Sürekli ve Sistematik Aşağılanmalar

İslami hareketlerin, direniş hareketlerinin sömürgeciliğe karşı siyasal bir yanıt olduğunu bilmek ve anlamak gerekir. İslamcılık bir özgürleşme, bağımsızlaşma yaklaşımının adıdır.

Batı’lı sömürgeciler 21. yüzyıl Haçlı istilalarıyla, yeniden, bir kez daha İslam dünyasına dönüyor. Yeni sömürgecilik “demokrasi misyonerliği” maskesi altında ilerliyor. “Demokrasi” bir mal gibi, bir ihraç ürünü gibi pazarlanıyor, alınıyor, satılıyor. Modern Batı dünyası istisnacı bir dil ve söylemi meşrulaştırdığı için “demokrasi ihracı” da tartışılamıyor. Sözünü ettiğimiz dil/söylem tek yanlı ve çok kibir­li bir söylemdir. Bu dil aracılığıyla Batı’nın çıkarları ve ihtirasları meşrulaştırılmaktadır. Bu dil/söylem İslam dünya­sını, kültürünü, toplumlarını anlamaya çalışmak yerine, çok keyfi bir biçimde İslam toplumu/kültürü yaklaşımı oluşturuyor. Bu dil/söylem, İslami ilgiyi bireysel düzeyde tutanları sorun olarak görmüyor, bu kesimleri “iyi öteki”ler olarak tanımlar­ken, İslami siyasal aklı gündeme getirenleri de “en kötü öte­ki” olarak tanımlıyor.

Modern-seküler Batı’nın şiddet ve nefret yüklü ihtiras­ları, İslamofobik bir kuşatma halinde tezahür ediyor. Bugün, İslam dünyası toplumlarında halkların toplumsal ve siyasal re­jimlerini seçme hakları yok. İslam dünyası toplumları, İslami hareketler, cemaatler, tarihin her hangi bir döneminde dondu­ruldukları için, geçmişi efsaneleştirmekten başka bir şey ya­pamıyor, geçmişten bir laboratuar olarak yararlanamıyor. İslami tercihler duygusal tercihlere dönüşüyor, mistik tercihlere dönüşüyor. Bu nedenle tevhidi temellere, bilince, bağlılıklara niteliklere dayalı bir varoluş mücadelesi veremiyoruz. İnsanı, toplumu; hayatın, hayati sorumlulukların dışına sürgün eden yanlış bir tevekkül anlayışı tarafından engelleniyoruz. Her İslami cemaat İslami yorum üzerinde ciddi bir tekel oluşturu­yor. Bu tekel sebebiyle cemaat dayanışmalarına ihtiyaç duyul­muyor. İslam tarihinin mitolojikleştirilmesi ve efsaneleştiril­mesi sebebiyle de İslam tarihinden gereği gibi yararlanamıyo­ruz, maddi/dünyevi ihtiraslar ruhlarımızı kirletiyor. Bu neden­le kendi hayatımıza yönelik olarak dönüştürücü sorgulamalar yapamıyoruz, bugünün tarihini sorgulayamıyoruz.

Sıradanlıklar, ucuzluklar, yüzeysellikler, kolaycılıklar, yozlaşmış bir kültürel ortam oluşturuyor. Edilgen bir düşünce ve kültür toplumların yenilenmesine hiç bir şekilde bir katkıda bulunamıyor. Kültürlerin hayatı canlı, renkli, hareketli, üretken kılan nitelikleri var. Bu nedenle etkin bir kültürel iklime ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız. Zihinsel etkinliğimizi, bilgiyi çoğaltarak sağlayabiliriz. İslam medeniyetinden söz edebilmemiz için, İslam medeniyetinin hafızasını yeniden canlandırarak, bu hafızanın 21. yüzyıla neler kazandırabileceğine ilişkin somut projelerimiz olmalı. İslam medeniyeti geçmişte, özellikle Bizans, Çin ve Hindistan medeniyetlerine büyük ve önemli katkılar sağlamış, bu medeniyetlerden de katkılar almakta bir sakınca görmemişti.

Günümüzde Müslümanlar organik bir bütünlüğe ve yapıya sahip değiller. Hangi eğilimin, hangi yaklaşımın, hangi ilkelerin hangi tarzın İslam’ı temsil ettiğini bilmiyoruz. İslami bir temsil boşluğu ile karşı karşıya bulunduğumuzu kabul etmeliyiz. Kendisini İslam’a nispet eden her parça çok sorumsuz bir biçimde kendisinin İslam’ı temsil ettiğini iddia edebiliyor. Magazin dünyasında olduğu gibi, İslami çevrelerde de herkes popüler meşhurlar kültürünün etkisi altında. Kimsenin bağımsız yorumu/tercihi yok. Bu durum çok ciddi bir biçimde Ümmet kültürünü/ahlakını/bilincini örseliyor. Dini hayatta hiç bir konformizm aşılamıyor, tartışılamıyor.

Faydacı ve maddeci bir modernite, kaba bir materyalizme dönüşerek, toplumları köksüzleştiriyor, kişiliksizleştiriyor, faydacı ve rasyonalist bir kültür yaklaşımı toplumları ruhsuzlaştırıyor. Bireyci ve faydacı bencillikler, burjuva bencillikleri, insani ilişkileri, ticari ilişkilere dönüştürüyor. İçerisinde bulunduğumuz zamanlar bütünüyle ticarileşmiş zamanlardır. Modern Batı dünyası farklılık adına, nihai kötülükler işliyor, farklılık adına korkunç savaşlar çıkarıyor. Batı dünyası, öteki ile ilişkiyi bir çatışma kaynağı olarak görüyor, ötekileştirdiği bütün unsurlarla bir biçimde çatışıyor, savaşıyor. İslam toplumları emperyalist edepsizliklerle her gün bir şekilde karşılaşıyor. Toplumsal varoluşumuzu anlamlı kılan kavram ve kurumların, ahlakın çöküşü sebebiyle, dayanılmaz yetersizlikler, çaresizlikler yaşıyoruz. İslami ilgi ve bağlılıklar her yerde ulusal bir davanın ya da her hangi bir cemaatin hizmet anlayışına indirgenebiliyor. İslami bilincin evrensel boyutu inkar edilebiliyor. Neonurculuk olayında da görülebileceği üzere İslam etnik bir dine dönüştürülebiliyor. Neonurculuk kitle konformizmini yaygın hale getirebilmek için her tür ödünü verebiliyor, İslami çevreler, İslami düşünce hayatı, sözünü ettiğimiz bu kitle konformizminin din halinde pazarlanmasını tartışmıyor, sorgulamıyor. Kitle konformizmi bu çevrelerde de büyük bir hoşnutlukla karşılanabiliyor. Bu çevreler, sayılarının çokluğuna işaret ederek, bu durumdan engin bir mutluluk duyabiliyor. Halklar her ülkede, Türkiye’de olduğu gibi, kitle konformizmine dönüştürülmüş bir “din” algısı aracılığıyla sürü haline getiriliyor. Ulusalcı düzenler İslam’ı araç olarak kullanabiliyor, dini duyarlılıklar ulusal bir çerçeve içerisine alınabiliyor. İslami onurumuza yönelik emperyalist saldırılar karşısın da, her gün maruz kaldığımız ideolojik, ırkçı afetler karşısında kendi çöküşümüzü seyrediyoruz. Emperyalist/sömürgeci/ırkçı saldırılara yanıt vermek gerektiğini düşünenler, yanıt vermeye çalışanlar “terörist” olarak tanımlanıyor. Toplumlarımız kültürel anlamda bir yaşlılık/ihtiyarlık durumu yaşıyor, bu yaşlılık kültürel taşlaşmadan kaynaklanıyor. Kendiliğindenliğini kaybeden kültürler, yeni seçenekler üretme yeteneklerini de kaybediyor.

Ortadoğu’da ve Mağrip ülkelerinde halklar yerel zorbaların faşizminden/zulmünden kurtulayım derken, küresel zorbaların faşizmi/zulmü altında eziliyor. Emperyalist zorbalar insanda dehşet uyandıran alçaklıklar/canavarlıklar sergiliyor. Ortadoğu’nun ve Mağrip dünyasının stratejik haritası istikrarsızlık ve belirsizlikle şekilleniyor. Bütün ahlaksızlıkların, kötülüklerin, zalimliklerin, mucidi olan modern uygarlık, şiddet uygulayarak dünyaya egemen olmaya çalıştığı gibi, işlediği bütün zulümleri de haklılaştırmaya çalışan bir söylem oluşturabiliyor. Duygusallık gösterilerinden ibaret tepkilerle bu dile/söyleme yanıt verilemiyor. Din algısı da bir moda haline getirilebiliyor. İlke, ölçü, duruş, muhalefet, müeyyide içermeyen, yalnızca moral veren, ruhsal terapiye dayalı bir din anlayışı üretiliyor.

Geçmişe doğru düşündüğümüz için, akli melekelerimizi, araştırma/tahkik melekelerimizi gereği gibi kullanamadığımız için olayları hep çok gecikerek, çok sonraları anlayabiliyoruz. Statükolarla bütünleşen kitleler, ani, beklenmedik değişimler karşısında derin şoklar yaşıyor. Zihinsel bir krizle birlikte, psikolojik bir kriz de yaşıyoruz. Uluslararası medya bombardımanı, medya gösterileri, medya ekonomisinin ürettiği sansasyon, algılarımızı çarpıtabiliyor, yönlendirebiliyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde Afrika’ya yönelik olarak eski Fransız ihtirasları bir kez daha yürürlüğe girmiş bulunuyor. Françafrika diye bilinen kirli düzen, kirli siyaset bugün de devam ettirilebiliyor. Fransa’da sömürgeciliği yeniden başlatıyor. Amerika, Africom adı altında yeni bir örgütlenmeyle Afrika’yı, Amerikan çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmaya, dönüştürmeye ve sömür meye hazırlanıyor. Bu örgütlenme, Afrika da yerel unsurlarla iş birliği yaparak, bu unsurları eğiterek, bu unsurlar aracılığıyla Amerikan perspektifleri doğrultusunda vesayetçi rejimler oluşturmak istiyor. Bütün bunlar yapılırken Batı dünyası seküler iddia ve takıntılarına rağmen, bugün yoğun bir biçimde dini terminolojiyi kullanıyor. Yeni sömürgecilik özellikle Ortadoğu’da bölgesel kamplaşmaları, mezhep rekabetlerini, kışkırtarak bölgeyi bir kez daha zayıf düşürmek istiyor. Ortadoğu’da güç dengesini değiştirmek, Suriye ile İsrail’in yakınlaşmasını sağlamak, İran-Suriye ittifakını bozmak üzere Suriye bilinçli bir biçimde istikrarsızlaştırılıyor. Suriye’li muhalif unsurlar da bu amaç doğrultusunda araçsallaştırılıyor. İran’a karşı soğuk savaş amansız ve acımasız bir yoğunlukta sürdürülüyor. Ortadoğu ve Mağrip ülkeleri Batı Jeopolitiğinin etkisinden bağımsızlaşamadıkları için, siyasal istikrarsızlığa sürüklenebiliyor. İsrail’in güvenlik ve istikrarı adına, bütün İslam toplumlarının güvenlik ve istikrarı bozulabiliyor, sarsılabiliyor. Amerikan sağcılığı “İsrail’e karşı çıkmanın, Tanrıya karşı çıkmak” olduğuna inanıyor. Bu nedenle İsrail’in her iki Batı’da da çok imtiyazlı bir konumu var.

Günümüz dünyasında adalet, hukuk, insan hakları gibi temel kavramlar çarpıtılarak, jeopolitik çıkarlar doğrultusunda uygulanıyor. İsrail tarafından 1967 yılında hiç bir hukuki, tarihi, ahlaki vb. gerekçeye dayanmadan işgal edilen ve sınırsız bir biçimde sömürgeleştirilen Filistin söz konusu olunca “insan hakları” hiç bir şekilde gündeme gelmiyor. Bu konuda uluslarara­sı kurumların sorumsuz ve keyfi tutumları devam ediyor.

Amerika ve İsrail ilişkilerinin bugün olduğu gibi devam etmesi halinde Ortadoğu’da istikrar olmayacak. Batı dünyası, İsrail’i, İslam’a, İslami hareketlere, direniş hareketlerine karşı nihai bir güvence olarak görüyor. 1950 yılından bu yana, İslami gelişmeler karşısında İsrail, Batı dünyasının bütün öneri­lerini paylaşıyor. Batı bu konuda İsrail ile birlikte hareket ediyor. 1948 yılında, İsrail’in kuruluşu ile birlikte başlayan dönem, Doğu-Batı çatışmasında yeni bir dönem olmuştu. T. Herzl’in 1898 de “barbarlığa karşı, uygarlığın ileri karakolunu oluş­turacağını” yazdığını hatırlamak gerekiyor. Emperyalistler Ortadoğu’da bölge halklarının farklı özelliklerinden, farklı bağlılık biçimlerinden yararlanarak, bu farklılıkları sömürerek, kışkırtarak İslami bünyeyi parçaladılar, bu parçalanma maalesef bugün de devam ettiriliyor. 1914 yılında İngilizler, Mekke Şerif’ine, Osmanlı Yönetimine karşı destek sözü verdiler, 1916 yılında Arap ayaklanması yaşandı, İngilizler ayaklanmayı desteklediler. 1918’de Araplar Şam kuşatmasını gerçekleştirdi. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, bölgede milliyetçi hanedanlıklar kuruldu. Böylece Filistin, Siyonist-ırkçı işga­le açık hale getirilmiş oldu.  Bu tarihten itibaren bugün halen devam etmekte olan en büyük aşağılanma, en büyük felaket baş­latılmış oldu. Yirminci Yüzyılı İslam dünyasında milliyetçilik hareketlerinin ortaya çıktığı bir yüzyıl oldu. Arap milliyet­çilikleri sömürgeciler tarafından kışkırtıldı.

İslam’a ve Müslümanlara karşı konumlanan histerik bir çağda, hedonist ve faydacı bir çağda yaşıyoruz. Savaşçı ve tahakkümcü modernite, baskın bir kültür biçiminde, Amerikan evrenselliği biçiminde somutlaşıyor. Ortadoğu ve Magrip ülke­leri askeri güç yoluyla, sınırsız şiddet yoluyla sürekli bir felaket bölgesi haline getiriliyor. Körfez Savaşı sırasında (1991) Amerika’nın bir ay içerisinde, Irak’a Hiroşima’ya atı­lan bombanın yedi kat fazlası 85 bin bomba attığını kaydetmek gerekiyor. Bütün bunlara rağmen Batı uygarlığı, kavram ve ku­rumlarıyla birlikte kendisini evrensel tarihin en ileri nok­tasında görebiliyor, dünya tarihinin merkezi olduğunu iddia edebiliyor,

Hayatımızın her aşamasında kendi varoluşumuzu, kendi var olma, düşünme ve hayat tarzımızı özgürleştirmek üzere ciddi sorumluluklar almış olsaydık, modern-seküler dayatmalara maruz kalmayacaktık. Histerik İslam korkusuna dayalı zalim saçmalıklarla uğraşmak durumunda olmayacaktık. İslam’ın, Müslümanların, İslami hareketlerin, direniş hareketlerinin, tahakküm üreten bir dil tarafından tanımlanıyor olması, ölümcül bir hezeyandır. Müslümanların, İslami direniş hareketleri hakkında, bunların lider kadroları hakkında Amerika ve İsrail tarafından üretilen değerlendirmeleri tüketiyor olması zihinsel bir felç durumu ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Avrupa’nın özellikle bilim ve teknolojide üstünlük sağlamasıyla birlikte (18’nci yüzyıl) bu üstünlük her tür sömürgecilik için bir gerekçe oluşturdu. Siyasal akla başvurması gereken İslam toplumları, bunu gerçekleştiremediler, mistik akla kapanarak, dünyevi sorunlarla yüzleşmek istemediler. Bu durum Batı dünyasına İslam toplumlarını kendi dünya görüşü, hayat tarzı ve çıkarları doğrultusunda kurgulama cesareti verdi. Bu cesaret sebebiyle, bugün de, nasıl olmamız, nasıl yaşamamız, nasıl düşünmemiz, nasıl hareket etmemiz, islami nasıl yorumlamamız gerektiğini bize, modern-seküler-liberal dünya telkin ediyor. Yalnızca telkin etmekle kalmıyor, istedikleri doğrultuda hareket etmediğimiz takdirde, bizleri savaşlarla cezalandırabiliyor. İslam toplumlarında, İslami anlamda bir temsil sorunu, temsil boşluğu olduğu için, toplumlarımızı modern dünya temsil etmeye çalışıyor. Modern dünya her durumda, modern Batılı akla ihtiyacımız olduğunu düşünüyor, iddia ediyor. Bilmek gerekiyor ki, kendi akıllarını gereği gibi kullanmayanlar, başka akıllara muhtaç oluyor.

İslami hareketlerin, direniş hareketlerinin sömürgeciliğe karşı siyasal bir yanıt olduğunu bilmek ve anlamak gerekir. İslamcılık bir özgürleşme, bağımsızlaşma yaklaşımının adıdır. Aydınlanma ideolojisinin ürettiği entelektüel şiddet sebebiyle bugün İslami temellere dayalı siyasal bir modeli gündemimize alamıyoruz. Bugün, Avrupa’da bağımsız düşünme yeteneğine sahip, ırkçı olmayan entelektüeller bile Aydınlanma ideolojisini aşağılayabiliyor, bütün şiddet biçimlerinden ve uygulamalarından Aydınlanma ideolojisinin sorumlu olduğuna inanıyor. Soyut klişelerle baskılanacak kadar zayıf düşürüldüğümüz için zihinsel putlarla mücadele edemiyoruz, dünyanın keyfi bir biçimde sınıflandırılması, tanımlanmasına, insani gerçeklikle ilgisi bulunmayan, içi boş, önyargılı, takıntılı dile söyleme itiraz edemiyoruz. Çünkü, kuşatıcı, kapsamlı, sistematik düşünsel temellerden yoksunuz. Kendi biçim ve içeriğini kendisi tayin eden, kendi iradesi olan bir kültür oluşturduğumuz takdirde, sömürgeci tarih sürecini sorgulayabilir, narsizme dayalı bir tarih anlayışını eleştirebiliriz. Günümüzde Batı coğrafi bir sözcük olmaktan çok, toplumlar arasında katı sınırlar oluşturan, kibirli bir sözcük olmuştur, fetiş bir tanım olmuştur. Batı, ötekilik üreten bağnaz bir klişenin adıdır. Batı’nın zihinleri şekillendirme tekeline ancak Müslümanlar son vere­bilir. Mit ideolojilerle ancak Müslümanlar mücadele edebilir. Bunun için İslami yaklaşım biçimlerini duygusal yaklaşım biçimleri olmaktan çıkarmak gerekir.

Yirmibirinci yüzyıl koşullarında toplumların dışarıdan etkilenmemeleri mümkün olamaz. Günümüzde Ortadoğu ülkelerin de yaşanan isyan hareketlerinde genç kuşakların, yeni medya araçlarıyla nasıl örgütlenebileceklerini yakından görme imkanı bulduk. Genç kuşaklar sosyal ağlar ve mobil teknolojiler aracılığıyla diktatörlere karşı örgütlendiler, ayağa kalktılar. Bu isyan hareketlerine öncülük eden aktivistlerin, sosyal ağları, mobil teknolojileri nasıl kullanacakları, nasıl örgütlenecekleri konusunda Amerika’da, Avrupa’da eğitim aldıklarını, ekonomik destek aldıklarını biliyoruz. “Ortadoğu’da Demokrasi Projesi” kurulu sunun bütün isyanlara eğitim ve para desteği verdiği ilgilenenlerin bildiği bir konudur. Bugün Ortadoğu’da statükocu düzenler varlıklarını sürdürüyor, radikal yeni bir düzen, devrimci yeni bir düzen söz konusu değil.

Hepimiz bugünün tarihini yeniden okumak, kurgulanmış tarihsel çerçeveleri sorgulamak zorundayız. İnsanlığı zoolojik bir kavrama indirgeyen modern-seküler-liberal dünya çıkarlar ve güç hesaplarına dayalı politikalar üreterek, saldırılar gerçekleştirerek, İslam toplumlarını fiziksel ve ruhsal anlamda büyük bir dehşete ve acıya mahkum ediyor. Bu durum tepkisiz kalınacak, geçiştirilebilecek, unutulabilecek bir durum değildir. Emperyalist saldırıların bir biçimde durdurulabilmesi için hepimize düşen görevler vardır.

Batı siyasal kültüründe emperyalizm olumlu karşılanan bir havram olmasaydı, bugün, yeni emperyalizmler bir kez daha ortaya çıkmayacaktı. Batı dışı dünya “uygarlaştırma” adına sürdürülen derin ırkçılığın yeterince farkında değil. Bugün, özellikle İslam toplumlarında “uygarlaştırma mühendisliği” eksiksiz bir biçimde sürdürülüyor. Modern-ırkçı tarih, insanlığı tarihi olan halklar ve tarihi olmayan halklar olarak tasnif ediyor. Sömürgecilik, tarihi olan halkların, tarihi olmadığı iddia edilen halklar üzerindeki sınırsız tahakkümü ve zulmü olarak somutlaşıyor. Tarih boyunca sömürgeleştirme faaliyetleri aynı zamanda bir Hıristiyanlaştırma eylemine dönüştürülmüştür. Avrupa’nın sömürgecilik girişimlerini, Hıristiyanlığın üstünlüğü adına, kilise sonuna kadar destekleyebilmiştir. Hıristiyanlık, Batı ırkçılığını her durumda onaylayabilmiştir. Bu ırkçılık sebebiyledir ki, bugün Batı hala bir “uygarlıklar savaşı”ndan söz ede biliyor. Her sömürgeleştirme projesinin/uygulamasının aynı zaman da bir misyonerlik projesi/uygulaması olduğunu unutmamak gerekir. Modern siyasal felsefeler bütünüyle katı ideolojilere dönüştürülmüştür. Ölümcül ideolojiler yerine her hangi bir şey koymaksızın bütün değer sistemlerini yıktılar. Modern-seküler bağnazlıklar, önyargılar, bencillikler ve narsizmler var olmanın anlam ve onurunu yıktılar, tükettiler. Modern-seküler dünyanın sahte ahlakçılığı sebebiyle, dünyaya dayatılan Batılı retorik gereği gibi tartışılamadı, eleştirilemedi. Irkçı temeller üzerin de yükselen bir uygarlıkla, bu uygarlığı onaylayan bir Hıristiyanlıkla nasıl “diyalog” kurulacağı, bu “diyalog”dan ne tür sonuçlar beklenebileceği, bu “diyalog” ilişkisinin ne tür bir “hoşgörü” zemininde ifadesini bulabileceği hiç bir şekilde bir eleştiriye tabi tutulmuyor, tutulamıyor. Hukukun ve insan haklarının, ırkçı yaklaşımlara dayalı olarak, seçici bir zeminde kullanıldığı bir dünyada “diyalog” gibi, “hoşgörü” gibi muğlak tanımları gündemde tutmak büyük bir saçmalıktır. Bugün, Batı’nın çıkarlarına hizmet etmeyen İran gibi ülkeler, insan hakları ihlalleri ile suçlanırken, bu çıkarlara hizmet eden diktatörlükler desteklenebiliyor. Soğuk Savaş döneminde Rusya “şer imparatorluğu” olarak anılıyordu. Bugün İran “şer ekseni” olarak tanımlanıyor, bu arada, Amerika ve Rusya’nın aynı felsefi kaynaklardan beslenen ülkeler olduğunu geçerken kaydetmek gerekir. Dün, Batılılar Doğu sorununu icat etmişlerdi, bugün de islam sorunu’nu icat ettiler.

Günümüzde Amerikan küreselleşmesi tek uygarlık projesi gibi, bütün toplumlara dayatılıyor, bu dayatma sonucu, İslam toplumlarında bütün insanlık değerleri, neoliberal değerler halinde tek biçimli bir kültüre dönüşüyor. Kitlesel piyasaların homojenleştirici etkisi bütün toplumlarda açıkça hissedilebiliyor. Kısır da, Tunus’ta, Libya’da, Suriye’de isyancı kitleler ülkelerinin Amerika gibi olmasını istiyor. Çok ilginç ve çok acıdır, bu gelişme topluluklarımızda Müslümanlar tarafından da bir  “devrim” olarak selamlanabiliyor. Libya ve Suriye olaylarının, Kaddafi ve Esad sorunu ile doğrudan ilgisi olmadığı bir türlü kavranamıyor. -Libya ve Suriye’de muhalifler, Libya ve Suriye sorununu, diktatörler Kaddafi ve Esad sorunu ile karıştırıyor.

İslam toplumları özellikle tarihin son ikiyüz yıllık döneminde, sömürgeciliği meşrulaştırmak üzere, Avrupa uygarlığının, Hıristiyanlığın üstünlüğü retoriğini kullanan çok kibirli, çok narsist, çok ırkçı bir ikiyüzlülükle karşı karşıya geldiler. Irkçı narsizm, kimlik narsizmi evrensel ahlakın çöküşünü hızlandırıyor, derinleştiriyor. Bu çöküş sebebiyle sınırsız hırsların azgınlaştırdığı, canavarlaştırdığı militarizm, bütün İslam dünyasını sürekli olarak tehdit eden gerçek bir terörizme dönüşüyor. .Bugün bu büyük terör, NATO aracılığıyla sürdürülüyor. NATO’nun varlık gerekçesi Soğuk Savaş ve Rus yayılmacılığıydı. Bu gerekçe bugün ortadan kalktı. Bugün, NATO Batı’nın yayılmacı stratejisini ve Batı’nın askeri anlamda bütünleşmesini temsil ediyor. NATO, özellikle Afganistan ve Libya’da masum sivilleri bombardımana tabi tutarak, bu ülkeleri bir harabeye çevirirken, Türkiye’nin NATO üyeliğini tartışmamak büyük, hem de çok büyük bir hamakat’e mahkum olmak anlamı taşır.

İçerisinde bulunduğumuz zamanlar dayanışmacı aklı, dayanışmacı ahlakı, dayanışmacı bilinci seferber etme zamanıdır. İslami dayanışma, Ümmet dayanışması gerçek oluncaya kadar, emperyalist saldırılara, aşağılanmalara, meydan okumalara maruz kalmaya maalesef devam edeceğiz. İslami bilgi ve bilimi, bilgeliği ve kültürü yeniden üretmeden yeni bir medeniyet kurmaktan söz edemeyiz.

İslam Ümmeti farklı halkları, kültürleri, renkleri homojenleştirmez.

İslam bütün farklılıkları uzlaştıran bir bilgelikler bütünüdür. İslam farklı halkların, kültürlerin, renklerin yerel özgüllüklerini reddetmez. Müslüman olmak, dünyanın, insanlığın, çeşitliliğinin farkında olmaktır, çeşitliliği sorun olmaktan çıkarmaktır. Farklı görüşlere, renklere, eğilimlere söz hakkı tanımakla, ahlaksızlıklara, edepsizliklere, hayasızlıklara söz hakkı tanımak birbirleriyle karıştırılmamalıdır. Neoliberal özgürlük anlayışı için ahlaki olan ile ahlaksız olanı birbirinden ayırt edecek her hangi bir ölçüt yoktur. Bugünün dünyasında yalnızca para sınırsız bir özgürlüğe sahiptir, hiç bir güç bu özgürlüğü kontrol edememektedir. Varoluşu, dünyayı, mistik bağlamda kavrayan bireyler, cemaatler, topluluklar hamaset ve duygusallıktan başka hiç bir ufka sahip değiller. Lider kültüne dayalı cemaat hareketleriyle, lider kültüne dayalı ideolojilerle hiç bir yeni çözümleme yapılamaz, hiç bir yenilenme gerçekleştirilemez.

Müslümanlar dijital medya çağında bile küresel karar süreçlerinin dışında kalıyor, bu karar süreçlerinin neler içerdiğini bilmiyor. Bu süreçlerin neler içerdiğini bilemediğimiz için, etrafımızda, toplumlarımızda yaşanan dehşet verici gelişmeler etrafında yalnızca spekülasyonlara, komplo teorilerine dayalı yorumlar yapıyoruz. Bir yanda aşırı biçimde idealize edilmiş geçmişe özgü nostaljileri canlı tutarken, bir diğer tarafta milli ve manevi kişiliklere tapınan, nihai kurtuluşum bu zevata itaatle kazanılacağını telkin eden bir kültürü yaşatmaya devam edebiliyoruz. Bilinçli emperyalist kurucular karşısında, bilinçsiz, yüzeysel yorumlar yaparak çok gülünç durumlara düşebiliyoruz. Alışkanlık haline getirdiğimiz eski kalıplar, klişeler ve yaklaşımlarla bugünün gerçekliğini çözümleyemiyoruz. Avrupa-merkezci bakış açılarına, yorum ve yaklaşımlara mecbur ve mahkûm değiliz. Avrupa bugün yalnızca ekonomik alanda varlığını sürdürebiliyor, ekonomik iktidarı aracılığıyla siyaset oluşturuyor. Bugünün Avrupa’sı kültürel anlamda, felsefi anlamda yeni hiç bir şey vadetmiyor. Bütün bu gelişmeler Batı’nın insani dünyalara uzaklaştığını gösteriyor. Bu durum karşısın da biz Müslümanların İslami seçeneği, İslami modeli eksiksiz bir bütünlük içerisinde, kuşatıcılık içerisinde, etnik çoğulculukları, kültürel çoğulculukları içerecek şekilde insanlığın dikkatine sunabilecek düşünsel bir devrime cesaret etmemiz gerekiyor.

İktibas, Haziran 2011, sayı 390

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *