İslâm’da Dâr Kavramı

İslâm’da Dâr Kavramı

En dar anlamda ‘Dâr’da da toprak, insan ve otorite unsuru mevcut bulunmaktadır. Bunu daha kalabalık toplumlar için düşündüğümüzde, meselâ bir kabile hayatına uyarladığımızda da karşımıza yine bir ’Dâr’ çıkmaktadır.

Ercümend Özkan

Arabçada ‘Dâr’ en küçültülmüş manasıyla ev anlamındadır. İnsanın ailesi ile oturduğu yer. Bunu aile büyüdükçe ve bu büyüklükle mütenâsib olarak genişletirsek malikhâne, oba, kabilenin birlikte yerleşip yaşadığı, çadırların tümünün ve otlakların kapladığı alan, diğer bir tabir ile yurt manasına gelecek şekilde genişlediği görülmektedir. Ana yurt, yavru vatan gibi tabirler de arabça ‘Dâr’ın kelime anlamının türettiği tabirlerdir. 

En küçük birimi ile birlikte yaşanılan hayatın parçası olan ailenin oturduğu, iskân ettiği yere dâr denilmektedir. Bu barınılan yer anlamındaki, yani maddi anlamdaki ‘dâr’, içinde ister istemez manevi bir anlamı da taşımaktadır. Bir aile içinde bile o ailenin üzerinde bulunduğu (başlarını soktuğu) toprak parçası, aile fertleri arasında geçerliği bulunan asgari anlamda da olsa bir düzen (hükümler) ve aile reisinin sahibi bulunduğu bir otorite mevcuttur. 

Kelimenin ilk teşekkülünün delâlet ettiği anlamdan hareket edilse bile yine varılan yer, ıstılahta kazandığı anlam olmaktadır. Zira en dar anlamda ‘Dâr’da da toprak, insan ve otorite unsuru mevcut bulunmaktadır. Bunu daha kalabalık toplumlar için düşündüğümüzde, meselâ bir kabile hayatına uyarladığımızda da karşımıza yine bir ‘Dâr’ çıkmaktadır. Kabilenin üzerinde yaşadığı, hayvanlarını otlattığı geçici olarak da olsa ekib-biçtiği toprak unsuru vardır. Buna ek olarak üzerinde yaşayan insanlarıyla ‘kabile’ nüfusunun bulunduğu görülmektedir. Buna inzimamen de bu kabilenin bir reisi(otoriteyi temsil eden kişisi)’nin bulunduğu hemen görülüverecektir.

Birlikte yaşamı ne kadar küçültürseniz küçültünüz veya ne kadar genişletip büyütürseniz büyütünüz göreceksiniz ki bir toprak unsuru, bir insan (nüfus) unsuru ve yine bir otorite unsuru karşınıza çıkacaktır. 

Birlikte yaşamın en büyük birimine ‘Devlet’ denilmektedir. Devlet denildiğinde de yine yukarıda belirttiğimiz üç unsur karşımıza çıkacaktır: Toprak (Ülke), İnsan (Halk) ve Otorite (Belirli bir dünya görüşü ile hükmeden otorite). Devlet, arazisinin büyüklüğü veya küçüklüğü, nüfusunun azlığı veya çokluğu, otoritenin üzerine bina edildiği ideolojinin doğruluğu veya eğriliği söz konusu olmadan müşahhas anlamda bir varlıktır. Bugünkü devlet olma ölçüleriyle tarihteki devlet olma ölçüleri birbirinden pek farklı görünmüyor. Zira nasıl Kuveyt, İsviçre hattâ Monako bugünkü ölçülerde devlet ise, ayrı kimlikleri, kişilikleri varsa, Resulullah (s.a.)’ın Medine’de teşekkül ettirdiği ve arazisi ile, nüfusu ile bugünkü ölçülerden küçük varlık da bir devlet idi. Şehir boyutunda bulunduğu için ‘Site Devlet’ tâbiri de kullansanız yine devlet idi. 

Yani öyle görünüyor ki devlet ‘Dâr’dan doğmuştur. Devletin anası ‘Dâr’dır. Sonradan da bu çekirdek terim ‘Dâr’, devletin keyfiyetini belirleyici bir sıfatı kendi başına alarak bir keyfiyet ifadesi olarak literatürümüze girmiştir ve Dârü’l-İslâm, Dârü’l-Küfr, Dârü’l-Harb, Dârü’l-Ridde, Dârü’s-Sulh ve ilââhir gibi..

Sıfat, ‘Dâr’a keyfiyet kazandırmakta, kişilik vermekte ve kişiliği ile tanınmasına neden olmaktadır. Dâr ile birlikte ve bir tamlama olarak kullanıldığında ‘İslâm’, ‘Küfr’, ‘Harb’, ‘Ridde’, ‘Sulh’ kelimeleri Dâr’ın vasfını belirlemekte, ne türden bir ‘Dâr’ olduğuna işaret etmektedir. 

Bir kelime ile ifade edilen sıfat belirleyici de, ‘Dâr’ı oluşturan unsurlardan ilk ikisi yani Ülke ve İnsan (Halk) değil, otoritenin temsil ettiği rejimdir. Devlete keyfiyet kazandıran anlam, o devletin temsil ettiği ideolojiden kaynaklanmaktadır. Kapitalist-Demokratik-Lâik-Sosyalist-Komünist ve İslâm sıfatı ve bu sıfatlardan biri ile anılan devletin temsil ettiği ideoloji ile anılma mutlaka anılan kelimenin işaret ettiği ideolojiye işaret etmekte ve onu açıklığa kavuşturmaktadır. Her ne kadar bir devletin şu veya bu isimle anılması mutlaka o anılan kelimenin işaret ettiği ideolojiyi temsil ettiği anlamına gelmez ise ve vasfın özelliğini taşıyor olmasına ihtiyaç duyurursa da devletler yine de bir isimle isimlendirilegelmişlerdir. 

Dâr’a asıl özelliğini kazandıran onun sıfatını teşkil eden temsil ettiği ideolojidir. Sıfat kazandırmayıcı fakat mutlaka bulunması gereken diğer iki ana unsur ise Ülke ve Halk unsurudur. Bunlardan yalnız biri veya ikisi yalnız başlarına veya birlikte de bulunsalar ‘Dâr’ı yani devleti oluşturamazlar. 

Bir devletin anayasasında o devletin şu veya bu tür bir ideolojinin devleti olduğu ibaresinin bulunması da o devlete anayasasında yazılı bulunan anlamı (keyfiyet) kazandırmaz. Bu o demektir ki bir devletin ne tür bir devlet olduğunu belirlemeye yalnızca anayasasında yazılı ibareler kâfi gelmemektedir. 

Bu genel açıklamadan sonra İslâm literatüründe ‘Dâr’ın teşekkülü üzerinde duralım. Peygambere vahy gelmeden önce Peygamber (s.a.)’in de, bilahare Ona inananların da üzerinde yaşadıkları Mekke bir ‘Dâr’ yani yurt idi. Ve orada yaşayanların müşterek yurdu, dârı idi. Topluma hâkim olan düzen ise şirk üzerine kurulu tâgûtî bir düzendi. Bir diğer tabir ile ‘Dârü’ş-Şirk idi Mekke. Şirk’in hakimiyeti sürdüğü sürece —Mekke’nin fethine kadar— de Dârü’ş-Şirk, bu anlamı da içine alacak ifadesiyle Dârü’l-Küfr olarak kaldı. 

Şirk, İslâm’da küfrün kapsamında bulunan bir terimdir. Eş değerde kullanılmasına rağmen her küfr şirk olmamasına karşın, her türlü şirk küfürdür. Bu münasebetle Fethe kadar Mekke için Dârü’l-Küfr denilmesi, taşıdığı ve yukarıda belirtilen özelliğe binaen gerekmektedir. Zira İslâm ile hükmedilmeyen her yer ‘Dârü’l-Küfr’dür. Mekke, Dârü’l-Küfr vasfını korumakla beraber Bedir Harbi’nden Hudeybiye’de sulh yapılana kadar ‘Dârü’l-Harb’ haline dönüşmüş, Hudeybiye Sulh Anlaşması ile ‘Dârü’s-Sulh’ haline gelmiş, anlaşma şartları dahilinde Emân hükümleri işlemeye başlamış ve fakat Mekkelilerin tek taraflı olarak bu anlaşmayı bozmalarına kadar da böyle kalmıştı. Ne var ki sulhün tek taraflı olarak kendilerince bozulması ve yenilemek için Ebû Süfyân’ın Medine’ye kadar gelişi ve yenileme imkânı da bulamamasından itibaren Mekke tekrar Dârü’l-Küfr (burada sulhün sona erdiği manada Dârü’l-Harb de kullanılabilir) haline gelmişti. Mekke’nin fethedilerek Dârü’l-İslâm’a katıldığı (İslâm hâkimiyetinin orada da hüküm sürmeye başladığı) yıla kadar da Dârü’l-Küfr olarak kaldı. Mekke ilk defa Fetihle Dârü’l-İslâm vasfı kazandı. 

Burada şuna önemle işaret etmek ve dikkatleri çekmek istiyoruz. Dünya Dârü’l-İslâm var olmadan yalnızca Dârü’l-Küfür’dür. Dârü’l-İslâm’ın varlığından itibaren aşağıda değineceğimiz başka ‘Dâr’ kavramları gündeme gelmektedir. Burada şöyle bir ifade kullanmak fazla olmamak gerekir: Dârü’l-Küfr’ün varlığı Dârü’l-İslâm’ın varlığına ihtiyaç göstermemektedir. Yani Dârü’l-İslâm bulunmasa da Dârü’l-Küfr vardır. Zira Dârü’l-Küfr; İslâm hakimiyeti bulunmayan Dâr’dır. Dârü’l-İslâm ise aşağıda daha geniş bir tarifle vereceğimiz gibi İslâm hükümleriyle hükmedilen Dâr’dır. Pratikte bu şu anlama gelmektedir ki dünya Dârü’l-İslâm’ın bulunmaması halinde yalnızca Dârü’l-Küfr iken, Dârü’l-İslâm’ın bulunmasıyla kaçınılmaz olarak Dârü’l-İslâm ve Dârü’l-Küfr olarak ikiye ayrılmaktadır. 

Dârü’l-İslâm, üzerinde bulunduğu Hakk’ı, İslâm oluşunun kaçınılmaz sonucu olarak bu Hakk’ın bulunmadığı yerlere taşımakla yükümlüdür. Bu Hakk İslâm’dır. Tevhid akidesidir ve bu bütünün açıklaması olarak da Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesidir. Durum bu olunca Dârü’l-Küfr, kendisine İslâm’ın taşınılacağı Dâr’ların tümüdür bir diğer ifade ile. Bu taşıma işinin metodu Tebliğ’dir. Yani Dârü’l-İslâm, Dârü’l-Küfr’e İslâm’ı tebliğ edecektir. Söz ile, amel ile açıklayacaktır, anlaşılır şekilde İslâm’ı. Dârü’l-Küfr’deki otorite buna müsaade eder ya da etmez. İslâm’ın tebliğine müsaade edilmesi, mani olunmaması halinde sorun yoktur. Lâkin müsaade edilmemesi, izin verilmemesi halinde yani Tebliğe mani olunması halinde sorun ortaya çıkmaktadır. Dârü’l-İslâm Tebliğ mükellefiyetini yerine getirmek, İslâm’ı bütün insanlara açıklamak zorundadır. Fakat genelde de Dârü’l-Küfr buna müsaade etmemektedir. Bu takdirde Dârü’l-İslâm’ın önüne bir problem çıkmaktadır. Bu problem ise İslâm ile insanlar arasına konulan manianın kaldırılması’dır. Bu maniayı kaldırma Dârû’l-İslâm’a ait bir mükellefiyettir. 

İşte bu mükellefiyeti yerine getirme zorunda bulunan Dârü’l-İslâm manianın kaldırılması için çalışacaktır. Cihad, lügat olarak, çalışmanın azami gayret gösterilerek yapılanına verilen isimdir. Darü’l-İslâm’a düşen Tebliğ’i gerçekleştirmek için Cihad etmektir. Cihad etmek, yani azami gayret göstermek İslâm gerçeği ile insanlar arasına konulan manianın kaldırılması için çalışmak demektir. Maniayı (engeli) koyan, pratikte Darü’l-Küfr’deki otorite olduğu için gösterilecek azamî gayret (cihad) insanlar ile İslâm arasına gerilen bu otoriteyi insanlar ile İslâm arasında mani olmaktan çıkarma gayreti olacaktır. Bu gayret ise pratikte hemen hemen hep savaş şeklinde tezahür etmektedir. Nihâî olarak bu savaşın cihad olarak nitelendirilmesi bu mantalitenin sonucudur. 

Müslümana ve onun otoritesine (devletine) İslâm’ı tebliğ farzdır. Tebliğ İslâm olmanın ihmal edilemez bir gereğidir. Tebliğ yapmak İslâm olmanın, diğer unsurlar gibi bir ‘olmazsa olmaz’ unsurudur. Tebliğ ise anlaşılır şekilde İslâm bütününü söyleyerek ve yaşayarak açıklamadır. Az da olsa bazılarının sandığı gibi İslâm’ı kabul ettirme ve bu kabul için zor (ikrah) kullanma değildir. İslâm’ı kabul ettirme ve etmenin içinde zora yer yoktur. Bildirme, açıklama başkadır, kabul ettirme ve etme başkadır. Kendisine güzel bir dil ile ve anlaşılır şekilde İslâm’ın anlatıldığı kişi (İslâm olmayan kişi veya toplum) İslâm’ı kabul etmesi için zorlanamaz. Kullanılacak zorun sonucu olarak ortaya çıkacak durum, bu zor olmasa nasıl değerlendirilir ise öyle değerlendirilir ve zor kullanan hesaba çekilir. Zira mükellefiyetinin dışına çıkmış, haddi aşmıştır ve hesabını vermek durumundadır. Kendisine zor kullanılarak bir sonuç ihtihsal olunan ise bu zorun kendi üzerine vaki olmadan önceki hali üzere muamele olunur. 

Biz şimdi Dârü’l-İslâm’ı tarif edelim ve bize göre üç ana unsurunu belirtelim: Dârü’l-İslâm; genel olarak Allah’ın hükümleriyle hükmedildiği Dâr=Ülke demektir. Böyle bir Dâr’ın Dârü’l-İslâm olması için: 

1. Ülke sınırları içinde geçerliği bulunan kanunların, Kur’an ve onun en geçerli uygulaması olan Resulullah (s.a.)’ın sünnetinden istinbât olunması gerekmektedir. 

2. Dârü’l-İslâm denilen ülkenin diğer Dâr’larla (Ülkeler-Devletler) ilişkisinin yine İslâm’ın Dış İlişkiler esasına göre yürütülmesi gerekir. Ki bu esas ‘İ’lâ-yı Kelimetullah’tır. Allah’ın isminin yüceltilmesi, O’nun gönderdiği dinin üstünlüğünün anlaşılmasının sağlanmasıyla mümkündür. 

3. Dârü’l-İslâm denilebilecek Dâr’da otorite yalnızca Müslümanlara dayanmalıdır, Müslümanlardan başkasına değil. 

Her üç maddede görülen ana özellik, İslâm’ın ana özelliğidir. Gerçekten bir ülkede yürürlükte bulunan bilcümle kanunlar Kitab ve Sünnet’ten istinbât olunmalıdır ki orada Allah’ın hükümleriyle hükmolunması mümkün olsun. Yine bu ülke başka ülkelerle ilişkilerini Allah’ın hükümlerinin üstünlüğünü gerçekleştirmeyi amaçlayarak düzene koymalı ve bu amacı hiç kaybetmemelidir ki İslâm’ı bütün cihana yayma, tanıtma, tebliğ etmesi gerçekleşebilsin. Ve bütün bunlar için de bu ülkede İktidar yalnızca Müslümanlara dayanmalıdır. Bir yabancı güce dayanması halinde bu ülkenin Dârü’l-İslâm’lık vasfı hemencecik zâil olur. Zira Küfr İslâm’ın zıddıdır ve bir şeyin zıddı o şeyin bekasına müsaade etmez. 

Medine’de Resulullah (s.a.)’ın kurduğu ilk İslâm Devleti gibi Mekke’ye gelen ve uygulamada üçüncü, tarihlerde ise ikinci olarak nitelenen Akabe Biâtı ile gücünü Medineli ve Mekkeli (sonradan muhacir olarak anılacaklardır) müslümanlara dayamıştı. Bu kuvveti ile Medine’de İktidar olmuş ve gerek yahudi kabileleriyle, gerek az da olsa hıristiyan arablarla ve yine birkaç küçük müşrik arab kabilesiyle olan anlaşmalarını bu güçle gerçekleştirmiştir. Yine bu güce dayanarak Medine’de İslâm hükümleriyle hükmetmiş ve bu güçle başkalarına İslâm’ı taşımıştır. 47 maddelik(1) İlk İslâm Anayasası diye anılan bu metnin ilk maddesinde «Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için tanzim edilmiştir» denilmektedir. Bu ifadeden de açıkça anlaşıldığı gibi böyle bir anlaşma yapabilmek için bir İktidar sahibi bulunmak gerekmektedir. Bu güce sahib olmadan bir anlaşma yapabilmek, bir anlaşmanın tarafı olarak kabul görmek mümkün değildir. İşte bu İktidar’ı Peygamber’e Kureyşli ve Yesribli Müslümanlar sağlamışlardır. İktidar Anlaşması (Devletin teşekkülü) ise Mekke’de Akabe adı ile anılan mahalde ve (Kureyş ve Medinelilerin müşriklerinden) gizlice yapılmıştı. Biz bu Biât’a İslâm Devleti’nin, hükümlerini uygulayacağı toprakların dışında gerçekleşmesi diyebiliriz. 

Önemle üzerinde durmak istediğimiz husus şudur ki; Dârü’l-Küfr’ün varlığı Dârü’l-İslâm’ın varlığına ihtiyaç göstermezken, diğer Dâr’ların varlığı mutlaka Dârü’l-İslâm’ın varlığıyla var olabilirler. Zira nisbetleri Dârü’l-İslâm’a göredir. 

Yine vurgulamak gereği duyuyoruz ki her Dârü’l-Harb Dâ-rü’l-Küfr olduğu halde, her Dârü’l-Küfr, Dârü’l-Harb değildir. 

Değişik kıstaslar kullanarak bazı müctehidler başka tarifler veriyor olmalarına rağmen biz bunlardan daha geçerli olduğuna inandığımız tarifler üzerinde durmak istiyoruz. Örneğin İmam Şafiî’ye göre, var olduğundan itibaren bir lahza da olsa üzerinde İslâm’ın hükümleri ile hükmedilen bir arz parçası Dârü’l-İslâm’dır. Bu ölçüye göre bugün İspanya Dârü’l-İslâm sayılmaktadır. Zira bir zamanlar üzerinde İslâm hükümleri ile hükmolunmuştur. Bugün İslâm’dan eser bulunmasa da Şafiî’ye göre İspanya Dârü’l-İslâm’dır. 

Biz ise üzerindeki halk Müslüman olsa bile, hattâ zahiren İslâm hükümleriyle hükmolunsa bile o arz parçasının Dârü’l-İslâm olabilmesi, sayılabilmesi için başka şartlar arıyoruz: Bütün hükümlerin İslâmi hükümler olması, başka devletlerle ilişkilerinde mutlaka İ’lâ-yı Kelimetullah’ı amaç edinmesi ve orada iktidarın yalnızca Müslümanlara dayanması şartlarını arıyoruz ki bu şartların her biri diğerinden ayrılamaz, ayrı mütâlea olunamaz şartlardır. Bu şartlar ancak Tevhid akidesine bütün olarak bağlılıkla doğar. Bugün bazı halkı Müslüman ülkelerde zahirde İslâmî hükümlerle hükmolunduğunu gördüğümüz halde bu ülkelere Dârü’l-İslâm diyebilmek için başka şartların bulunmadığını da görüyoruz. Örneğin bir ABD Devlet Başkanı bu ülkelerden en çok petrol üreteni için «Suudi Arabistan’da iktidarı yıktırmayacağız, biz koruyacağız» demektedir. Gerçekten bu ve benzeri ülkelerde iktidarlar (otorite) esasta yabancı güçlere dayanmaktadır. Körfez şeyhliklerinin her biri, Ürdün, bir başka anlamda Mısır ve Sudan ve Suriye’de ve açıkça görüldüğü üzere hele Irak’ta iktidarlar yabancı güçlere dayanmaktadır. Bu iktidarları koruyan yabancı güçler ellerini çektikleri anda bu ülkelerde mevcut iktidarlar hemen yıkılıvereceklerdir. 

Fas ve Tunus da yukarıdaki benzerleri gibidir. Endonezya, Brunei ve Malezya’daki iktidarlar da aynı durumdadırlar. İktidarlar sıraladığımız bu ülkelerde daha çok yabancı güçlere dayanmaktadırlar. 

Bu arada halkı Müslüman bazı ülkelerde iktidarların yabancılardan çok yerli halka dayandığını belirtmeden de geçmek istemiyoruz. Bunun açık göstergesi olarak da seçimlerde kullanılan oyların çokluğu ülke nüfusunun oy sahibi nisbetinin hemen % 90’ı civarındadır. Bu oylar şu veya bu partiye verilseler de sonuçta mevcut düzene verilmektedir. Bu da o anlama gelmektedir ki; o ülkede şu veya bu partinin oy çokluğu sağlayarak iktidara gelişi, yani iktidarın dayanağı halk oyu olmaktadır. 

Biz konumuzun aslına dönerek bu asla bağlı füru’dan bahsetmeyi daha başka yazılarımıza bırakalım. Evet yukarıda Dârü’l-Küfr’ün ve Dârü’l-İslâm’ın tariflerini vermiş idik. Varlığı Dârü’l-İslâm’ın varlığı ile mümkün olan Dârü’l-Harb’e gelince; Dârü’l-İslâm’ın kendisi ile İ’lâ-yı Kelimetullah için fiilen harb ettiği Dâr’a denir demiştik. Harb Hukukunun işlemeye başlaması ancak kendisi ile İ’lâ-yı Kelimetullah için harbeden bir Dârü’l-İslâm’ın varlığına bağlıdır. Zira Harb Hukukunu Dârü’l-İslâm uygulayacaktır. 

Teorik olarak bütün Dârü’l-Küfr İslâm’ın kendisine tebliğ edileceği ülkelerdir. Kimisi nadiren de olsa bu tebliğe engel çıkarmazsa —ki tarihte Malezya, Endonezya gibi ülkelerde İslâm’ın yayılışına bir engel çıkmadığını biliyoruz— onlarla İslâm’ın arasında bir engel yok demektir ve Harb Hukukunun işlemesi de söz konusu değildir. Yani Dârü’l-Küfr Dârü’l-Harb’e dönüşmeden Dârü’l-İslâm haline gelmektedir. 

Bizim itibar ettiğimiz anlayışa göre Dârü’l-Harb yukarıda da belirttiğimiz gibi kendisi ile bir Dârü’l-İslâm’ın İ’lâ-yı Kelimetullah için fiilen harbe giriştiği Dâr(ülke)dır. Böyle bir (fiilî) harb yok ise bu takdirde orası Dârü’l-Küfr’dür, Dârü’l-Harb değildir. Bu münasebetle de orada Harb Hukuku geçerli olmaz. Getirdiği bir takım mübahlardan yararlanılamaz. Zira harb yoktur. 

Bir ülkede (Dâr) Müslümanların eziyet görüyor olması, birçok haklarının işlemiyor bulunması ve mevcut iktidarın orada Müslümanlara hükmediyor bulunması orayı yalnız bu şartlarla Dârü’l-Harb’e dönüştürmez. Nitekim Resulullah (s.a.)’ın ve Müslümanların Mekke’de içinde yaşadıkları rejimden, o rejimi temsil eden otoriteden hiç de iyi muameleler görmedikleri, fiilî bir hal olmadığı halde yalnızca inanç değiştirmelerine bile râzı olunmadığı bilinen tarihi bir gerçektir. Başlangıçta böyle olan durumun gittikçe mevcut yönetim tarafından Müslümanlar aleyhine daha da kötüleştirildiği, fiilî müdahalelerin vuku bulduğu, dövülüp sövülmek, tahkir edilip eziyetlere maruz bırakılmaların çoğaldığı, bu yüzden müslümanların yurtlarını bırakarak kendileri için, içinde bulundukları toplumdan daha emin olacağını umdukları yurtlara (Habeşistan’a) göçtüklerini de biliyoruz. Mekke’de kalanların ise üzerlerindeki tazyikin gittikçe artırıldığını, bir yandan da İslâm’ın Peygamberine makamlar teklif edildiğini, dünya nimetlerinin önüne serildiğini de biliyoruz. 

İkinci Akabe Biâtı’nın ne denli gizlilik içinde gerçekleştirildiğini, mevcut otoritenin gözünden ırak tutulmak için ne denli tedbirler alınarak yapıldığını ve sonuçta Mekke’yi terk etmek durumunda kalan Müslümanların her şeylerini bırakarak gitmelerine rağmen kendilerine engel olunmak istendiğini ve hattâ en son hicret eden Resulullah’ın öldürülerek hicretine engel olunmak istendiğini de biliyoruz. Bütün bu olaylara rağmen Resulullah Mekke’de bulunduğu 13 yıl zarfında hiçbir gün bulunduğu ortamı Dârü’l-Harb olarak telakki etmedi ve hattâ kendilerine yapılan işkencelere dayanamayarak Resulullah’a müracaat eden müslümanların ısrarlı isteklerine rağmen müşriklerin onlara yaptıklarına cevap teşkil edebilecek nitelikte hiçbir davranışa müsait bir tavır almadı. Dayanamadıklarını, tahammüllerinin azaldığını belirterek mukabelede bulunmak isteyenlere cevaben gelen âyette ise «Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve Onunla beraber mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı: İyi bilin ki Allah’ın yardımı şüphesiz yakındır.»(2/214) buyurulmakta idi. Şu bir vakıadır ki Mekke’de Resulullah (s.a.) hiç kimseye, otoriteye veya onu temsil edenlerden birine olsun maddî bir karşılık verme örneğin suikast veya sabotaj yapma izni vermedi. Yalnızca fikir ve davranışlarında kendilerine özgü olarak, mevcut otoritenin itibar ettiği şeylere itibar etmeden, taptıklarına tapmadan, yaptıklarını yapmadan, kendilerinden emin olunan insanlar olarak yaşanıldı Mekke’de. Bu konunun en çarpıcı misalini ise Resulullah’ın bizzat şahsında görüyoruz: Bilindiği gibi hicret için gizlice Hz. Ebu Bekr (r.a.) ile birlikte hareket etmeyi planladıkları sırada, o güne kadar müşriklerin birbirlerine bile güvenemeyip Resulullah’a emânet ettikleri kıymetli şeyleri sahiplerine teslim etmesi için Hz. Ali (r.a.)’yi görevlendirerek ayrılmayı düşündüğü ve böyle de yaptığı çok iyi bilinmektedir. Kaldı ki müşrikler, hicret ettiklerini haber aldıkları Müslümanların evlerini talan edip, mallarını yağmaladıklarını bizzat Resulullah gözleriyle görüyordu. Zira en geç hicret eden kendisi idi ve bütün olup bitenler Onun gözlerinin önünde olup bitiyordu. Bütün bu olup bitenler Peygamberi «Ben de onların bendeki emânetlerini alıp götüreyim, mallarına zarar verdikleri, talan ettikleri Müslümanlara veririm» demedi, düşünmedi. Tek tek ve hepsini sahiplerine ihmâl etmeden vermesi için Hz. Ali’yi görevlendirdi. Hz. Ali de görevini yerine getirdi, emânetleri sahiplerine verdi.

Burada onu demek istiyoruz ki Peygamberimiz Mekke’de kendini Dârü’l-Harb’te görmedi. Görmediği için de müşriklerin ne canlarına, ne de mallarına karşı herhangi bir zarar vermedi, verilmesini caiz görmedi. Bu konuda örnek verilebilecek olayların tamamının Medine’de teşekkül eden İslâm Devleti(Dârü’l-İslâm)’nden sonra vuku’ bulduğunu açıkça belirtmek istiyor ve Müslümanların dikkatlerinin önüne dikmek istiyoruz, ki gözlerinden kaybolmasın. 

İslâm Peygamberinin hayatı Müslümanım diyenler tarafından kendi hayatlarını İslâmca yaşayabilmek için öğrenildiği, bilindiği takdirde günümüzde önümüze çıkacak müşkillerin çözümsüz kalması söz konusu olmayacaktır. Onun ahlâkını oluşturan ilkeleriyle Kur’an bizler için de Takva Kılavuzu olarak algılanılması halinde hangi şartlarda nasıl davranacağımız konusundaki ihtilaflarımızın giderileceğinden eminiz. İçinde yaşadığımız ortamın Dâr olarak keyfiyetinin de tesbiti bir müşkil olmaktan çıkacak ve tavırlarımızın ölçüleri belirecektir. Yalan yanlış kıyaslarla, tamamen süfli emellere dayalı yorumlarla, siyâsî hırs ve belki de görevlendirilmişliklerinin gereği olarak Müslümanların kafalarını karıştıranlara fırsat vermemenin, kavram kargaşasından kurtulmanın da yolu Allah’ın Resulü’nün neyi nasıl, hangi şartlarda ve ne şekilde yaptığını bilmekten geçmektedir. Alternatifsiz çözüm yolu budur. Yusuf (a.s.)’ın hiçbir kayıt ve şart kabul etmeden ve kâmil bir yetki ile (Kur’an’ın ilgili âyetlerine bakınız) Fir’avn’dan görev almasını, hiçbir yetkileri bulunmadığı ve tamamen ne ile hükmedecekleri önlerindeki yasalarda belirtilen makamlara talib olanların kıyas kabul etmez benzemezlikleri ile siz kıyaslayınız. Göreceksiniz ki yakın tarihte yaşanmış uygulamalara tamamen yüzeysel ve nefislerin arzuları karışık yorumlar neden olmuştur. Doğruyu bilmemek ve Sırat’ı Mustakim üzere olmamak yanlışlara en yatkın ortamı oluşturur. 

Dârü’l-Ridde, Dârü’l-İslâm’ın bir parçası iken İslâm’ın hükümlerinden herhangi sebeble olursa olsun memnuniyetsizlik sonucu Dârü’l-İslâm’ın otoritesine isyan eden Dâr’a denilir. Bu râzı olunmayan hükümlerin bir veya daha fazla oluşu sonucu değiştirmez. Nitekim Resulullah’ın irtihâlini takiben Dârü’1-İslâm’a dahil bulunan bazı bölgelerde bu tür olaylar olmuştur. Müseylemet’ü-l Kezzâb (Yalancı Müseyleme) adı ile anılan aynı zamanda kendisine de vahiy geldiğini ilân eden ve Zekât vermeyeceğini ilân ederek merkezî otoriteye karşı ayaklananların üzerine asker gönderilmiş olduğu bilinir. Müseyleme’nin hükmü altında bulunan ve isyanında ona katılanların yurtları Dârü’l-Ridde olmuş ve Mürted Ahkâmı uygulanmıştır. 

Dikkat edilecek husus şudur ki Dârü’l-Ridde’nin bulunuşu da Dârü’l-İslâm’ın bulunuşuna bağlıdır. Zira Dârü’l-Ridde olmak, İrtidad Ahkâmı’nın üzerine uygulayıcısı bir gücün (Dârü’l-İslâm) bulunmasını gerektirmektedir. Dârü’l-İslâm yoksa bu gibi yerler üzerine İrtidad Hükümleri uygulayacak otorite de yok demektir ki bu takdirde orası fiilen Dârü’l-Küfr olur. Zira İrtidad hükümlerinin uygulayıcısı yoktur. 

Dârü’s-Sulhe gelince bu da yine kendisi ile Sulh Anlaşması yapılan Dârü’l-Küfr demektir ki bu anlaşmayı onunla yapacak bir Dârü’l-İslâm’ın mevcudiyetini gerektirir. Sulh anlaşmasının hükümleri «Sulh içinde beraber yaşama, karşılıklı çıkar, ebedî sulh» gibi hükümleri ihtiva edemez. Uzun olmayan bir süre «İyi komşuluk» anlaşması mahiyetinde bir anlaşma yapılabilir. Resulullah’ın gerek Medine’de çevredeki kabilelerle, gerekse Hudeybiye’de Mekkelilerle yaptığı anlaşmalara bakılmalıdır. Hükümleri göz önüne getirilmeli ve konu üzerinde aydınlanılmalıdır. 

Esas olarak Dâr kavramı başka isimlerle anılsalar da bu tariflerini vermeye çalıştığımız Dâr’lara verilen aynı anlama gelen kelimeler kullanılarak çoğaltılmış görünmektedir. 

Üzerinde ısrarla durmak istediğimiz husus şudur ki; Müslümanlar ya pek sathî bakışlarla veya aynı şartların bulunup bulunmadığına bakmaksızın yani espriyi gözden kaçırarak içinde bulundukları ülkeleri hemen «Dârü’l-Harb» diye tanımlayıveriyorlar ve bundan da davranışlarıyla ilgili hükümler çıkarıp uygulamaya da koyuyorlar. Böylece de eni-sonu gelmez yanlışları doğru sanarak işleyip duruyorlar. Unutuyorlar ki devletin yetkisi ile ferdin yetkisi hiçbir zaman aynı değildir. Devlete tanınmış yetkiler hiçbir zaman fertlerde yoktur olamaz da. Zira fert, devlet değildir bu sebeble de devletin yetkilerine de sahib olamaz. Devlet bir ayrı vücuttur ve fertten hem ayrıdır, hem üstündür. Peygamberimiz de Mekke hayatı boyunca devlet olmadığının fakat olmak gerektiğinin bilinci ile hareket etmiş ve sonunda ikinci Akabe Biâtı ile devlet olma anlaşmasını akdetmiş ve hicretini takiben de artık Devlet olarak hareket etmiştir. Devlet olarak İslâm’ın hükümleriyle hükmetmiş, başka ülkelerle anlaşmalar imzalamış, onlara İslâm’ı tebliğ eden resmî elçiler göndermiş, nihayet onlara harb ilan etmiş ve harbetmiştir. 

Ayrıca belirtmek isteriz ki cemaat olmak da devlet olmak değildir. Her ne kadar Cemaat olmanın, bir disiplini de beraberinde bulunduruyor olması ise insanı yanıltmamalıdır. Peygamberimizin lideri bulunduğu Müslümanların da o disipline tâbî olduğu Mekke dönemi, belki bir cemaat olma dönemi idi, lâkin devlet değil idiler. Zira devletin bulunduğu yerde yalnızca o devletin otoritesi geçerlidir. Bu otorite geçerliğine Peygamber ancak Medine’de kavuştu, Mekke’de değil. 

Dipnot

(1) Bkz İslâm Peygamberi; Prof. Dr. Muhammed Hamidullah. Çev: M. Said Mutlu, 1. Baskı, İstanbul 1966, sayfa 131-134.

(İktibas, sayı 84-85)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *