Umutsuz Nostaljiler

İslami tarihi yeniden başlatmak, bilinçli/bütüncül/kuşatıcı/nitelikli tercihler yaparak, nitelikli bir dönüşüm için bü­yük çabalar harcayarak, bugünü etkileyebilecek bir düşünce/kültür/bilgelik üreterek mümkün olabilir.

İslam toplumlarının günümüzde karşı karşıya bulun­duğu en hayati sorun, İslam-modernlik ilişkisi/karşılaşması/karşıtlığı ya da rekabeti sorunudur. Bu sorun İslam toplumlarında da, Batı toplumlarında da sürekli bir gerilim kaynağı durumun­dadır. Küreselleşme döneminde kültürler daha melez, daha hete­rojen hale geldi. Ancak, Doğu ve Batı söz konusu olduğunda kültürlerarası gerilimler hiç bitmiyor, öteki’lik sorunu çözümlenemediği için kültürlerarası iletişim sağlanamıyor. Kim olursa ol­sun ötekileştirilen herkes bir nesne gibi, bir eşya gibi, bir kurban gibi algılanıyor ve bir şekilde aşağılanıyor, öteki her durumda şüpheli muamelesi görüyor, bu nedenle hep engelleniyor.

Dünyanın, hayatın, tarihin, modern-seküler çerçeve­lerle tanımlanması, yapılandırılması; hayat tarzlarımızın sömürgeleştirilmesiyle sonuçlandı. İtiraf etmemiz gerekir ki, günümüz­de hayatımızı İslami değerlerden çok modernite değerleri şekil­lendiriyor. Sömürgeci bağımlılıklar hayatımızın bir parçası hali­ne geldi. Sömürgeci bağımlılıklardan rahatsız olduğumuzu iddia edemeyiz. Bu tür bağımlılıklar nedeniyle çok çelişkili varoluş­lar yaşıyoruz. Küreselleşme en yeni sömürgeleştirme biçimi ola­rak, İslâm toplumları üzerinde ideolojik/siyasal/kültürel dene­tim ve manipülasyonlarını sürdürüyor.

Avrupa merkezci bilgi yaklaşımını sorgulayarak, İs­lami bilgiyi yeniden üretemediğimiz/yapılandıramadığımız/evrensel geçerliliğini sağlayamadığımız için, modern-seküler hurafele­re maruz kalıyoruz. Modern toplumların anlık ilgiler, anlık tut­kular, anlık zevklerden oluşan bir tüketim ve eğlence toplumu olduğunu bilmek gerekiyor. Modern toplumsal sistemi yalnızca bireyselci kalabalıklar/sürüler oluşturuyor. Biz Müslümanlara dayatılan hayat tarzlarına, bilinçsiz/ruhsuz/aşksız/iradesiz varlık­lar haline getirildiğimiz için katlanıyoruz. Bilinçli algıları ve iradeleri olmayan, kendilerine ait özgür bir varoluşa sahip olmayan bireyler ve toplumlar akıntıya kapılıp sürüklenmekten kurtulamıyor.

Sekülerizm İslam dünyasına, sömürgecilik hareketle­riyle birlikte, sömürgeciliğin bir parçası olarak girdi, sekülerizm Hıristiyanlıkla ilgili, Hıristiyan toplumlarla, kültürler­le ilgili bir kavram. Sekülerizmin Avrupa Hıristiyan tarihi/kül­türü ve toplumu dışında değerlendirilmesi, uygulanması anlaşıla­bilir bir durum değildir. Modern-seküler ideolojiler, toprak te­melli sınırları aşıyor. İdeolojiler her hangi bir toprak parça­sını yönetmekten çok, zihinleri/düşünceleri yönetiyor. Bağımlı düşünsel/algısal yaklaşımlarla, yeni düşünce yapıları, bilgi sis­temleri oluşturulamıyor. Düşünen, bilen, bilinçli bir tercihe ve bağımsız bir iradeye sahip olan insanlar/toplumlar tarihe yön ve­rebiliyor. Edilgin/pasif/teslimiyetçi toplumlar/halklar ise, her durumda tarihe maruz kalıyor. Günümüzde, İslami cemaatler, Türki­ye örneğinde görülebileceği üzere, sessiz/tepkisiz kalarak, tes­limiyetçiliği seçerek, tarihte hiç bir kötülük, hiç bir zulüm, işgal, istila, katliam, sürgün, işkence cereyan etmiyormuş gibi davranıyor, bütün kötülüklere seyirci kalıyor, bütün kötülükleri unutuyor, unutturuyor.

İslami tarihi yeniden başlatmak, bilinçli/bütüncül/kuşatıcı/nitelikli tercihler yaparak, nitelikli bir dönüşüm için bü­yük çabalar harcayarak, bugünü etkileyebilecek bir düşünce/kültür/bilgelik üreterek mümkün olabilir. Güçlü bir bilinç olmadığı takdirde, gerçek bir değişim olamaz. Tarihin tahakkümünden her hangi bir eylemde bulunmaksızın kurtulamayız. Bu nedenle tarihi nasıl biçimlendirebileceğimize ilişkin yaklaşımlar üzerinde ça­lışmalıyız. Toplumların yenilenmesi, yeni kültürel biçim ve içerik­lerle mümkün olabilir. Yeni kültürel biçim ve içerikler, yerel kültürel sınırları aşmamız için de çok gereklidir.

Etnik rekabetlerin, mezhep rekabetlerinin, çatışmalarının gerilimlerinin yaşandığı, sürdürülebildiği, kışkırtılabildiği bir dünyada/dönemde, İslamın yeniden tarihe dönüşünü beklemek umutsuz bir nostalji içerisinde olmak demektir. Kültürel yerelliklerle, mezhepçi yerelliklerle, dini yerelliklerle İslami bir tarih başlatılamaz. Müslümanlar olarak bugün karşı karşıya bulunduğumuz ağır sorunları hep emperyalist küreselleşmeye bağlamak çok yanıltıcı sonuçlar verebilir. Sorunlarımızın temelinde halen içerisinde yaşamakta bulunduğumuz etnik bencillikler/bağnazlık­lar, mezhep bencillikleri/bağnazlıkları, bilinçsizlikler, bilinç parçalanmaları, teslimiyetçilikler, muhafazakârlıklar, sağcılık­lar gibi çok derin yapısal konular var.

Modernite kendi bağlamında göreceli bir bütünlük sağladı, ancak, İslami bünye paramparça. Tarihi yeniden başlatabilmek için yeni bir tarih ve insanlık bilinci gerekir. Yeni bir tarihi başlatabilmek için çığır açan bir dile, çığır açan bir bilince, ah­laka ve bilgeliğe ihtiyacımız var. Gerçek dünyada yankısı ve et­kisi olabilecek, gerçek dünyada karşılık bulabilecek çözümlemeler yapabilecek niteliklere ihtiyacımız var. Modern tarih, ulus-devlet’le, seküler dünya görüşüyle, bilimsel rasyonalizmle, sık sık büyük bunalımlarla karşılaşsa da belirleyiciliğini sürdürüyor. İran, modern-seküler tarihe alternatif olarak ortaya çıktığı için çok yönlü bir kuşatma altında tutuluyor. İran örneğinde yaşandı­ğı üzere, dünyanın moderniteden farklı olarak kavramsallaştırılması, modern-seküler dünyayı tedirgin ediyor. Modern-rasyonalist dünya İran’ı anlamakta zorluk çekiyor. Tarihçiler, sosyologlar 30 yıldır İran’ı tartışıyor, İran ile ilgili gelişmeleri tanımlayabilmek için uygun kalıplar bulmakta zorlanıyor. Seküler akıl tarihin en büyük halk hareketini çözümleyemediği için İslam Devrimini akıl almaz bir devrim olarak tavsif ediyor. Modern batı dünyası İran’ı tek ve en büyük meydan okuma olarak görüyor. Bu nedenle İran’a ilişkin olarak sürekli önyargı üretiliyor. Muhteris, bencil, kibirli, küstah bir güç anlayışı İran ve İslam söz konusu olduğunda bütünüyle askerileştirilmiş bir dış politika uygulamasını hayata geçiriyor. Bu arada, İran’ın, İslam devrimiyle birlikte gerçekleştirdiği İslami kavramsallaştırmayı, Şiilikle sınırlandırmaması, evrensel bir İslami inşa için bütün farklılıkları içerecek Ümmet anlayışını esas alan bir yaklaşımı benimsemesi gerektiğini de belirtmek gerekiyor.

Nostaljik bağlılıklarımız sebebiyle değişen dünyayı an­lamakta zorlanıyoruz. Küreselleşme yeni bir ideoloji biçiminde dünyayı etkilemeye çalışıyor. Günümüz dünyası yeni bir güç deği­şimi dönemine giriyor. 19uncu yüzyılla birlikte başlayan Amerika’nın yükselişi, yerini Amerikan sonrası bir dünyaya bırakıyor. Amerika her alanda çekiciliğini yitiriyor. Afganistan’da, Pakistan’da, Irak’ta, Filistin’de Amerikan aklının nihai anlamda bir sefalet yaşadığını görebiliyoruz. Amerikan aklı sürekli olarak sorun üretiyor. Amerika’nın tahakküm ve sömürüye dayalı dünya görüşünde temelde hiç bir değişiklik yok. Amerika’da değişen Başkanlarla birlikte yalnızca üslup değişiklikleri oluyor.

Kimi zaman çok kaba ve çok saldırgan olan Amerika’nın politik üslubu, kimi zaman daha yumuşak bir tarzda ifade­sini buluyor. Duygusallıklara geçit vermeyen katı gerçekliklerin dünyasında yaşıyoruz. Bugünün tarihinin nabzını gereği gibi tutamadığımız için, olaylar tarafından sürük­leniyoruz. Sürüklenme durumu bilinçsiz bir hayat tarzı içe­risinde bulunduğumuzu gösterir. Bugünün tarihi karşısında edilgen ve soyut varoluşlar sergiliyoruz. Tarihin tahakkü­münü kabul ederek, tarihin tahakkümünü “hoşgörü” ile karşı­layarak sistemin içerisinde kalan, sistemle bütünleşen, sisteme yönelik hiç bir muhalefet sergilemeyen, bir mumya gibi tahnit edilmiş cemaatler, masal ve menkıbelerle hipnotize edilen cemaatler, toplumu İslami anlamda değiştirmek, dönüştürmek üzere bir nitelik ortaya koyamıyor.

Karşılıklı bağımlılığı somut bir gerçekliğe dönüş­türen, bütün halkları daha çok ilişki ve iletişim içerisine sokan bir süreçte yaşıyor olmamıza rağmen, Müslümanlar arası ilişki ve etkileşim hiç bir biçimde yeterli değil, müslüman­lar olarak, bugünün dünyasına yönelik kapsamlı bir kültürel, ekonomik, siyasal programımız yok. Komünizmin ya da kapitalizmin, daha çok kendi iç sorunları sebebiyle çöküşlerinden mutluluk duyuyoruz, ancak bu sistemlerin yerine geçecek, evrensel geçerliliği olan, tarih yapma gücü ve iradesi olan, insanlığın kolektif aklına ve vicdanına hitap etme yeteneğine sahip bir sistem üretme yolunda herhangi bir çabamız yok. Müslümanlar olarak, tarih üzerinde, dünya üzerinde, siyaset üzerinde her hangi bir iddiamız yokmuş gibi davranıyoruz. Tarihsel sorunlarla ilgilenmeyen, dünya sorunlarıyla ilgi­lenmeyen, gerçek sorunlarla ilgilenmeyen bir din algısı kit­leleri daha çok etkiliyor. İslam’ı, içerisinde yaşamakta bulun­duğumuz bugünle ilgisiz bir din haline getirme çabalarının sonuç verdiği görülüyor. Siyasal sömürgecilikten kurtulmuş, ancak, zihinsel-entelektüel sömürge durumunu koruyan İslam toplumları, kapsamlı bir din algısı yerine, kısmi bir din algısı ile oyalanabiliyor. Bizlerden, dünya görüşü olmayan, dünyaya, yönelik talepleri olmayan, bir hayat ve siyaset tar­zı önermeyen bir din’i temsil etmemiz isteniyor. İslami bi­lincin siyasal uyanışı, modern-seküler-kapitalist sistemi ne kadar rahatsız ediyorsa; sağcı-muhafazakar-gelenekçi mistik, yerelci unsurları da bir o kadar rahatsız ediyor. İslami bilincin siyasal uyanışından çok rahatsız olan sağ­cı, muhafazakar, gelenekçi, görenekçi, mistik, yerelci un­surlar; hiç bir tevhidi hassasiyete sahip olmadıkları için, tevhidi varoluş biçimiyle bağdaşmayan uzlaşmalar sergiliyor. Bu durum İslami inançlarımızın/değerlerimizin/ilkelerimizin görecelileştirilmesi ve sınırlı bir alanda yaşanılır hale gelmesi sonucunu doğuruyor. İslami değer sisteminin şekilleri ideolojik sınırlar içerisine alınmasıyla birlikte, her duru­ma intibakla güçlük çekmeyen İslami cemaatler, seküler eğitim anlayışı ile uyum içerisinde eğitim faaliyetleri gerçekleşti­riyor. İslami bilincin siyasal uyanışını İslami bütünlüğün vazgeçilemez bir parçası olarak düşünen Müslümanlar bir yanda Avro-Amerikan merkezli kültürel unsurlar tarafından, bir diğer yanda da, sağcı-muhafazakar eğilimler, her tür uzlaşıyı kurum­sallaştıran akımlar tarafından marjinalleştirilmeye çalışılı­yor. Kişisel-özel alanla sınırlandırılan bir din yaklaşımı, kuşkusuz toplumsal/siyasal iddialarda bulunamıyor. Seküler dünya görüşü, seküler önyargılar, İslami hayat tarzını, İsla­mi siyaset tarzını anlamaya elverişli değil. Bu elverişsizlik sebebiyle İslami siyasal yönelişler fanatizm/fundamentalizm şeklinde yorumlanıyor.

Aydınlanma ideolojisi din’i bir hayat/siyaset tarzı olarak değil, özel hayatla sınırlı inançlar olarak dayatırken, sekülerizmi ilerlemeyle, din’i statükoculuk/muhafazakarlıkla eşitlemeye çalışıyor, üzülerek belirtmek ve itiraf etmek gere­kir ki; İslami direniş mücadeleleri/hareketleri dışında, İslam toplumlarında dini hayat statükoculukla/muhafazakarlıkla ve maalesef sağcılıkla bütünleşmiş durumdadır. Toplumlarımızda bilinçsiz, emelsiz/geleneksel/mistik/efsanevi/masalsı kimi anlamlar/etkinlikler takdir edilir, yüceltilirken; bilinçli/ köklü/radikal anlamlar/etkinlikler tahkir edilmekte, damgalan­makta ve engellenebilmektedir. Bilinçsiz geleneksel anlamlar Müslümanları sıradanlaştırıyor, yığınlaştırıyor, birörnekleştiriyor. İslami cemaatler homojenleştirici ve birörnekleştirici topluluklar olarak mensuplarının yeteneklerini kısıtlı­yor. Bu tür topluluklarda sözünü ettiğimiz kısıtlamalar nede­niyle bireysel bilinç temayüz etmiyor, düşünsel, kültürel üretkenlik sağlanamıyor. Bir diğer yanda, moda’lara, lükse markaya ve başarıya bağımlılık da insanları düşünemez, akledemez, muhakeme edemez bir noktaya getiriyor. Hayatımızın bü­tün yönleri bir şekilde makineleşiyor. Hayatımızın bütün yön­lerinin makineleşmesi, bütün derinliklerden uzaklaştığımız an­lamı taşır. Kitap her geçen gün hayatımızdan uzaklaşıyor. Dijital teknoloji kitap dünyasını kuşatıyor. Elektronik kitaplar, dijital ortam, sanal kütüphane, kitapla olan derin/sahici/varoluşsal dostluğumuzu tehdit ediyor. Toplumların pazarlaştırılması, toplumsal duyarsızlıklara yol açıyor. Hayat­larımız doğallıklarını yitiriyor, plastik hayatlar yaşamaya başlıyoruz. Hayatımıza kılavuzluk etmesi gereken ilkeler haya­tımızdan uzaklaşıyor, insanlar tercihlerini akıllarını kullana­rak değil, propagandanın etkisi altında kalarak yapıyor. Yeri gelmişken söylemek gerekir ki, insanlar, İslami cemaat tercihlerini de yoğun propaganda faaliyetlerinin etkisi altında kala­rak yapıyor. Menkıbe üretimini bir endüstri­ye dönüştüren cemaatler sayılarını hızla çoğaltıyor. Elektronik iletişim ortamı, yüz yüze ilişkileri, sahici ilişkileri, samimi ilişkileri yok etti. Tek tip düşüncenin, yorum ve yaklaşımın egemen olduğu toplumlarda, cemaatlerde, düşünsel/entelektüel sorgulamalar yapılamıyor, yeni ufuklar keşfedilemiyor. Tek tip düşüncenin tekrarı düşünsel çürümelere yol açıyor. Yenilikler­le, üretkenlikle, değişimle ilgilenmeyen muhafazakar/sağcı toplumlarda kültürel hareketlilik ve  çeşitlilik sağlanamı­yor. Her muhafazakarlık ve sağcılık kültürel kuraklığa, çölleş­meye, yoksullaşmaya neden oluyor. Ahlak ve kültür statükoların bir parçası haline geldiğinde, statükolara hizmet ettiğinde ahlak ve kültür olmaktan çıkıyor, taşlaşmış alışkanlıklara dö­nüşüyor. Taşlaşmış alışkanlıklardan kurtulabilmek için inançla­rımızı, düşüncelerimizi, aktif bir şekilde yeniden gözden/gö­nülden geçirerek biçimlendirmeli, evrensel geçerliliği ve kullanılabilirliği olan yeni bir dil/tarz oluşturmalıyız. Dikkatimizi ve yeteneklerimizi, bugünün ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir biçimde üretkenlik üzerinde yoğunlaştırmalıyız, ötekileştirilenlerin kültürel seslerine açık olmalıyız. Müslü­manlar olarak bugünün dünyasında “öteki” olarak konumlandırıldığımızı asla unutmamalıyız. İçerisinde bulunduğumuz dönemde Türkiye’de resmi tarih, resmi ideoloji sorgulanabilir, tartışılabilir, dokunulabilir hale geldi.

Buradan hareketle Türkiye, Kürt açılımı gibi, Alevi açılımı gi­bi, Ermeni açılımı gibi gerçekleştirilmesi zorunlu açılımlar üzerinde çalışırken, Müslümanlara yönelik sistematik ve ideolojik apartheid ısrarla sürdürülüyor. Sözünü ettiğimiz sistema­tik apartheid İslam’ı aşağılıyor, Müslümanlara şüpheli muamelesi uyguluyor, ötekileştirilen herkes bir biçimde engelleniyor. İşlevini, anlamını, etkisini yitirmiş, yalnızca kalabalıklara hitap eden, kalabalıkları gözeten, statükocu/sağcı dilin, yak­laşımın baskısından özgürleşmediğimiz takdirde, insanlık ölçe­ğinde etki uyandırabilecek, tarihsel dönüşümlere yol açabilecek, entelektüel bir devrim yaşayamayız. Korkunç bir ayrıntı kalaba­lığına dönüştürülmüş bir dini söylem ve hayat, içerisinde yaşa­dığımız çağ’la, tarihle hesaplaşabilecek bir entelektüel bilinç ve duyarlık oluşturamaz. Küresel etkiler karşısında, yerel çer­çevelerin, yaklaşımların direnmesi beklenemez. Bütün bir yeryü­zünü, bütün bir insanlığı bir bütünlük içerisinde ilgi alanı içerisine alabilecek bir düşünce hareketine ihtiyacımız var. Zaman’a karşı ilgisiz, kayıtsız, zaman dışı bir dil ve söylemle zamanımız üzerinde bir etki uyandırılamaz. İçerisinde yaşadığı­mız dünyanın, dönemin, tarihin gerçekliklerini bir bütünlük içe­risinde anlayabilmek için, zamanın içerisinde yaşayan bir di­limiz, söylemimiz, sanat ve edebiyatımız olmalıdır. Zamanın içe­risinde etkili olabilmek için İslam düşüncesinin/kültürünün/ir­fanının yeniden üretilerek çoğaltılması, yeni kültürel biçimler üretilmesi gerekir. Zihinsel anlamda bir sömürge konumunda bulu­nan bireyler ve toplumlar, yeni kültürel biçimler geliştiremezler. Bütün bağımlılıkların temelinde zihinsel bağımlılıkların bulunduğunu hatırlamak gerekir. Bu tür zihinsel bağımlılıklar sebebiyle günümüzde, dünyayı/tarihi İslami tanımlarla kavramak yerine, modern-seküler çerçevelerle kavramaya mahkûm ediliyoruz. Bilgimizi, bilincimizi, çabalarımızı, gereği kadar çoğaltamadığımız için, bağımsızlığımızı da çoğaltamıyoruz. Modern-seküler çerçeveler, Müslümanları ötekileştirmek üzere her tür baskıya başvurabiliyor. Müslümanlara yönelik olunca her tür faşizm meşrulaştırılabiliyor. Her tür ideolojik ve ırkçı hezeyan, Müslümanlara yönelik olunca, müsamaha ile karşılanabiliyor.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *