Hatıralarım – 6. Bölüm

Hatıralarım – 6. Bölüm

Gün doğumu ve gün batımı yanmaya başlayan sobalardan çıkan dumanlar, sisle birlikte genizleri yakmaya başlardı. Bu koku o zamanlar insanları zehirleyecek kadar yoğun değildi. Sadece ayazla karışık, kışa özel bir kokuydu. Nerede olursam olayım linyit dumanının kokusu beni o günlere, çocukluğuma ve gençliğime götürür, genzimle birlikte yüreğimi de yakar hep.

LİSE VE ÜSTÜNDE OLDUĞU KALE

O yılların siyasi çalkantıları süredursun, günler birbirini kovalıyor, liseyi bitirenler üniversite imtihanlarına giriyorlar kazananlar Ankara ve İstanbul’da okullarına gidiyorlardı. O yıllarda üniversite sadece bu iki büyük şehirdeydi. Liseyi bitirenler gitmiş, ben de orta kısımdan liseye geçmiştim. Lisede eğitim, edebiyat ve fen diye ikiye ayrılırdı. İki tarafta da aynı dersler verilirdi ama edebiyat bölümünde edebiyat, fen bölümünde fen dersleri ağırlıklı olarak işlenirdi. Ben edebiyat, Tandoğan da fen bölümünü seçmiştik. Ben hesap kitap işlerinden pek hoşlanmıyordum. Hiçbir zaman da hoşlanmadım. Ama devamlı okuyordum ve arada bir de yazıyordum. Hatta “Kadının Fendi Erkeği Yendi” isimli piyesim okulda sahneye konmuş, bu yüzden de çocuklar bana Şekspir lakabını takmışlardı. Kompozisyon derslerindeki notlarım hep yüksekti.

O yıllarda orta okul ve lise diye üçer yıllık iki bölüme ayrılırdı orta öğretim. Bu iki dönemin sonunda da diploma alınırdı. Birinden bahsederken orta okul mezunuymuş dediniz mi, onun toplumdaki saygınlığı anında artardı. Hele bir de lise diploması varsa o kişinin değmeyin itibarına. Toplumdaki saygınlık konusunda da, iş bulma konusunda da çok geçerli birer referanstı bu belgeler. Orta okul ve lise diplomaları öyle kolayca alınabilen belgeler değildi. O zamanlar her üç yıllık eğitimin sonunda o üç yıl okunan derslerin hepsinden sorumlu olarak imtihanlara girilir, başarabilenler diplomayı hak ederlerdi. Epey bir çaba sonucu alınan bu diplomaların sahipleri genel kültür konusunda yabana atılmayacak kadar yoğun bilgi sahibiydiler.

Okul anılarımla birlikte o zamanlar şehrin tam ortasındaki bu koskoca tepe kendini hiç unutturmadı bana. Lisenin üzerinde olduğu kale diye anılan bu oldukça yüksek düzlükte Selçuklular zamanından kalma bir cami ve etrafından dolanarak çarşının ortasına inilen bir araba yolu vardı. Arka taraftan ise buğday pazarına inen doksan küsur merdiven. Bunca yıl sonra merdiven sayısının hatırlanmasına hiç şaşmayın, çünkü çarşıya inen yolun yasaklanmasıyla beraber günde iki kez inip iki kez de çıkıyordum bu basamakları, nasıl unutabilirim ki! Ne basamak sayısını ne de kaleden seyre daldığım o şehrin ilginç manzarasını hiç unutmadım. Kalenin neresinden bakarsanız bakın şehrin bir başka tarafını görürdünüz. Bahçe içinde tek katlı evlerden oluşurdu etraftaki bu manzara. Şimdiki gibi beton yığınları henüz sarmamıştı ortalığı.

Orta okul ve lise, kalenin ortasında oldukça büyük, iki katlı bir binada ders görüyordu. Daha sonraları sınıflar az gelmeye başladığı için, bodrum katındaki spor salonu ve diğer odalar da sınıf haline getirilmişti.

Bu arada ben de okula adapte olmaya etrafımdakilerle diyalog kurmaya başlamıştım. Sütçüler’deki gibi iki kız talebe değildik. Talebe sayısı hızla artarken kızların yoğunluğu o yıllarda bile yabana atılır gibi değildi Kırşehir lisesinde. Annelerin çoğunluğu kızlarını okutmaktan yanaydı. Bu gayretlerinin amacı kendi çektikleri maddi manevi sıkıntıları kızlarının çekmemesi umuduydu.

Eksik olan hiçbir şey yoktu. Her şey yerli yerinde, öğretmen sayısından tutun da derslerin kalitesine kadar. Dersin dışında gençleri meşgul edecek pek bir şey de yoktu o zamanlar şimdiki gibi. Bu sebepledir ki okul dönemlerinde tek meşgalemiz dersler olurdu. Boş zamanlarında kızlar annelerine yardımcı olurlar, hem evde iş yapmaya hem de hayatı her yönüyle tanımaya çalışırlardı.

Benim için de her şey aşağı yukarı aynıydı. Oralarda kızlara uygulanan şimdi adı mahalle baskısı olan aile koruması benim için de yürürlükteydi. Kesinlikle evden okula, okuldan eve yalnız gidip gelemiyordum. Benimle aynı sınıfta olan erkek kardeşimle birlikte okula geliyor, birlikte de dönüyorduk. O da yaşının ve çevrenin oluşturduğu hassasiyeti sonuna kadar kullanıyor, badigartlık görevini aksatmadan bütün sertliğiyle yerine getiriyordu.

Kışların erken başlayıp sert geçtiği karasal iklimin zaman zaman acımasızlaşan dondurucu soğuğunun ve zamansız esen, eserken de kasıp kavuran rüzgarlarının yaşamı şekillendirdiği, Anadolu’nun göbeğinde bir yaşamı kabullenmiş, çoktan alışmıştık bile.

Yazlar ansızın bitiverir, sonbahar güneşinin solgun ışıkları bozkırı daha da bir solgunlaştırır. Rüzgar kimisi sararmış kimisi kızarmış yaprakları, tozla birlikte istediği yöne savurur durur.

Bu günlerde sabahın erkeninde sokaklara dökülen okulluların telaşlı cıvıltıları uyuklamaya hazırlanan doğaya inat yaşamı canlandırır, sonbaharın hüzünlü solgunluğu yerini kış telaşına bırakırdı yavaş yavaş.

Gün doğumu ve gün batımı yanmaya başlayan sobalardan çıkan dumanlar, sisle birlikte genizleri yakmaya başlardı. Bu koku o zamanlar insanları zehirleyecek kadar yoğun değildi. Sadece ayazla karışık, kışa özel bir kokuydu. Nerede olursam olayım linyit dumanının kokusu beni o günlere, çocukluğuma ve gençliğime götürür, genzimle birlikte yüreğimi de yakar hep.

ERCÜMEND’İN GEÇMİŞİ

Anadolu’da bir küçük kasaba Mucur. Aylardan 23 Ocak, yıllardan 1938. Kara kış karı tipiye çevirmiş, kerpiç binaların boz rengini beyaza bulamıştı. Bacaların kimilerinden çıkan dumanlar tipiye karışıp kayboluyordu. Dumansız bacalardan çıkan yoksulluğun sessiz çığlıkları da kendilerince dağılıp gidiyorlardı yankılanarak gök kubbenin yedi kat derinliklerine doğru. Sokaklar dilini yutmuş sanki bu sessizliği dinliyor gibiydi. Mehmet Ali Bey’in evinde bir hareketlilik vardı o gün. Eşi Hüsniye Hanım bir erkek evlat dünyaya getirmişti. Haber Mehmet Ali Bey’e ulaşmış, o da adı Ercümend olsun demişti. Adını önceden hazırladığı belliydi.

Karakurt aşiretinin Hadolar sülalesinden Gümüş Kümbet’li Türkmen kızı Hüsniye Hanım ile, Ali Beyoğulları’ndan Memili’nin torunu Mehmet Ali Bey’in ikinci erkek çocuğu idi Ercümend.

Bu arada günler gelip geçiyor, kara kış bahara dönmeye yüz tutuyordu. Nisan güneşi canlı cansız her varlığı ısıtmaya başlamıştı. Ama güzel olan her şey gibi bu da çok sürmedi. O güzelim bahar günleri bir anda toza dumana karıştı. Deprem çevreyi dehşete saldı. Canlar gitti mallar gitti. Uykuda yakalandı insanlar o gün çevreyi kan ağlatan sarsıntıya. Nisan’ın 19’u idi. Küçük Ercümend neredeyse üç aylık olmuştu. Olan bitenden habersiz beşikte uyuyordu. Evin sakinleri can havliyle kendilerini dışarı attıklarında ancak fark edebilmişlerdi beşikteki bebeğin yokluğunu. Neyse ki, bebekte de ev de de bir hasar yoktu.

Fakat çevre köy ve kasabalarda olan olmuş, insanların canları çok yanmıştı. Yüreklerde derin yaralar açılmıştı. Yaraların bir kısmı sarılabildi bir kısmı da kabuk bağlayıp derinlere gömüldü o günlerde.

Zaten insanlar yorgundu, insanlar yoksuldu o yıllar. Savaş biteli çok olmamıştı. Halka alışık olmadığı bir düzen dayatılmış, bu düzene ayak uydurmayı kabullenemeyenler cezalandırılıyordu. Yıllar yılı kendi dünyalarında yaşamaya alışmışlardı bu insanlar. Terk edilmişliği kabullenmişlerdi çoktan. Osmanlı da onları pek önemsememişti. Hep kendi yağlarıyla kavrulmuşlardı. Emeklerini toprağa vermişler, yaşamlarını toprağın kendilerine bahşettikleri ile sürdürmüşlerdi. Asker olmuşlar savaşlara katılmışlardı. Canları karşılığında bekledikleri şehadet idi. Başka bir talepleri yoktu kimseden. Cephelerden döneli çok olmamıştı. Şimdi de ekip diktikleri alınıyordu ellerinden vergi diye. Şeker, çay, kaput bezi gibi birçok ihtiyaç maddesi vesikaya bağlanmış, bulunamıyordu.

Anadolu insanı şaşkına dönmüştü. Gelenekleriyle karıştırdığı din bilip de sarıldığı inancı da elinden alınınca içine kapanmayı, olan bitene amenna demeyi yeğlemişti çoğunlukla.

Bu arada zaman alışık olduğu hızla akıp gidiyordu. Olaylar birbirini kovalarken küçük Ercümend kucaktan kucağa geziyor, halaların dedenin ninenin birlikte yaşadığı kalabalık bir aile ortamında büyüyordu. Bu yüzden midir bilinmez, hep bu tarz yaşamı, kalabalık ve ataerkil aileyi savundu ve özledi yeri geldikçe.

Ercümend Özkan Anadolu’nun Mucur diye bilinen bu küçük kasabasında dört yaşına kadar geldi. Doğup büyüdüğü Ata-dede toprakları bildiği ve hep sevdiği, uzak kaldığında özlediği Mucur’dan ilk defa ayrılacak ve İstanbul’a taşınacaklardı.

PTT’de telgraf memuru olarak görev yapan babası Mehmet Ali Bey memuriyeti dolayısıyla İstanbul’a tayin olmuş, Yeşilköy’de göreve başlamıştı. Orada yerleşmiş olan bir Rus aileden kiraladıkları evde ikamet etmeye başladılar. Ev sahiplerinin küçük Ercümend ile yaşıt bir de oğulları vardı. İki küçük arkadaş evlerinin bahçesinde oyunlar oynuyorlardı. Ercümend henüz dört-beş yaşındayken yaptıklarıyla etrafındakileri şaşırtırdı. Kibrit çöpleri, taşlar, çamurlar ve kiremit parçalarıyla yaptığı çiftlik evi maketi ile ev sahibinin hayranlığını kazanmıştı. Adam bu evi günlerce korumuş, “Ercümend büyük adam olacak, süper zekası var” yorumunu yapmıştı. Ne yazık ki her şey her zaman bu kadar olumlu ve sevimli olamıyordu.

Küçük Ercümend zaman zaman yaramazlıklarıyla etrafındakileri zor durumda da bırakabiliyordu. Bir defasında oyun arkadaşına kızıp, dolu lazımlığı çocuğun kafasına geçirince herkes şaşkına dönmüş, çocuğun başındaki lazımlık hastanede kesilerek çıkartılabilmişti ancak.

MUCUR’A DÖNÜŞ VE İLKOKUL YILLARI

Bu arada Mehmet Ali Bey tekrar Mucur’a tayin olmuş, aile artık yuvaya dönüp eski evlerinde yaşamaya başlamışlardı.

Küçük Ercümend altı yaşına geldiğinde doğduğu kasabadaki Cumhuriyet İlkokuluna yazıldı.

Bu yıllar Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesiyle başlayan İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. 1942 Eylül’ünden 1945 ortalarına kadar süren savaşın kıyısından dönmüştü Türkiye. Ama Avrupa’ya çöken kara dumanın etkisinden de nasibini almıştı. Üretim azalmış, vergiler artmış, temel gıda maddeleri vesikaya bağlanmış, devletin baskıcı idaresi daha da sıkılaşmıştı.

Küçücük bir kasaba olan Mucur’da bile İsmet İnönü’nün başında olduğu devlet, jandarma eliyle terör estiriyor, halk bu baskı altında adeta nefes almakta zorlanıyordu.

Kurtuluş savaşından yeni çıkmış olan bu halkın (Kemal Tahir’in deyimiyle yorgun savaşçıların) üzerinde acımasız bir yönetim uygulanıyordu.

Yokluklarla baş etmeye çalışan halk bir de yasaklı dinini saklı gizli yaşamaya çalışıyordu. Kimse açıktan Kur’an okutup okuyamıyor, ibadetini bile bildiği gibi yapamıyordu.

Taşralı halk yorgun ve şaşkındı.

O zamanların Ankara’sında bile Çankaya’nın dışında kalan bölgelere taşra demenin yanlış olmadığını yaşayanların anılarından öğreniyoruz. Sıhhiye köprüsünün sınır olduğu, Kızılay’dan Çankaya’ya doğru olan bölgenin geçilemez olduğunu o günleri bizzat yaşayan Cüneyt Arcayürek anılarında anlatıyor. Bu birkaç satırı siz de görün istedim:

İçimizde coşku ile büyüyen tepkilerin bir ana nedeni daha vardı:

Toplumsal yapı açısından Ankara adeta ikiye bölünmüştü. Sağlık Bakanlığı ile Dil Tarih ve Coğrafya fakültesi arasındaki demiryolu köprüsünün Yenişehir yanı erişilmesi oldukça zor, kentin ayrı bir köşesiydi. Kentin büyük sayıdaki insanları ise köprünün öte yanında Ulus alanı yörelerinde yaşardı.

Demir köprünün Yenişehir yanı ise modern kent bilim kurallarına uygun biçimde kurulmaya çalışılan Ankara’nın “öteki yüzü idi”.

Sağlık bakanlığından öteye, bahçe içindeki iki katlı evlerle uzanırdı. Kızılay’a doğru geldikçe apartmanlaşan yapılar göze çarpardı.

Devrin önde gidenlerinin toplandığı, köprünün öteki yakasındaki insanların yaşam düzeyi ile, Ulus dolaylarında yaşayanlar arasında belirgin bir ayrım olduğu yadsınamazdı. Özellikle çocukluk günlerimizde köprünün öteki yakasına sızmaya çalışırdık. Belki davranışlarımızdaki hoyratlıktan, belki de o düzeydeki yaşamın gerektirdiği alışkanlıklara uygun düşmeyen tutumumuzdan olacak “köprünün öteki yakası”ndaki çağdaşlarımız bize biraz tuhaf gözle bakarlardı. Başka dünyalardan gelmiş insanlar gibi süzerlerdi. Uzak dururlardı bizden. O yakada gençlerin toplandığı pastaneler daha bir batılıydı kuşkusuz. Oysa resmi bayramlarda hele cumhuriyetin yıldönümlerinde okullarda “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” diye bağırırdık. Bu slogan Ankara’nın ünlü bulvarlarına asılırdı.

Köprünün iki yakasındaki genç insanlar, hatta yaşlılar, işte böylesine kaynaşamıyorlardı! Biz onlara uyamıyorduk, onlar da bize uymak istemiyorlardı.” şeklinde sürüp gidiyor Arcayürek’in anıları.

Birbirine bu kadar yabancılaşan bu insanlar arasında sanmayın ki inanç farkı var. Hayır bu derin ayrılığın tek nedeni maddiyat. Varlıklı ailelerin çocukları imkanlarının onlara sağladığı nimetlerden en iyi biçimde yararlanıyor tam bir batılı aristokrat gibi yetiştiriliyorlardı. Halkın kıt-kanaat geçinen kesiminin çocukları ise zekaları elverdiği kadar eğitim haklarına sahip çıkabiliyorlardı. Hoyratlıkları bu sebeptendi. Yoksa her iki tarafın da meyhanelerden uzak durmadığını yine bu anıların devamından öğreniyoruz. Köprünün Sıhhiye tarafındaki pastanelerin ve meyhanelerin lüks ve örtülerinin Ulus civarındakiler gibi lekeli ve kirli olmadığı da işin sadece maddi boyutunu vurguluyordu.

Dinini yaşamak isteyen Anadolu halklarının derdi ise, diğerlerininkine hiç mi hiç benzemiyor. Onlar, öğrendikleri bildikleri kadar inançlarını yaşamanın, Allah’ı ve emirlerini unutmamanın, unutturmamanın kaygısını çekiyorlardı.

Ezan, Cumhuriyet’ten sonra Arapça yerine Türkçe okunmaya başlamıştı. Minarelerden Allah’u Ekber diye çağırmıyordu ezanlar insanları namaza. ‘Tanrı uludur’ nidaları ile namaz vakitleri hatırlatılıyordu müslümanlara. 1948 yılında şaşkınlıkla ezanı ‘Tanrı uludur’ yerine Allah’u Ekber diye okuyan müezzini, onu kovalayan jandarmaların elinden Ercümend ile birkaç çocuk saklayarak kurtarmışlardı. Adamcağızı hayvanların yemliklerine yatırıp üstünü samanla kapattıklarını anlatırdı daha sonraları bize.

Yine o zamanlara rastlayan günlerde yaşanmış bir olay da halkın yaşadığı zulmü belgeliyordu. Çeşmelerden su taşıyan, bağa bahçeye gidip gelen kasabanın genç kızlarına, kadınlarına sataşan jandarmalar, Özkan ve arkadaşlarının gözünde kaçmamıştı. Bunu yapanları takib edip tenhada başlarına çuvallar geçirerek -kendi tabiriyle- eşek sudan gelene kadar dövüp bırakmışlardı. Ercümend yanlışa tahammülü olmayan biriydi. Başına gelecek olanı düşünmeden zulme tahammül edemez elinden geleni ardına koymazdı oldum olası.

Ercümend henüz ilk okul çağlarındaydı bu yaşananlar. O yıllarda bile doğru ile eğriyi fark edebilme yeteneğinin gelişmiş olduğu fark ediliyor yaptıklarına, yaşadıklarına bakınca.

Yıllar sonra beni de tanıştırdığı ilk okul öğretmeni Leyla hanımın onunla ilgili bir anıyı anlatırken gözlerindeki sevgi dolu pırıltıyı görmemek mümkün değildi:

“Bir gün tam ders anlatmaya başlamıştım ki ansızın sınıfa bir farenin girdiğini gördüm. Elimdeki tebeşiri fırlattığım gibi sandalyenin üzerine kendimi zor atmıştım. Bu arada Ercümend koşup fareyi yakalamış, kuyruğundan sallayarak karşımda duruyordu. Bunu nasıl yapmıştı, o fareyi nasıl yakalamıştı bir türlü anlayamamıştım. Karşımda öylece duruşunun sebebinin beni daha çok korkutmak mı yoksa
‘artık korkma bak fareyi yakaladım’ demek anlamına mı geldiğini pek çözememiştim o gün. Ama onu tanıdıkça bu davranışının, ‘artık korkma ben olaya el koydum’ anlamına geldiğini anlamıştım.

Ercümend’in bu hanımefendiye karşı saygısı sevgisi var olmuştur her daim.

Zaman geçiyor, küçük Ercümend delikanlılığa doğru kocaman adımlarla yol alıyordu. Bu arada haşarılıkları da göz ardı edilmeyecek kadardı.

Anadolu’da hayat hep paylaşımla yaşanır. Dertler sevinçler, sorumluluklar ortaklaşa sahiplenilir. Bu paylaşımdan çocuklar da üstlerine düşene rıza gösterirler. Verilen görevleri yerine getirmek için sabırla çabalarlar. Kimi hayvanların bakımını kimi de tarlada bahçede verilen işi yapmayı kendine görev bilirler. Kızlar genelde ev işleri ve kendilerinden küçük kardeşleri ile ilgilenirlerdi.

İşlerin yoğun olduğu yaz aylarından bir gün, tarladan gelen buğdaylar bulgur yapılmak üzere kazanlarda kaynatılıp, yaygılara seriliyordu. Bu sergilerde kurumaya bırakılan buğdayların başında da birilerinin beklemesi gerekiyordu, yoksa kargalar ve diğer kuşlar hem yer hem de talan ederlerdi onca emeği. Bu bekleme işi de genelde çocuklara verilirdi. O yaz bu iş Ercümend’e verilmişti. Yerinde fazla duramayan Özkan ortadan yok olmuş, sergiyi boş bırakmıştı. O sırada sergilerin başına gelen dedesi bunu görünce çok sinirlenmiş Ercümend’e seslenmeye başlamış, yaşlılıktan gözleri de az gören adamcağız, onu yakaladığını zannederek hem akraba hem de komşu oğlu olan yaşıtını yakalamış Ercümend diye ve dövmeye başlamış. Çocukcağız ‘ben Ercümend değilim dede’ diye feryat ediyor ama bir türlü dedenin elinden kurtulamıyormuş. Olayı hatırladıkça gülerlerdi bir araya geldiklerinde.

Anadolu’nun erkeği fıtratını geleneğine teslim eder. Gelenekleri onlara yol gösterir çoğunlukla. Geneli bu konuda yüreğinin sesini değil, etrafındakilerin sesini dinler.

Özkan ise yüreğinin sesini dinleyenlerdendi. Ama arada bir de doğup büyüdüğü iklimin adamı oluverirdi. Esip yağma onun karakterinin genlerinde vardı. Ama bu fırtınalar esintiler arkada harabeler yıkıntılar bırakmadı hiçbir zaman. Özür diler, gerektiğinde özür dilemenin büyüklük olduğunu söylerdi hep.

Anadolu erkeğinin bu özelliği nedeniyle, feminist akımın öncülerinden olan Duygu Asena, ‘Kadının Adı Yok’ ismini verdiği kitabında, buralarda söz sahibinin sadece erkek olduğunu, kadının esamesinin bile okunmadığını bir gerçek gibi ön yargıyla anlatıyor. Bu gerçeğin varlığı inkar edilemez ama genelleme yapmak da Anadolu insanına haksızlık olur. Ne yazık ki batı gözlüğü takan herkes gibi Asena da görmek istediklerini gördü Anadolu’daki kadın konusunda.

Ben Anadolu’da kadının fendinin erkeği yendiğine de şahit oldum.

Buralarda da beşiği ters çevirip baskılara hayır diyebilen ve başını alıp gidebilen kadınlar var her yerde ve her zaman diliminde olduğu gibi. Buralarda da, sevgisiyle ve engin hoşgörüsüyle erkeğe fark ettirmeden üstünlük sağlayan kadınlar da var, zavallılaşan sesini kısan ve diz çöken kadının yanı sıra.

Bizzat yaşayanından dinlediğim bir olayı anlatarak, bilge bir Anadolu erkeğinin, annesinin ve karısının kendisine olan sevgilerini zedelemeden onların aralarındaki yarışa nasıl dur dediğini bilin istedim. Bu olup bitenler Ercümend’in hayat bulduğu toprakları, oralardaki sosyal yaşamın gerçeklerini anlatması açısından önemli bir fon oluşturuyor.

Anadolu’da bir kıraç köy, olayın yaşandığı yer. Köy sakinleri tahıl eker, hayvan bakarlar. Yüzleri güneş yanığıdır, ciltleri rüzgara karşı durmaktan kalınlaşmış, yıllar yüzlerine daha bir derin çekmiştir çizgilerini gölgede yaşayanlara göre. İşte bu köyün muhtarıdır anlatacağım öykünün kahramanı.

‘Anamla karımın arasında kalmaktan şaşkına dönmüştüm artık’ diye başlar hikayesine. “Anam karımı şikayet eder, karıma bakarım, işinde gücünde, elinden geleni ardına komaz. Doluya koyarım almaz, boşa koyarım dolmaz, bıkkınlık geldi. Sabah giderim akşam gelirim aynı terane. Anam bekler karımı döveyim, köyde bunu yapan bir-iki haylazı örnek verir bana. Bir de onlar gibi erkek olamadığımı başıma kakar durur. Ben karıma kıyamam. Ne yapacağımı şaşırdım. Bir gün eve geldim gene aynı tas aynı hamam. Karıma dedim ki ‘gir şu samanlığa’, anama da ‘sakın buraya yaklaşayım deme!..’ Bu arada ben de karımın peşinden daldım samanlığa. Kapıyı içerden sürgüleyip başladım saman çuvallarına elimdeki değneği indirmeye. Karıma ‘bağır’ dedim, o bağırır ben saman çuvalına indiririm sopayı. Anam dışarıda perişan, yalvarır yeter oğlum, öldürdün kadını. Katil mi olacan! Ben, ‘sen karışma ana yetti artık canıma bunun ettikleri…’

Bir daha anam şikayet eder mi artık!.. Allah’a şükür rahata erdik. Bundan başkaca da yol bulamamıştım bu işi çözmeye.”

Yaşanmış bu öyküde görüldüğü gibi, sorun her zaman kadın erkek arasında değil, kadınlar arası paye kapma yarışında da yaşanıyor çoğu zaman. Anaların ve eşlerin en sevilen olma çabası, erkeğin birkaç kadın arasında kalmasında işleri çığrından çıkarıyor bazen. Bir de erkeğin kadına hükmetme güdüsü işe karışınca olay tamamen çaresizliğe dönüşüyor.

Bu arada Anadolu’da birden fazla eş sahibi olan erkeğin durumu da aynı. Birden fazla kadının yarattığı sorunlar ozanlara türküler bile yaktırmış, düğünlerde çalıp söyleyen kadınlara malzeme çıkmış birden fazla kadınla yaşama konusunda. Olayın hem mizahi yönünü hem de olumsuzluklarını dile getiriyor bu türküler. Yandım iki avrat elinden hele güççüğün dilinden diye… Biri yemeğe tuz atar, ona inat gelir öbürü de bir daha atar…

Birden fazla evlilik İslam ile gelmiş Türk toplumuna. Sonradan Anadolu insanının gelenekleri arasında yerini almış. Aslında birden fazla kadın ile yaşamak konusunda hiçbir toplum masum değil. Bu konuda nedense gayri meşru, saklı gizli, yalan dolan ile yaşanan ilişkiler değil de, meşrulaştırılan evlilikler suçlanıyor hep.

Liseyi yeni bitirdiği günlerde, Özkan’ın ailesinde de buna benzer bir sorun yaşanmıştı. Anne Hüsniye Hanım genç yaşta felç geçirmiş, bir türlü düzelemeyen sağlığıyla ve yedi çocuğuyla yaşam savaşı veriyordu. Özkan çok sevdiği annesi için çok üzgündü. Bu arada olaya tuz biber olacak bir haber ile sarsıldı. Babasının, annesinin üzerine evlenmek gibi bir düşüncesi olduğunu, annesinin de buna çok üzüldüğünü kız kardeşinden öğrenmişti.

Annesini asıl üzen babasının evlenmesi değil, evlenmek istediği kadındı. Çünkü o kadının kendinden fazla sevileceğini hissetmişti Hüsniye Hanım. Bu sebeple olmalı ki o kadını ailesi için de istemiyor, Mehmet Ali Bey bir başkasını isterse onu kendi elleriyle evlendireceğini söyleyerek eşine adeta yalvarıyordu.

Evlenmek için düşünülen hanımın büyük oğlu ile Mehmet Ali Bey’in en büyük çocuğu olan Ercümend’in arkadaşlığa varmayan bir tanışıklıkları vardı. Bunu tesadüfen duyan Ercümend durur mu, hemen gidip delikanlının karşısına dikilir ve annesinin babasıyla evleneceğini, bunu yapmaması için annesine engel olmasını tavsiye eder. Bu tavsiyenin ne anlama geldiğini anlamak için, işin kökten çözüme ulaştığını görmek yeter sanırım.

Mehmet Ali Bey’in ikinci evliliği böylece suya düşer, bir daha da eşi ölene kadar bu konu açılmaz.

Ercümend, ben onu bildim bileli böyleydi. Problemi kökten çözmekten yanaydı hep.

Baba Mehmet Ali Bey’in sert ve otoriter tutumu ile anne Hüsniye Hanım’ın sevgi dolu yumuşak yapısı aile içinde ne kadar denge sağladı bunu pek kestiremiyorum. Özkan, bu sertlikten zaman zaman şikayetçi olmuştur. Annesinin o özverili ve sevgi dolu kişiliğinden bana örnekler verir, kadın dediğin öyle olmalı diye ona olan özlemini dile getirirdi sık sık.

Hüsniye Hanım çocuklarına aşırı düşkündü. Onların yaptıkları yaramazlıklara karşı gösterdiği sabır ve sevgiye, onu tanıyan herkes şaşmadan edemezdi. Otuz iki yaşında yedi çocuk annesi olup da bu kadar sabırlı oluşuna hayret etmemek benim gibilerin anlayabileceği bir şey olmasa gerek. En olmadık hallerde bile ‘ömrünüz uzun olsun’ diye dua ederek sakinleşirmiş bu yüreği sevgi dolu kadın.

Çocuklar hep yaramazdır ama küçük Ercümend’in haşarılığı yıllar sonra hâlâ konuşuluyordu. Onun çocukluğunu bilen komşular, bana bile anlatmışlardı yaptıklarını. Ercümend’in yaramazlığı yüzünden evlerine oturmaya gidemezdik diye de gülerlerdi bir yandan. Annesinin bu olan bitenler karşısındaki sabrını ve söylediği sözleri tekrarlarken de yavrularına doyamayacakmış rahmetli diye üzüntülerini belirtirlerdi.

MEHMET ALİ BEY

Mehmet Ali Bey sertti, aile içinde otoriterdi, bir o kadar da yaşadığı kültürün adamıydı. Orada olduğumuz bir gün, gülerek anlattığı bir olaya hem şaşırmış hem de hayran olmuştum. Bunu duyduktan sonra ona olan saygımı artıran, onun kişiliğini de yansıtan bu olayı hazır yeri gelmişken anlatmadan geçmek istemedim.

Sabah namazını hemen evinin yanıbaşındaki camide kılan Mehmet Ali Bey, sabahın serininde genelde yaptığı gibi bağlarına doğru yürümeye karar verir. Tam bağın kapısına geldiğinde bir de ne görsün, çok iyi tanıdığı biri armutlardan topluyor içeride. Eve geri geldiğinde, “Bağa giremedim, elma armut getirecektim ama ismi lazım değil bir tanıdık benden önce davranmış, bağda onu görünce geri geldim beni görüp de utanmasın diye” şeklinde bir mazeret beyan etmişti ev ahalisine. Bu olaya bakıp da sakın bu tür davranışlara prim verdiği kanaatine varmayalım. Çocuklarında gördüğü buna benzer yanlışları affetmez, gereken cezayı verirdi. Hatta bazen gerekenden fazlasını bile!

Yukarıdaki olayda, canı çektiği için alıyor diye hoşgörüyle yaklaşmış olması, onların geleneklerinin paylaşımcı özelliğinden geliyor. Bu anlayış Anadolu insanının güzelliklerinden biridir. İnsanlar, üzerinde göz hakkı olan her şeylerini paylaşırlar.

Anne Hüsniye Hanım ise, bağdan sepetlere doldurduğu üzümleri, eve gelene kadar etrafa dağıtırmış. Görenin göz hakkı kalmıştır diye. Onun cömertliği ve merhameti hala konuşulur kendisini tanımış olanlar arasında.

Otoriterdi, sertti ama bir o kadar da insancıldı Ercümend’in babası. İşte o böyle bir anne ile böyle bir babanın elinde büyümüştü.

KAYSERİ VE LİSE

Mehmet Ali Bey Kayseri’de görev yaparken ailesini de yanına aldı. Artık yazları bağ bahçe işleri başladığında Mucur’da, kışları da Kayseri’de kalıyorlardı.

Kabına bir türlü sığamayan Ercümend, bir yandan boks dersleri alırken diğer yandan Erciyes’te kayak yapıyordu. Çok sevdiği Anadolu’nun yöresel oyunlarına merak sarmıştı. Oradaki bir folklor ekibine katılıp oyunlar öğrenmişti. Bu oyunları çok da güzel oynadığını hatırlıyorum. Ciltçilik, dondurmacılık, pazarcılık -daha neler var hatırlamıyorum- yan mesleklerdi onun gençlik yıllarını dolduran. Erciyes’te kayak yapıyor, isteyenlere kayak dersleri de veriyordu. Bu arada kitap okuma, kitap biriktirme alışkanlığı da yabana atılır gibi değildi.

Kayseri-Mucur arası seyahatlerde, Türkiye genelinde olduğu gibi kamyonlar önde gelen vasıtalardı o yıllarda. Bahse konu olan zamanlar ellili yılların başları ve ortaları idi. Özkan’lar Kayseri-Mucur arası gelip gitmelerinde kamyonla seyahat ederlerdi. Aşağı yukarı yüz elli kilometre olan bu yol, o zamanlar, hem yolların bozuk olması hem de kamyonların seyahat koşulları dolayısıyla onları yorgun düşürürdü.

Her sene yaz ortalarına doğru Mehmet Ali bey ailesini Mucur’a getirirdi. Bazen onları bırakır işinin başına döner, bazen de yıllık iznini almış olduğu için onlarla kalırdı.

Devam edecek…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *