Mustafa Bozacı: Ortada Kuyu Var Yandan Geç! “Unut(tur)ulan Din!”

Mustafa Bozacı: Ortada Kuyu Var Yandan Geç! “Unut(tur)ulan Din!”

Her gün basın yayında, sosyal medyada kitleleri meşgul etmekten ve yüzeysel laf atışmasından öte geçmeyecek, sadra şifa olmayacak tarzda, bir bombardıman halinde ‘din’ konusunda atışma ve tartışmalara şahit oluyoruz.

Malümaliniz üzerine son zamanların ‘din’ ile alakalı gündemlerinin, ilgilerinin başında ‘indirilen din-uydurulan din’ tartışmaları yer alıyor. Tartışmanın tarafları meseleyi hararetle tartışmaya, ‘savunma’ odaklı olarak, ikna etmekten uzak, sadece karşı taraf ‘gol atma’ onu mağlup etme amaçlı gündemde tutmaya devam ediyorlar. Anlama, anlaşma, bir noktada buluşma, varsa yanlış inat etmekten vazgeçip doğruya sahip çıkma, sadık kalma, hakka tabi olma eksenli yürütülmüyor bu tartışma! Bu haliyle sürdüğü müddetçe de kimseye fayda getireceğe benzemiyor.

Biz de şahsen konu ile ilgili paylaşımlarda bulunmuş, tarafımızı bazı şerhlerimiz ve farklı bakış açılarımız olmakla beraber ‘indirilen din’ olgusundan taraf olarak serdetmiş bulunuyoruz. Adı üstünde ‘uydurulan din’’ olduktan sonra bunun iler tutar tarafı kalır mı?

Bu tabir, ‘üretilen din’, ‘yutturulan din’ terkiplerine dönüştürülerek de kullanılmaktadır. Elbette etki yoğunlaştıkça tepkiler de yoğunlaşıyor, geri adım asla söz konusu olmuyor. ‘Ortak bir kelimede’, noktada buluşalım diyen yok! ‘Ortak nokta’ konusu da elbette sıkıntılı! Konu ve taraflar o kadar keskinleşmiş ki iş aforozlara, tehditlere, karalamalara, yaftalara kadar uzanıyor. İş uzadıkça uzuyor! Lastik misali çek çekebildiğin kadar ve istediğin tarafa!

Bu hamur daha çok su kaldıracağa benzer! Bu ‘olabilirlik’ anlamında değil asla! Ne kadar halden, dilden anlamaz olduğumuzu, tarafgirliğimizi, her parçanın elindekiyle yetinip avunduğu, her meselemizde olduğu gibi iletişim dilinin ‘onmaz bir yara’ haline, kangrene döndüğünü göstermesi açılarından, ‘sözü dinleyip en güzeline uyma’ melekesinin yitirildiğine dair olumsuz işaretler bunlar!

Sözün burasında biz meseleyi farklı bir noktaya taşımak, soruna başka açıdan işaret etmek, daha önemli bulduğumuz bir hataya parmak basmak istiyoruz. Bunu da bir klişe ile ifade edersek, o da şu: ‘Unut(tur)ulan din’!

Bu noktada çuvaldızı ‘uydurulan din’ taraftarlarına (Bu hakikaten ismen de cismen de uyan bir ifadedir. ‘Uyarıcılığı’ ise tartışılabilir!) batırsak da, iğneyi de ‘indirilen din’ taraftarı olduğunu söyleyenlere (Bu ifade de bilgi, birikim, kaynaklara yönelme, Kur’an’ı mihver edinme anlamlarında doğru bir kullanım gibi durmaktadır. Lakin yazımıza konu olması ve iğneyi hak etmeleri açısından irdelemeye ve eleştirmeye değer sapma, saptırma, hataları içinde barındırmaktadır!) batıracağız! Aslında bu noktada iğneyi mi, çuvaldızı mı hak ettikleri de düşünülmelidir. Bize kalanı (iğne veya çuvaldızdan) ise kamuoyunun değerlendirmelerine bakarak göreceğiz. Varsa yanlışımız ikna olmaya ve değiştirmeye hazırız! Bizim kulağı olanlara söyleyecek sözümüz, sözü olanları dinleyecek kulağımız var çok şükür. Hepsinden öte muhakeme ve muhasebemiz… Çok şükür ki aklımızı emanet vermediğimizden dolayı aklımız da başımızda. Söylediklerimizi kulaklarımız duyuyor, hayatımızı da bu minval üzere sürdürmeye çabalıyoruz. Her türlü yalnızlığa, yalnızlaştırmaya, engelleme ve yaftalara rağmen!

Konumuza dönersek: Her gün basın yayında, sosyal medyada kitleleri meşgul etmekten ve yüzeysel laf atışmasından öte geçmeyecek, sadra şifa olmayacak tarzda, bir bombardıman halinde ‘din’ konusunda atışma ve tartışmalara şahit oluyoruz. İstesek de istemesek de konu bir şekilde önümüze geliyor, getiriliyor. Asla dair, meselenin halline dair bir olumlu işaret görünmüyor. Diyanet de zaten ‘ihsan istemediğimizden’ gölge etmeye devam ediyor.

Söylenenlerden ikisinin de (Diyanet, İlahiyat çevreleri vb.lerinin söyleyecekleri uzlaşı veya üçüncü yol gibi alternatiflerin zaten bir hükmü olmayacaktır. Konu bir ortak nokta meselesi olmadığından…) doğru olma ihtimali olmadığından bir tarafın yanlış düşündüğü, hata ettiği aşikârdır. Böyle olması gerekirken yine de ‘acaba!’ diyen yok. Mesele fıkhî ayrıntılar olsa amenna. Teşehhütte parmak kaldırıp indirmek kabilinden olsa anlaşmazlık, zaten bu kadar gürültü çıkmaz. Konu daha ziyade ‘kırmızı çizgilerde’, sınırlarda, yar başlarında sürdürülüyor. Dinin ta kendi, başı, ilk ana esası, ‘iman- küfr’, ‘tevhid-şirk’ bağlamında yürütülüyor. Bizi ilgilendiren kısmı ise bu tartışmaların, dediğimiz gibi ‘indirilen din’ olgusuna vurgu yapanların tarafında duruyor olmakla beraber, gözden kaçırılan, ‘unut(tur)ulan’, ‘bit yeniği’ olan hususlar olduğudur.

Tarafız dedikse, ‘saf’ değiliz! ‘Ortada kuyu var, yandan geç!’ dememiz de bundandır. Dinin, İslam’ın ‘terör’ ve ‘ılımlı’ ön eklemeleri ile torna tesviyeden geçirildiği, tabiri caizse’ iğdiş edildiği’, ‘ligth’ hale getirildiği, ‘deizmin’ bu hengâmede yutturulduğu operasyonların isteyerek veya istemeyerek üstünün örtülmesi, dikkatlerden kaçırılması söz konusu. Asıl mesele bu! Esas gündem bu! Bu konuda dikkatli ve hassas olmamız gerekirken biz enerjimizi nerelerde tüketiyoruz?! Sakın yanlış anlaşılmasın, içerde(!) yürütülen ve büyütüldükçe büyütülen, abartılan tartışmaların önemsiz olduğunu söylemiyoruz. Yersiz olduğunu da! Orada ayrıntı gibi duran her meselenin üzerine bir algı üretilip yükleniyor. Sonra o yol tek yol haline, din haline getiriliyor. Ardından yeni ruhbanlıklar, farklı ve kendince bir din algısı, kurul ve kurumlar oluşturuluyor! Yutturuluyor! Kitleler uyutulup uyuşturuluyor, sömürülüyor! Tabi tersinden de birileri semiriyor! Fifti fifti yani!

İslam bulunduğu her ortama, zaman ve mekâna rengini veren, ikincil pozisyona itilemeyecek, ortaklığı, velev ki büyük hisse olsun asla ve kat’a kabul etmeyen, hâkimiyetini izhar eden bir dindir. Özel isim olarak ve önceki vahiylerin de özü olarak da bu böyledir.

Gelelim asıl meseleye: Emevileri, Abbasileri ve bugün müslümanların yaşadıkları coğrafyalardaki yönetimleri, işleyişleri, hukukun kaynaklarını, sosyal hayatın düzenlenmesi, haramlara karşı konulan mesafeler vb hususlarda gerek kişilerin bireysel görünümleri ve gerekse organizasyonları anlamında bir mukayese edip bir bakalım. O günün şartlarında Ebu Hanife ve Ahmed bin Hanbel gibi şahsiyetlerin iktidar erkinin hışmına uğramalarının sebep ve sonuçlarını bir irdeleyelim. Ne tenakuzdur ki sair şahsiyetler gibi onlardan bize aktarılan birer fıkıh âlimi/mezhep imamı vasıflarıdır! Siyasi duruşları, iktidarın/gücün merkezine olan ‘hak-hukuk’ temelli itirazlarıdır onları unutulmaz ve övgüye layık birer değer/isim kılan! Onlar cum’a namazına zorla götürülüyorlardı; bugün ise kitleye nikâhınız düşecek denilerek ‘tek yol’ dayatılıyor, kitle uyutulup uyuşturuluyor! Onların camilerinin pencerelerini saymamak üzere bir özgün duruş, bağımsızlık, ‘tevhid-adalet’ mücadelesi verenleri bizlere sitayişle anlatıp kitaplar yazarak, isim yapıp cesamet gösterenler, o cesaretin cakasını satıp, eskortlarla, çakarlı konvoylarla arzı endam, yetmiyor ‘ekran’ ediyorlar! Ekranlardan kendi kullanımlarına tahsis edilen külliyeyi övgülerle, teşekkürlerle teslim aldıklarını protokole hitaben üstelik, dillendirmek nasıl bir dil daneliktir, kullanılmaktır! Nasıl bir kopuştur! Bu cenahta ‘dilsiz şeytan!’ metaforu çoktan unutuldu ya neyse! Buğz bile hatırlanmaz oldu! Kaldı ki bu insanlar Emevi- Abbasi dönemlerini bir kopuş görerek karanlık bir dönem ile özdeşleştirip ‘günah keçisi’ ilan etmiş ve rahmetle anmaktan, o zamanın kişilerine ‘hazret’ demekten dahi imtina etmişler/etmektedirler… ‘Hatır’ hiyerarşisi alt üst oldu, değerler skalası gibi! O zamanın ‘Mihne’ olayları şimdilerde ise ‘minnet’ olgusu ve ‘mihnet’ vakıası…

‘Kur’an devlet modeli önermez!’ diye diye, ‘yoktur’a gelerek, özgürlüklerini sistemin iş ve işaretine terk/devr edenler, niceliği önemsemiyoruz deyip her yerde tabela açma sevdasıyla, kardeşler arsına fitne sokup ayrılık tohumları ekenler ‘anın fıkhından’ dem vurmaya, ekranları kaplamaya devam ediyorlar! Üstelik de bunu manifesto niteliğinde bir toplu çalışma ile ‘İslami Kimlik’ adıyla yayımlayarak (‘…müslümanların sisteme ilişkin tavırlarının nasıl olması gerektiği önce akidevi bir sorundur…’, ‘…devlet rejim ayırımının devletçi eğilimleri besleyen muhafazakar bir sapma olduğu…’, ‘…sızmalar, örgütlü bir tarz da hareket etseler, hareket alanları sınırlı olacaktır…’, ‘…Müslümanlar küfrü ve zulmü temsil eden sisteme karşı bütüncül bir  tavır geliştirerek sistemin şu ya da bu kurumunu, şu ya da bu politikasını değil bütününü tasfiyeye yönelmelidirler..’) şeklinde bir üst perdeden deklare etmişken! Şimdilerde ise topsuz, dar alanda, oyalanma, oyuna payanda olma ve topu taca atmakla meşguller! Bu hatırlatmaları ise ‘fitne’  olarak nitelemektedirler! Ne kolay, ne ucuz, değil mi? Yaptıkları yetmezmiş gibi kavramları da iğdiş edip, içini boşaltmak; el çabukluğu marifet! Din üzerinden, ‘din-i darlık’ halinde, polemiklerle, geleneksel yapıları güya olumlayarak, görünmez kapıları aralıyor, meşruiyet devşirmeye kalkıyorlar!

‘Eskiden sadece veriyorduk; şimdi hem veriyor, hem de alıyoruz!’ noktasına ulaşmış, meydanlarda göbeği açık ‘Allah ü ekber!’ sloganları atanları hayra yorumlayarak duruş ve bakış başkalaşmasına/şaşmasına ya ne demeli! ‘Sürç-i lisan edersek affolmaya!’ diye deklare etmişken, bu öz eleştiriyi yapabilmişken… Bilmiyorum da biz ‘Bu bir sürç-i lisandan öte bir durumdur; sürç-i lisan affedilebilir, kasıt yoktur zira.’ derken, birileri kalkıp ‘Ne var bunda!’ der mi acaba?!

Yine İbrahim kıssasını, allandırıp ballandırarak kitleye bir ‘yemek/ikram örneği’ olarak sunmak, oradan incelikler devşirip koskoca bir meydan okumayı, ‘tevhide karşı kalkışmanın’ helake varan akıbetini ıskalamak nasıl bir ‘indirilmiş din’ olgusu olabilir?!

Daha bu yakada dinî bayramlar ve kişilerin mesaj trafiğinin, niceliğinin nice’liği, olurluğu, getirisi götürüsü tartışılıp bir usule, ilkeye ve sahih bir formata bağlanamamışken, -uydurulan dinin bir geleneği olarak kerih görülürken üstelik- şimdilerde ulusal gün ve kişilerin önünden ardından, ‘indirilen din’ olgusu vurgusu yapanlarca formatlanması, uygulanması izahı zor kopuşlardandır!

‘Adalet’ vurgusunu öne çıkartarak, ‘kutsal’ı es geçmek, ’Devletin imanı adalettir!’ vurgusuyla nelerin gözlerden kaçırıldığını bilmemek, adalet ile kastedilenin ‘eşitlik’ olamayacağını, ‘kutsal’ olgusunun şeaire denk geldiğini, tevhid’den yalıtılmış bir adalet olgusunun gerçekleşemeyeceğini unutmak ne menem bir iştir! Ya da iş midir, sipariş midir?! Bunların hepsi farklı kesimlerden küçük kesitler olarak karakolda doğru(!) söyleyip mahkemede şaşma ve kendilerine bakıp kulak verenleri şaşırtma hali örnekleri… ‘Yerseniz!’ demeye gerek yok, yediriyorlar; yenilmiş, yutulmuş olduğu aşikâr ahvali umumiye bakınca… Hedef saptırmamak, dikkatleri dağıtmamak lazım! İlk ve öncelikli iş ‘ed Din’in dışında erk ve otorite iddiasıyla, egemenlik gaspıyla kula kulluk sistemlerine yönelik ‘Sizin dininiz size..’ diyerek, bunun mücadelesine el verip cahiliyeden ayrışarak ‘Benim dinim bana!’ demek gerekiyor. Asıl işaret ve turnusol kâğıdı bu! Kriter, şablon bu olsa gerek!

Darılmaca gücenmece yok! Kızmak da yok! Biz sürç-i lisan edersek siz de affetmeyin, kastımızı ve yanlışımızı da yüzümüze vurun, bize iade edin! Bakınız yazının kaleme alınıp yayımlanması süreçlerinde köprülerin altından akan suları da takip ediyoruz… Yukarıdaki örneklemelerden bazı söylemlerde, ufak tefek, ayıkmaya yönelik hal ve söylemlere de şahit oluyoruz. Lakin bunların gündemle ilişkili ve şartlara bağımlı gelişmesi eleştirilerimizin boşa çıkmasını gerektirecek bir sonuç doğurmuyor. Bekleyip göreceğiz! Hak edildiğinde takdirlerimizi de sunacağız. Ancak şu ana kadar ki hal ve gidişat hayra alamet değil, bunu söylemek istiyoruz! Gel gitler, nabza göre şerbet vermeler, ‘Ne şiş yansın, ne kebap!’ türü ikircikli yaklaşımlar, zemin ve şartlara bağımlı konuşma ve susmalar, aynı konuda tam tersi görüşleri serdedip hiçbirini tekzip etmeden vaziyeti idare etmeler vs. olumlu kanaat çizmemize yeterli olmamaktadır.

Size gösterilen/verilen sahte ve geçici değerler/nicelikler sebebiyle ‘değerlerinizden’ vazgeçmeye, onları sümen altı etmeye değer mi?! Eric Hoffer’in Kesin İnançlılar kitabında ‘kalem/kelam erbabı eğer iktidarla uyum/anlaşma içinde ise orada hiçbir hareketin olamayacağı, bütün yanlışların süreceği’ malumatını aktarıyor ya, işte aynen öyle… Yine onun aktarımı ile sistemde resmi görevlerle, imkânlarla buluşturulanlar tüm iddia ve söylemlerini terk etmektedirler!  Bunun örneği bu ülkede, bir zamanlar Davudoğlu’nun nezaretindeki Bilim Sanat Merkezi çalışmalarını ‘Sisteme adam devşiriyorlar, memur yapıyorlar!’ şeklinde eleştirenlerin zamanı ve yeri geldiğinde, ılımlı rüzgârlar estiğinde, pastırma sıcaklarında beraber iş tutmaları ve akabinde hızlarını alamayıp benzer rolleri üstlenmeleri çok manidar olarak yaşanmış, halen de yaşanmaktadır. Şişede durduğu gibi durmuyorsa, ağızda durduğu gibi de durmuyor değil mi?! Başka bir açıdan Atasoy Müftüoğlu’nun dediği gibi; ‘Bir parçamızla İslam’a hizmet ederken daha büyük bir parçamızla kapitalizme, diğer parçamızla liberalizme hizmet ediyoruz! Kimlik, kişilik parçalanması ile karşı karşıyayız! Ortalıkta maske-peruktan geçilmiyor! Makyaj endüstrisi hortladı! İşimize gelince ‘deve’, işimize gel(mey)ince ‘kuş’ oluyoruz!

Tamam, ortada kuyu varsa yandan geçilebilir, bu doğaldır maddi-bedeni hasarlardan korunmak adına! El verdiğince, dil erdiğince, güç yettiğince imkânlar ve şartlar/gereği ölçüsünde etrafına çember çekilir, levha asılır veya kuyu kapatılır, doldurulur. Lakin bu kuyu sabit ve muhkem ise o halde en azından ‘yol olmaması’ adına müteyakkız kalmak gerekir! Bile isteye, göz göre göre, ‘türbe namıyla’, ‘İsrailoğullarının zihnen de köleleşmesi’ benzeri tav ve av olmamalı, uzak kalmanın çareleri aranmalıdır! Bu bireysel bir uyanıklığı ve sorumluluğu gerektirse de öncelikle ilmin ahlakı/şerefi, alimlik vasfı gereği evvelemirde ‘bilenlere/alimlere’ düşer! Akabeleri, sarp yokuşları dillendirip, düz ovada, görünen köy kılavuz istemezken çark etmek neyin nesidir?! Bunlar kendilerinden hayır umulan(!) kişiler, camialar iken, uğraştıkları işe bakınız! Ameliyatlık vak’a varken ortada, pansumanla uğraşmak! Hani ‘ümmetin kanı akarken pire kanını sormak’ meseli ve işgal altında iken ahbar’ın, ruhban’ın meleklerin kanat sayıları ile uğraşması gibi! Elbette her iş bir usûl çerçevesinde, akideye uygun yol ve yöntemlerle yapılacaktır! Bu körü körüne yel değirmenlerine savaş açan Don Kişot’luğa benzemez! Ama ilk gösterge de budur; söylediklerinizin sizi ne hale getirdiği, size ne etki yaptığı ve sizin hedefinizin, amacınızın ne olduğu ile ilgili olarak… Ayrıntılar değil! İlk düğmeyi doğru iliklemediğinizde diğer düğmelerin de peşi sıra yanlış iliklenmiş olacağı gibi… Su ihtiyacı olana ayakkabı veremezsiniz! İşin entelektüel kısmındaki, malumat furuşluk kısmındaki, ayrıntılardaki birikimleriniz değil sizi farklı/farkında kılacak olan, işin esasına, temel hususlara dair, akidenin başat ilkelerine dair söylem ve duruşunuzdur. Esasen farkında(!) olup da bunu yapmamak ve yapamamak da ayrı niteliklerde ve boyutta değerlendirmeyi hak etmektedir! ‘Unuttuklarını’, asıl yapmaları gerekenleri atlayarak bir ‘unutturmaca’ içinde olmak, tali konulara(!) yönelmek esastan, esaslı bir kopuş değil midir?

İşte uyuşturulan zihinler çerçevesinde, ‘unut(tur)ulan din’ olgusu bu! İhtiyacımız olan ‘alim/bilen’, ‘kanaat önderi’ de bu evsafta bir değerdir. Gerisi, getirisi olmayıp götürüsü çok olan oyun ve oyalamacadır… Unutma, unutturma; uyutma, uyuşturmadır…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *