Tüketimin Kaçınılmaz Diyalektiği: Kendini Tüketmek

Tüketimin Kaçınılmaz Diyalektiği: Kendini Tüketmek

Bugün yaşadığımız süreçte sistemler aşırı doygunlaşmış, şişmanlamıştır. Haberleşmeden tutun da enformasyona, üretimden tutun da tüketime kadar birçok alanda bu şişkinlik kendini feci bir şekilde dışavurmaktadır…

Ahmet Ferhat Öksüz

“Günümüzde insanların mutluluğu ‘eğlenmeye’ dayanmakta. Eğlenmenin altındaysa ‘tüketmenin doygunluğu’ yatmakta…”
Fromm

Günümüzde toplumlar devasa tüketim toplumları haline geldi/getirildi. Hem de bu tüketim şekli tarihte daha evvel hiçbir şekilde görülmemiş bir formda, “topyekûn tüketim” anlayışıyla hareket ediyor. İnsanlar, kendi kendilerine -aslında hiçbir şekilde ihtiyaçları olmadığı halde ya da temeli olmadığı halde- bir takım ihtiyaçlar üreterek/oluşturarak bunları elde etmeye çalışıyor ve tüketimi bir alışkanlık hem de patolojik/nevrotik bir alışkanlık haline getiriyorlar. Psikososyal düzeyde bu bir infial haline geldi. Çünkü artık her şey bu acımasız ve önü alınamaz düzlemde birer tüketim nesnesi haline geldi. Şöyle ki iş bu durumda insanlar dahi bir tüketim nesnesi oldu. Herhangi bir kutsalın değer ölçütü ortadan kayboldu ya da sıfıra yaklaştı. İnsanlar bu sahte tüketim ihtiyacıyla mutluluğu dahi satın almaya çalışıyor ya da öyle zannediyorlar. Oysa bu durum sadece ve sadece büyük bir yanılsamadan/kandırmacadan ibaret. Mutluluk hiç bu kadar niceliksel olmamıştı/ölçülmemişti. Sayılar, mutluluk üzerinde bu kadar egemen olmamıştı. Oysa şu an tüketim, “eğlenme/zevk odaklı tüketim” bir mutluluk sağlamaktan ziyade tam tersine insanı bir boşluğa, nihilizme doğru sürüklüyor ve belki de o eşik çoktan aşıldı. 

Tüketim olgusu üzerine özellikle Baudrillard çok çarpıcı ve sarsıcı ifadeler kullanıyor. Simülasyon kavramının sahibi Baudrillard; “Artık büyümüyor, ur halini alıyoruz. Hızlı çoğalma toplumundayız; hiçbir belirgin hedefe göre kendini düzenlemeden büyümeyi sürdüren bir toplumdayız. Urlaşan bir toplum, kendi tanımına aldırmadan, kontrolsüz biçimde gelişen ve nedenlerin yitimiyle birlikte sonuçların yığıldığı bir toplumdur.” der. Baudrillard bu durumu hiperteli ve metastaz olayları ile açıklar. Bilindiği üzere kanserli metastaz hücreleri sürekli ve amansız bir şekilde çoğalarak önü alınamaz bir şekilde canlının ölümüne yol açar. Baudrillard bu metafor ile üretim ve tüketim ilişkisini teorik manada ortaya dökmeye çalışır ki sonuna kadar haklıdır. Burada Baudrillard ekler; “Yoksunluk hiçbir zaman feci değildir, öldürücü olan doygunluktur: doygunluk, aynı zamanda bir tetanos durumu ve durgunluk durumu yaratır.” Buradan hareketle bugünkü üretim-tüketim ilişkilerinin teorik ve de pratiğe dönüşmüş/dönüştürülmüş ahvalinin krokisi de gün yüzüne çıkmış olur.

Bugün yaşadığımız süreçte sistemler aşırı doygunlaşmış, şişmanlamıştır. Haberleşmeden tutun da enformasyona, üretimden tutun da tüketime kadar birçok alanda bu şişkinlik kendini feci bir şekilde dışavurmaktadır. Bu aşırı doygunluk durumuna Susan Sontag “cehennemi gebelik” ifadesini kullanır. Buradaki gebelik aslında doğurgan bir gebelikten ziyâde kısır bir gebelik durumunu ifade eder. Yani sürekli, alabildiğine şişen ancak bunu bir türlü sonuca götüremeyen bir gebelik; eninde sonunda patlamayla neticelenecek bir metastaz hali. Bugün üretim sistemleri öylesine dolmuştur ki bunu kullanabilmek gün geçtikçe daha da imkansız hale gelmektedir. Kezâ o kadar çok enformasyon/ileti/sinyal üretildi ki bunları okumaya/kullanmaya ne bir fırsat ne de zaman kaldı. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli; nükleer silahlardan artık o kadar çok var ki, bunları kullanacak bir yer ve durum kalmadı. Bugün bu silahlar caydırıcılıktan öteye gidemiyorlar; herhangi bir sıcak çatışmaya mahal vermeden soğuk savaş koşullarının sürekliliğinden ibaret hale gelen bir caydırıcılık. Esasında bu iyi bir durum… Artık her şey sürekli, ölümcül, bitimsiz bir çoğalmaya tabi olsa bile bu durum artık doğurganlık belirtmiyor. Kısaca yeni bir durumu, yeni bir üretimi ifade etmiyor; yeni bir anlam üretmeyen çoğalım/üretim… Baudrillard; “Bu muhteşem gereksizlikte bulantı verici özel bir şey var: hızla çoğalan, aşırı şişen; ama doğuramayan bir dünyanın bulantısı. Bir düşünce doğurmayı başaramayan tüm bu bellekler, arşivler, belgeler; bir olay doğurmayı başaramayan tüm bu planlar, programlar, kararlar; bir harp doğurmayı beceremeyen tüm bu yüksek teknoloji ürünü silahlar!” diyerek aslında dünyanın yeni bir üretimden çok bir tıkanıklık durumuna ve bunun nihayetinde de bir patlama noktasına ilerlediğini vurguluyor. 

Peki bu doygunluk nasıl oldu? Bu doygunluk, Bataille’nin de belirttiği gibi toplumların aşırı ve gereksiz harcamalarla sınırı aşmasıyla bu raddeye gelmiş oldu. Aşırı haz ve hızın bizi götürdüğü/götüreceği nihai nokta yeni üretimler değil seri yani aynı’nın üretiminden kaynaklı üretimden başka bir yer değil, olmayacaktır. Bu aşırı ve gereksiz üretim ve tüketim hızzı son tahlilde bizi bir durgunluğa/duraklamaya hapsedecekti ve bunu büyük oranda başarmış oldu. Peki bu başarının ardında bizi bekleyen ne? Tabi ki hızlı bir çözüm olanağından bizi mahrum etmesi yani eninde sonunda bizi bekleyen durgunluk krizi…

Bu durumun bir başka sarsıcı sonucu da var; buna “enflasyon ve işsizlik” der Baudrillard. Gerçekten bu durgunluk krizinin bizi getirdiği en nihai ve sarsıcı nokta işsizliğin sürekli çoğalması ve enflasyonun çıldırma durumuna gelmiş olması. Ama dikkat edilirse toplumlar donuk bir lav haline geldiğinden buna karşı bir tepki yok. Olsa bile etkili değil. Oysa ki tehlike noktası, uç sınırlar çoktan aşıldı. Bu sürekli artan işsizlik bir kargaşayı beraberinde getirebilirdi lâkin toplumsal durgunluk hali bu durumu sıradanlaştırdı. Sıradanlaşma beraberinde tepkisizliği, tepkisizlik de etkisizlik halini beraberinde getirdi. Biz artık bu noktadan itibaren dönüşü olmayan bir noktaya girmiş bulunduk, yolun sonunu hiçbirimiz bilmiyoruz. Kendimizi de bulamıyoruz çünkü onu da kaybettik. Her şey gerçeklikten uzaklaştı, uzaydaki yörüngeye yerleşti. Kısaca her şey bir simülasyon halini aldı. Aslında kriz eşiği de aşıldı bir nevi, artık ölümcül bir hal aldı her şey. Baudrillard’ın deyimiyle “yavaşlatılmış/durgunlaşmış bir felâket” halini yaşıyoruz. 

Üstelik bugün bizler reel/gerçek bir ekonomiden de bahsedemeyiz artık. Çünkü eğer bu bahsi açarsak bitimsiz bir paradoksa kapı aralamış oluruz ki bu bizi bir yere götüremez. Gideceğimiz en ırak yer yine yanıbaşımız olacaktır; yani tam bir bumerang durumu. Ekonomi artık maddi güçten ziyade bir spekülasyon aracından öteye bir mana ifade etmiyor. Ekonomi, bugün bir istikrarsızlaştırma aracıdır; sosyolojiden, tarihten koparılmış bir kimlik taşıyor artık. O da bir nevi kendi bitimsiz yörüngesinde başıboş dolanmakta. Ekonomi de diğer her şey gibi sanallığa kurban edilmiştir, viralleşmiştir hatta son yıllarda viralliği bile aşmış, herhangi bir antibiyotiğe de tepki vermez hale gelmiştir. Bugün halihazırda virallik çağını da aştık. Olumsuzluk durumu da yerini olumluluğa bıraktı. Kısaca ekonomi de diğer her şey gibi simülasyonlaştı, realitesini kaybetti (sanallaştı diyelim). Baudrillard’ın çarpıçı bir ifadesi var ki, tam da bu noktada hatırlayalım; “Görüntüleri yok edenlerden değil, görülecek hiçbir şeyin olmadığı bir görüntü bolluğu üretenlerdeniz.” Evet, üretiyoruz ama yeni bir şey değil; aynı’yı tekrar ediyoruz.

Bugün bizler sözde üretiyoruz, ilerliyoruz, vs. ancak bu düşünceyi, bu şeyleri ayakta tutan düşünceyi kaybettik. Üretiyoruz ama özgünlüğü kaybettik, ilerliyoruz ama heyecanı, keşif heyecanını kaybettik. Çünkü keşfedecek bir şey bırakmadık gibi. Yetinmeyi unuttuk. Yavaşlamayı unuttuk. Hızzı ve hazzı put edindik. Gitmek istiyoruz ama yolu kaybettik. Yol düşüncesini kaybettik. Baudrillard’ın deyimiyle “düşüncesini yitiren bir şey gölgesini yitirmiş bir adama benzer; bu şey, kendini kaybettiği bir çılgınlığın içine düşer.” Tüketimdeki bu çılgınlık, elbetteki bu acı diyalektiğin kaçınılmaz sonucudur. Üstelik böyle giderse kaçınılmaz son daha da vahim; kendini tüketmek!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *