar süren değerlendirmeler tam anlamıyla “Bu kadarına da pes” dedirtecek cinstendi. Yanı sıra politik aktörlerin de bu seçimler ve adaylar üzerinden kamplaşması, iktidarın “Trump’çı”, muhalefetin ise “Biden’cı” bir pozisyon alması “51. eyalet” görüntüsünü pekiştiren utanç verici bir manzarayı ortaya koydu. 

Mevcut dünya düzeninin (küresel tuğyanizmin) başat aktörü olan bir ülkede yapılan seçimin takibi, tabii ki anlaşılır ve dahası olması gereken bir durumdur. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da ölçülü olmak ve özgünlük çok önemlidir. Ölçü kaçırılıp özgünlük yitirildiğinde, yakın tarih ve bugün olduğu gibi “51. eyalet” görüntüsü vermek, Amerikan emperyalizminin başkanından “ABD başkanı” yerine iştiyakla “başkan” diye söz ederek zihinsel köleliğin esaret zincirlerine mahkûm olmak kaçınılmaz olmaktadır. 

Şu son ABD seçim sürecinde Türkiye’deki iktidar cenahının “Trump’çılığı” nasıl dramatik bir hali ifade ediyor idiyse, muhalefet cenahının “Biden’cılığı” da aynı ve bel bağlamanın şiddeti açısından daha baskın bir dramatik duruma işaret ediyor. Bu manzarayı, son yıllarda sıkça duymaya başladığımız “Tam bağımsız Türkiye” sloganları eşliğinde değerlendirdiğimizde, dramın dozu daha da artmış oluyor. Bu durumda “Ya bir de tam bağımsız bir ülke olmasaydık bu konudaki tutumlar nasıl olurdu?” diye sormak kaçınılmaz oluyor!

Peki ABD’de yönetimin Cumhuriyetçi Parti’den Demokrat Parti’ye geçişiyle birlikte ne tür değişimler beklenebilir? Bu konuda çeşitli yorumlar yapılmakta, öngörülerde bulunulmakta. İktidar cenahında Biden yönetimine dair bir endişenin, muhalefet cenahında ise olumlu bir beklentinin olduğu rahatlıkla gözlenebiliyor. Biden’ın seçim kampanyasının başlarında Ocak ayında New York Times editörleriyle yaptığı söyleşide, Türkiye’de muhalefeti destekleyerek Erdoğan yönetimini devirme gibi bir hedeften söz etmiş olması, iktidar ve muhalefetin bu konudaki pozisyon alışını belirleyen temel etken olmuş gibi görünüyor. Tabii ki tek başına bu durum bile, iktidarıyla muhalefetiyle Türkiye’deki siyaset çevrelerinin bağımlı zihin yapılarını teşhis etmeye yeterli olsa gerek. Tabi konumuz açısından, muhalefetin iktidardan daha fazla bir zihinsel bağımlılık fotoğrafı verdiğini belirtmemiz gerekir. Muhalefetin Biden’cılığının, iktidarın Trump’çılığından çok daha keskin ve militanca olduğu çok açık.

ABD siyaseti denilince başta bahsettiğimiz üzere eşek ve fil sembolleriyle “piyasaya sürülen” iki partiden söz etmiş oluyoruz. Klasik tanımda, Cumhuriyetçilerin klasik Amerikan kimliğini teşkil eden “wasp”, yani “beyaz – anglo-sakson – protestan” kimliğinin temsilcisi olduğu, Demokratların ise daha çoğulcu bir yaklaşımı temsil ettiği ifade edilmektedir. Uzun süredir Cumhuriyetçi Parti’nin politikaları, “neo-conservatism / yeni-muhafazakârlık” ideolojisi çerçevesinde tanımlanmaktadır. İçeride sağcı-ulusalcı, dışarıda hegemonik ve saldırgan bir yaklaşımı ifade eden bu yaklaşımın “kurumsal ABD’nin” de ideolojisini teşkil ettiği ifade edilmektedir. Lakin bugün Trump’la Cumhuriyetçiler mi “neo-con” çizgiyi temsil etmektedir, yoksa Biden’le Demokratlar mı, sorunun cevabı ezberleri bozacak niteliktedir.

Konuyla ilgili olarak Süleyman Seyfi Öğün’ün şu tesbitleri dikkate değerdir: “Kanaâtimce bu seçimde, ABD siyâsal kültüründe son derecede tesirli olan iki anaakım yarıştı. Bunlar Trump’ın temsil ettiği, kurumsal ABD’de karşılığı zayıf olan; lâkin seçim haritalarında kırmızıya boyanan seçmen coğrafyalarında çok yaygınlık bulan Paleocon, yâni eski tarz muhafazakârlık ile ABD’deki kurumsal yapılarda çok tesirli olan Neocon akımlardır. İlki içeride saldırgan, dışa karşı ise kapanmacı; diğeri ise içeride oydaşmacı; dışarıya karşı ise alabildiğine saldırgan eğilimleriyle biliniyor. Bu seçimi kazanan Neo-Con anaakım ve NATO oldu. Vaziyet böyle iken Biden’dan demokrasi bekleyenlerin yanılacağı âşikâr. Bu yazılanları delillendirmem istenirse, seçimlerden kısa bir zaman evvel Cumhûriyetçi Bush Jr.’un Biden’ı destekleyen açıklamalarını hatırlatmak isterim. Hâsılı Trump sâdece Demokratlarla değil, Neocon Cumhûriyetçilerle de çatıştı. Kendisine seçimi kaybettiren de bu oldu. Kazanan ve kaybedene bir de böyle bakın ve beklentilerinizi de buna göre ayarlayın derim.”

Tabi tüm bu “sistem içi” farklılıklarla birlikte, Cumhuriyetçiler’le Demokratlar’ın Amerikan sisteminin iki sacayağı, bu insanlık düşmanı sistemi ayakta tutan iki olmazsa olmaz kanat işlevi gördüğü, Amerikan emperyalizminin ABD halkı ve dünya kamuoyunu bu iki kanatlı “demokrasi düzeneği” üzerinden manipüle etmeyi ve işleyişine angaje etmeyi sürdürebildiği gerçeği, asli gerçek olarak ortada durmaktadır. Logoları bile sahici bir farklılığa sahip olmayan bu iki partinin, Amerikan emperyalizminin temel sistematiğine, yağmacı ve mütehakkim kanlı paradigmasına, süfli Amerikan çıkarlarına ve siyonizme sadakat konusunda zerre farklılığa sahip olmadıklarını da ifade etmek gerekir. 

Konuyu noktalarken, 20 Ocak’ta ABD yönetimini devralacak olan Biden’ın, tamemen Türkiye ve AKP iktidarı karşıtı politikalar izleyeceğine dair genel kanaat de bölgesel dengeler açısından değerlendirildiğinde tartışmaya açıktır diyebiliriz. Rusya’ya karşı yeni bir “soğuk savaş” cephesi açması beklenen Biden yönetiminin bu yöndeki politikası için Türkiye’ye ihtiyaç duyacak olması, Biden’ın BAE ve Suud rejimleri konusunda Trump’ın aksine olumsuz bir tavra sahip olduğunun bilinmesi ve bu sebeple Biden yönetiminin baskısını üzerlerinde hissedecek olan bu ülkelerin Türkiye’yle iyi ilişkiler kurma arayışına yönelmesinin muhtemel oluşu gibi etkenler dikkate alındığında, Türkiye’nin Doğu Akdeniz, S-400 gibi konularda zorlanacak olmakla birlikte başka alanlarda Biden yönetiminin politikalarının kendisine açacağı alanlarda hareket etme imkânı bulacağı da söylenebilir. Kısacası iktidarın Trump’çılığı da, muhalefetin Biden’cılığı da, kendileri için zihinsel bağımlılıklarını ortaya koyan bir utanç vesilesi olmanın ötesinde, ayakları yere basan pozisyon alışlar olarak da değerlendirilmeyebilir.

Ekonomide Türbülans, “Post-Modern” İstifa ve Reform Gündemi

Kapitalist ekonomi aslında bir krizler ekonomisidir. Yağma ve yığmaya, sömürüye, tekelleşmeye dayalı bir ekonomi modeli olan kapitalizm, krizlerini ya erteleyerek ya da başka ülke ekonomilerine transfer ederek ayakta kalabilmektedir. Bu sebeple belli periyotlarla küresel krizler kaçınılmaz hale gelmekte ve patlak vermektedir, en son 2008 yılında yaşanan ekonomik kriz örneğinde olduğu üzere. Türkiye gibi “gelişmekte olan ülkeler” kategorisinde tanımlanan ülkeler, kapitalizmin krizlerinin en fazla patlak verdiği, adeta bu konuda paratoner işlevi yüklenmiş ülkeler olarak belirmektedir. Amerikan merkezli kapitalist sistem networkuna bağlı bir ekonomi “düzeneği”nin sürekli krizler üretmesi ve her defasında zenginleri daha zengin, yoksulları da daha yoksul hale getirmesi şaşırtıcı değil.

2002 yılında “iktidara” geldiği dönem itibariyle ABD ve AB ekseniyle tam uyum içinde bir yönetim anlayışı ortaya koyan AKP’nin, bu uyumun “ödülü” olarak sıcak para girişine dayalı bir ekonomi anlayışıyla görece refah ortamı oluşturduğu biliniyor. Ne var ki bu refah ortamı, tarımda, endüstride üretime dayalı gerçek ekonomik faaliyetlerden ziyade sıcak para girişine dayalı rant ve “üç kağıt” ekonomisine dayalı olduğu için, paradoksal olarak iktidarın yumuşak karnını da teşkil etmekteydi. Söz konusu uyumun zaafa uğraması durumunda kesilecek olan sıcak para girişi, “makro ekonomik dengeler” denilen düzeneğin teklemesine ve kriz ortamının oluşmasına yol açacaktı. 

2012 yılından itibaren, Türkiye’nin Suriye meselesi üzerinden ABD ve AB ile önemli sorunlar yaşamaya başlamasıyla birlikte söz konusu uyum, yerini zaman zaman düşük zaman zaman yüksek yoğunluklu diplomatik ve siyasi krizlere bırakmaya başladı. Bu da sıcak para girişini etkileyen bir sonuç doğurarak, ekonomide yalancı baharın nihayet bulmasına yol açtı. Emeğe, üretime, paylaşıma değil, rantı amaçlayan sıcak para transferine, yağma, yığma ve tekelleşmeye dayalı faiz eksenli bir ekonomi “düzeneği”nin neticesi önünde sonunda kriz olacaktı ve birkaç yıldır öncü sarsıntıları yaşanmakta olan ekonomik sorunlar, koronavirüs salgınının ekonomiye getirdiği ilave yüklerin de etkisiyle dövizdeki durdurulamayan yükselişle türbülansa dönüştü. 

Ve bu türbülans, önce Merkez Bankası başkanının değiştirilmesini, ardından da 8 Kasım 2020 günü akşamı bugüne kadar örneğine rastlanmayan bir istifayı getirdi. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, bir paylaşım sayfasındaki hesabından sağlık sorunlarını gerekçe göstererek görevini bıraktığını duyurdu. Ertesi akşam saatlerine kadar da bu istifanın gerçek olup olmadığı, Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilip edilmeyeceği tartışıldı. Ki tam anlamıyla “post-modern” bir istifaydı. Nihayetinde de Albayrak’ın yaptığının istifa değil “görevden af talebi” olduğunu öğrenmiş olduk! 

İşin doğrusu, bizler yaşanan ekonomik türbülansın sorumluluğunu bir bakana, hatta hükümete yükleyecek kadar bir ideolojik körlüğe düçar olmuş değiliz, Rabbimize hamdolsun. Eğri cetvelle, en maharetli insanın bile doğru çizgi çizemeyeceğinin bilincinde olarak, krizlerin sorumluluğunu yağma ve yığmaya dayalı kapitalist ekonomi düzeneği yerine bu düzeneğin işleticisi yöneticilerde görmek ve aynı düzenekle yola devam edildiğinde farklı yöneticilerle düze çıkılacağını varsaymak gibi sığlıklardan beriyiz. Ne var ki, okyanuslarda “Kur’an’ın aydınlığına doğru” yol almaya devam etmek yerine, sistem-içi değişim süreçlerinin aktif destekçiliğine yazılıp süreç içinde de orada tezkere bırakarak sığ koylara demir atmış olanların birçok konuda olduğu gibi bu konuda da pıtır pıtır dökülüşlerine esefle tanıklık ettik. “AK Parti’de Albayrak’ın istifası gecikmiş iyi bir karar. Bu husus ekonomiden de bağımsız. Halkın mazlum ve mağdurlarının gönül vermesiyle yıllardır iktidarda bulunan bir partinin, bilahare ‘aile işletmesi’ görüntüsü vermesi en baştan hata idi. Zararın neresinden dönülse kârdır” gibi yorumlar okuduk “aktif destekçi” kesimin kalemlerinden. Bu yaklaşıma göre artık mesele, sistemin ve onun bir parçası olan mevcut iktidarın laik-kapitalist yapısı ve politikaları değil, damadın bakan olması, aile işletmesi görüntüsü verilmesi gibi sistem-içi arızi hususlardır! Bunlar halledilince zarardan dönülmüş olmaktadır!

Bakan’ın istifası ve TÜSİAD sermayesiyle daha uyumlu, maliye kökenli yeni bakanın atanması sonrası, yine “sıcak para girişine” bel bağlayan açıklama ve adımlara tanıklık etmeye başladık. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir dizi “hukuki ve ekonomik reform” açıklamasıyla yeni bir süreci işaret etmiş oldu. Hedeflenen hukuki reformların ana gayesinin de, ekonomiye taze kan kazandırmaya, yabancı sermaye girişine zemin hazırlamaya matuf bir güven ortamının tesisi olduğuna dair yapılan yorumların isabetli olduğunu söyleyebiliriz. Kısacası iktidar, ekonomik kriz türbülansından çıkmanın çaresini, yine bu türbülansın sebebini teşkil eden kapitalist türbülansın parçası olmayı sürdürecek adımlar atmakta görüyor tesbitini yapabiliriz.

Hedeflenen “hukuk reformu”nun da henüz işin başında Selahattin Demirtaş–Alaattin Çakıcı parantezine alınması, siyasi aktörlerin; birisi PKK terörü, diğeri mafya ilişkileri ile anılan bu iki isim üzerinden kamplaşmaları, ikisine birden hayır diyebilecek bir asgari siyaset zemininde bile buluşulamaması, iktidar açısından da muhalefet açısından da meselelerin asgari hukuk normları açısından da olsa “ilkesel” zeminde ele alınmadığının göstergeleri olsa gerektir.

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *