Gerçekleri Görme Yetisini Kaybetmek

Günümüz koşullarında fikirlerin, kültürlerin akışını engellemek mümkün değil, ancak, daha güçlü fikirler üreterek, daha etkili kültürel içerikler üreterek dışarıdan gelebilecek olumsuz etkiler kontrol edilebilir.

Küreselleşme süreçleriyle birlikte, bizler de yeni bir uzama girdik. Yeni bir uzama girmek en uzaklarla, en uzak kültürlerle etkileşim içerisine girmemizi sağladı. Yeni bir uzama girmek her alanda olduğu gibi, entelektüel anlamda da bir tektipleşmeye neden oldu. Sözünü ettiğimiz tektipleşme İslami bağlamda zihinsel ölümlere yol açtı. İslami varoluşumuzun vazgeçilemez/ temel ifadesi olan tevhidi dile/ söyleme/ yaklaşıma yabancılaştık. Kendi dilimizle, sözcük ve kavramlarımızla, düşünsel yargılarımızla konuşamıyor, üretemiyor olmak; hepimizi derin ahlaki çelişkilere, çatışmalara sürüklüyor. Bu çelişkiler sebebiyle köhneleşmiş statükolara, taşralılıklara, batıni yaklaşımlara hapsolmak bizleri rahatsız etmiyor. Olduğumuz yerde dönüp duruyoruz. Mitsel geleneklerin oluşturduğu basmakalıp kabuller “dindarlık” ölçütü olabiliyor. Hayatın içerisinde karşı karşıya geldiğimiz paradigma kaymalarını, yargılama ihtiyacı duymuyoruz. Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen, hak edilmemiş beklentiler içerisine girebiliyoruz.

Geçmiş ile şimdi arasında sıkışıp kalmış bir zihin ve kültür dünyasında yaşadığımız için keskin siyasal farkındalıklara sahip değiliz. Keskin siyasal farkındalıklara sahip olmadığımız için emperyalistlerin zalim akıllarıyla hesaplaşamıyoruz. Hayatımızı şekillendiren etkilerin mahiyeti değişiyor, İslami dikkatimiz/hassasiyetimiz aşınıyor. 18’nci, 19’ncu yüzyıllar itibariyle seküler felsefeler, Batı dışı dünyada da, bilimler, liberal uygulamalar aracılığıyla özgün/yerel kültürleri dönüştürmeye başladı. Bugün de, iletişim sistemleri aracılığıyla çok uzaklardaki olayları, gelişmeleri, dönüşümleri gözlemlediğimiz, bunlardan bir şekilde etkilendiğimiz için, ilgilerimiz coğrafi sınırları aşıyor. Yeni medya düzeni, sosyal medya, gazetelerin önüne geçiyor, Facebook ve Twitter gibi sosyal ağlar aracılığıyla küresel etkinlikler oluşturulabiliyor. Kültürel melezleşme yerel tarzların, davranışların, ilişki biçimlerinin terk edilmesine yol açıyor. Bütün toplumlarda özellikle genç seçkinler küresel kültür yönünde tercihler yapıyor. Günümüz koşullarında fikirlerin, kültürlerin akışını engellemek mümkün değil, ancak, daha güçlü fikirler üreterek, daha etkili kültürel içerikler üreterek dışarıdan gelebilecek olumsuz etkiler kontrol edilebilir. Artık, bilgi’nin ulusal bağlamda kontrolü mümkün görünmüyor.

Halklar, farklı kültürlerin değerleriyle etkileşime açık. Kültürel yoğunluklarımızı kaybediyoruz. Küreselleşme süreçleri karşısında günümüzde yalnızca Hindistan dünyaya kendi özgün kültürel renklerini, biçimlerini ihraç edebiliyor. Hindistan, bizdeki Sai Baba’lar gibi dünyaya “hoşgörü” söylemi ihraç ediyor. Sri Satya Sai Baba’nın, Sai Baba hareketinin aynen bizdeki “hoşgörü” hareketinde” olduğu gibi, 137 ülkede 2000’in (ikibin) üzerinde merkezi var.

Küreselleştirici dinamikler kimi toplumlarda milliyetçilikleri zayıflatırken, kimi toplumlarda güçlendiriyor. Türkiyede yaşandığı üzere, yeni etnik talepler/gerilimler, ortak insani değerlere dayalı yaklaşımları imkansız kılabiliyor. Ulus-devlet yaklaşımları insanlık tarihinin bu evresinde, büyük insanlık sorunları karşısında çok yetersiz kalıyor. Bilgi’nin, bilincin, bilgeliğin, erdemin egemenliği yerine; pazarın egemenliği geçiyor. Küresel ekonomik sistem her ülkede ekonomik kutuplaşmalara, finans çevrelerinin sorumsuzluklarına, yağmacı bir finans sisteminin oluşmasına neden oluyor. Amerikan finans merkezi Wall Street’i işgal eden göstericiler Amerikan nüfusunun yüzde birinin açgözlülüğünü ve ahlaksızlığını dile getiriyor, Wall Street’in ekonomik diktatörlüğünü sorguluyor.

Dünyanın neresinde olursa olsun, bencil çıkarların dünyasına kapanan bireyler/toplumlar/politikalar hiç bir ahlaki değere ihtiyaç duymazlar. Bencil çıkarların dünyası karanlık bir dünyadır. Aynı şekilde reelpolitik değerlere dayalı dış politika yaklaşımı ve uygulamaları da ahlak ve vicdana dayalı yaklaşımlara izin vermiyor. Politik alan ahlaki sorumluluktan boşaltılınca, boşalan alanları faşizmler/militarizmler dolduruyor. Neoliberal-seküler-kapitalist sistem anlam yapılarına ihtiyaç duymadığı için, bütün aidiyet ve ahlak biçimlerini gerektiğinde hemen dışlayabilen, hayatta kalabilmek için her renge bürünen, her kalıba giren bireyler ve topluluklar oluşturuyor. Bu nedenle, her yerde akıl almaz akılsızlıklar ve anlamsızlıklarla karşılaşıyoruz. Her bencillik ve çıkarcılık, başkalarına kapanmaya, başkalarına yabancılaşmaya ve başkalarını unutmaya yol açıyor.

Soğuk Savaş’ın sona ermesine rağmen Batı emperyalizminin dünyayı yönetme ihtirasları eksiksiz bir biçimde devam ediyor. Hegemonyaların çöktüğü, tek kutupluluğun bittiği, bölgesel güçlerin etkilerinin arttığı iddia edilirken; Libya’nın yeniden sömürgeleştirilmesi, yağmalanması, talan edilmesi; Suriye ve İran’ın kuşatılması; Türkiye’nin Ortadoğu’da ABD çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde inisiyatif alması gerektiğinin bir biçimde ifade edilmesi; Arap-İslam dünyasının bir kez daha ele geçirilmesi yönündeki emperyalist gündemi somutlaştırıyor. Küresel kapitalist sistemin dünyanın ve insanlığın merkezi sorunları, merkezi rahatsızlıkları konusunda bir çözüm üretme yeteneği yok.

Liberal demokrasilerin mükemmellik yanılsaması bugün daha çok tartışılabilir hale geliyor. Küresel diktatörlük karşısında özellikle İslam dünyası ülkeleri egemenlik yeteneklerini kullanamıyor, egemenlik yeteneklerini yitiriyor. Yemen’de, Yemen diktatörüne karşı ayaklanan kitleler, Amerika’nın insansız hava araçları yoluyla Müslüman aktivistlere yönelik olarak gerçekleştirdiği katliamlara karşı sessizliklerini koruyor. Ayaklanmacıların küresel diktatörlükle ilgili her hangi bir sorunları, rahatsızlıkları yok. Libya’da Libya diktatörünü deviren “muhalif güçler” emperyalizme, sömürgeciliğe, kolonyalizme alkış tutuyor, şükranlarını sunuyor. Kaddafi sonrası dönemin yönetici kadrosu çok sefil ve zelil bir işbirlikçilik içerisinde. Suriye’de diktatör Baas/ Esat rejiminin zulümlerini/katliamlarını takbih ederken; muhalif kesimlerin, bir muhalefet/direniş hareketini yürütme potansiyeline/yeteneğine sahip olmadıklarını, bu konuda hiç bir hazırlıkları bulunmadığını, her hangi bir projelerinin bulunmadığını, muhaliflerin mütecanis bir yapı oluşturamadıklarını, kitlesel bir yoğunluğa, kitlesel bir desteğe sahip olmadıklarını, her tür emperyal kışkırtmaya da açık bulunduklarını, nitekim bu kışkırtmalar sonrası harekete geçtiklerini de ısrarla tasrih etmek gerekiyor. Gerçekleri görme yetisini kaybedenler, bilgiyle tahkim edilmemiş, doğrulanmamış iddialara başvururlar. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, Ortadoğu ve Mağrip ülkelerinde gerçekleşen ayaklanmalarla ilgili olarak, kimi İslami çevrelerin, gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin politikacıların; ABD’li sinema oyuncusu Angelina Jolie ile aynı düşünceleri/ yorumları paylaşıyor olmaları utanç ve üzüntü verici bir durumdur.

Karşılaştırmalı çözümlemeler yapma yeteneğine sahip olmadığımız için, zihinsel sömürge olmaktan kurtulamıyoruz. Bu tür tehlikeli yanılsamalara düşmemek için analitik sorular sorarak, analitik tesbitler yaparak, klişe görüşler ve romantik yaklaşımlara karşı ‘mesafeli bir duruş’ sergileyerek emperyalist akla karşı İslami aklı harekete geçirebiliriz, İslami aklı harekete geçirebilmek için islami anlamda radikal bir zihinsel dönüşüme cesaret edebilmeliyiz. Günümüzde Müslüman kitleler, hizip liderinin, cemaat liderinin, parti liderinin, mezhep liderinin aklıyla sınırlı, yani tek akıl’la sınırlı dünyalarda yaşıyor. Tek aklın her konuda yeterli olmayabileceği, tek aklın yanılabileceği, yanlışlar ve zaaflar sergileyebileceği, tek akla güvenilemeyeceği düşünülmüyor. Tek akla mahkum edildiğimiz için akıllarımızı bir türlü çoğaltamıyoruz. Kitleler, insanüstü yeteneklerle, niteliklerle teçhiz edildiklerine inanılan cemaat liderlerinin akıllarına/ sezgilerine sonuna kadar güveniyor, bu konunun tartışılmasına tahammül edemiyor. İslami aklı, müşavere yoluyla çoğaltacağımız, zenginleştireceğimiz, doğrulayabileceğimiz akılları hayata geçiremediğimiz için; kimi islami cemaatler, ayaklanmacılar, isyancılar, bugün de yaşadığımız üzere emperyal aklın ve çıkarların yanında yer alıyor, bu aklın ve çıkarların doğrultusunda konumlanıyor. Geleneksel klişe görüşler tekrar edildiği ve yanlışlanmadığı için, bunlar, bir gün sorgulanamaz hale geliyor. Yeni sorunlar karşısında, yeni çözümlemeler yapılmadığı için, Müslüman zihin dinamizmini/üretkenliğini kaybediyor.

Yapısal sorular sormayan ve bir tıkanma durumu yaşayan zihinsel dünyalarımızı batini akımlar kuşatıyor, etkiliyor. Batıni akımlar aracılığıyla kitleler pasifleştiriliyor. Zihinsel denetim altında tutulduğumuz için, İslami aklın/vahyin birliğini sağlayamıyor, vahyin ve aklın birliği temelinde yeni bir söylem geliştiremiyoruz, sürecin bir parçası haline geliyoruz. Sürecin bir parçası haline gelmek piyasa kültürü ile bütünleşmek, dini hayatta bile ticari pazarlama yöntemlerine başvurmak anlamına geliyor.

Yerel bağlamda olsun, küresel bağlamda olsun her totaliterleşme eğilimi, materyalist ve seküler bir zihniyetten kaynaklanır. Her totaliterleşme başka gerçeklik biçimlerine hayat hakkı tanımaz. Yerel ya da küresel bağlamda tekkültürün dayatılması toplumsal gerilimlere neden olur. Materyalist ve seküler akıl her alanda tahribat üretir. Her faşizm, her ırkçılık düşünceyi ve hayatı bütünüyle tahrip eder. İlahi Vahyin ahlakiliğinden yoksunlaştırılan bireyler, toplumlar ve politikalar vicdan dan, merhametten de yoksun hale gelirler. Komünizm, Faşizm ve Nazizm seküler Avrupa kültürünün ürünleridir. Günümüzde düşüşe geçen modern tarih ve modern uygarlık eşsiz alçaklıklar sergiliyor. Tarih büyük güçlerin çıkarlarına hizmet etmeye devam edecekse, biz Müslümanlar da tarihin altında ezilmeye devam edeceğiz demektir.

Büyük ölçüde erozyona uğrayan, aşınan modern tarih ve uygarlık karşısında keskin bir siyasal bilinç ve farkındalık içerisinde olabilmeliyiz. İslami bilinç ve farkındalık insana çok ağır sorumluluklar ve çabalar yükler. Bilinç ve farkındalık insanı karşı karşıya bulunduğumuz tablo karşısında derinden sarsar ve rahatsız eder. Gerçekliğin farkında olmayanlar hayatlarını rahatlık ve hoşgörü içerisinde sürdürürler. Gerçekliğin farkında olmayanlar batini öykülerle teselli edilirler. Bütün mistikler kayıtsız şartsız teslimiyet isterler. Bu teslimiyetçilik sebebiyle hiç kimse tek aklın, liderin, başkanın, şeyhin, hoca efendinin hezeyanlarını sorgulama ihtiyacı duymaz. Bu tür sorgulamalar yapılamadığı için İslam toplumları ruhani tiranların, ruhani tröstlerin, tekellerin baskısı altında bulunuyor ve kısıtlanıyor. Esrarengiz kurgularla efsaneleştirilen kimi isimler, liberal-seküler meydan okumalar karşısında “diyalog”dan söz edebiliyor. Dinler arası diyalog’un teorisyen ve pratisyeninin Hinduist din filozofu Raimon Panikkar olduğu düşünülmüyor, hatırlanmıyor. Keskin bir farkındalığa sahip olmadığımız için modernlik ve uygarlığın dışlayıcı ve sömürgeleştirici karakteri dikkatimizden kaçıyor. Yine keskin bir farkındalığa sahip olmadığımız için Amerika’nın Ortadoğu’ya yönelik politik uygulamalarının Evangelist temelde yürütüldüğünü de farketmiyoruz. Evangelist Hıristiyanlar küreselleşmenin kendileri için bütün dünyada çok büyük imkanlar ve fırsatlar oluşturduğunu her vesile ile açıklıyor.

Savaşlara mahkum olmak İslam toplumlarının kaderi olmamalı. Modern tarihin ve modern uygarlığın saldırganlıkları karşısında, her tür saldırganlığa direnmek ve meydan okumak gerekirken; saldırganlarla, saldırgan bir dil ve söylemle bütünleşmek alçaltıcı bir durumun yansımasıdır. Yapay ve ihtal modernliklerle, yapay ve ithal uygarlık yaklaşımıyla, özgün bir inşa hareketi başlatılamaz. İslam toplumlarında üretkenliğin kaybı, çeşitliliğin kaybı ile başlayan; tek boyuta, tek yoruma ve tek akla dayalı egemen bir yaklaşım, din’in yalnızca bir ibadet sistemine indirgenmesinle sonuçlandı. İslam’ın yalnızca bir ibadet sistemi olarak algılanması İslami bütünlük bilincinin askıya alınmasına neden oldu. Günümüzde İslam, büyük ölçüde geleneğin, muhafazakarlığın ve popüler kültürün bir parçası olarak hayattadır.

İnsanı ve insanlığı, insanlık dışına sürgün eden bir tarih karşısında, bir gelecek yanılsamasına düşmeden, tarihi etkileyebilecek, dönüştürebilecek bir dinamizme, ufka, birikime, üretkenliğe nasıl ulaşabileceğimizi düşünmeli ve tartışmalıyız. Bunları düşünür ve tartışırken, kendi aleyhimize bile olsa, kendi cemaatimiz, hizbimiz, partimiz, mezhebimiz aleyhine bile olsa yalnız ve yalnız gerçeğin ifadesi olabilecek bir dürüstlüğü, içtenliği ve tevazu’yu temsil edebilmeliyiz. İslami bütünlük bilincini yeniden gündemimize kazandırabilmek için, hepimizin hiçbir ahlaki temeli olmayan fanatizmlerimize son vermemiz gerekir. Zira, her fanatizm zihinsel bir saplantıdır, hastalıktır. Tevhidi duyarlılığın belirleyici olduğu bir bilinç ikliminde fanatizmlerin yeri olamaz, olmamalıdır.

İktibas, Aralık 2011, sayı 396

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *