Kavgam’da, ikinci dünya savaşının belki de en önemli aktörü olan adamın mesela İslam ve Müslümanlar hakkındaki kanaatlerini, Yahudileri fırınlarda yaktırmakla neyi amaçladığını v.b. açıklamalarını okumak isterdim.
Mehmed Durmuş
20. yüzyıla damgasını vurmuş en önemli kişilerden biri olan, Almanya lideri Adolf Hitler’in ‘KAVGAM’ kitabı, beklentimin ötesinde, bir hatırat olmaktan ziyade bir doktrin kitabıymış. ‘Kavgam’, Nazi liderinin uzun uzadıya anlattığı siyasi fikirleri, devlet, ırk, vatan, toplum, eğitim gibi konulara dair yorum-analiz ve tahlillerinden, gelecek perspektifinden, siyaset felsefesinden oluşmaktadır.
Kavgam’da, ikinci dünya savaşının belki de en önemli aktörü olan adamın mesela İslam ve Müslümanlar hakkındaki kanaatlerini, Yahudileri fırınlarda yaktırmakla neyi amaçladığını v.b. açıklamasını okumak isterdim. Kitap daha ziyade 1914-1926 yılları arasındaki yaklaşık 13 yıllık, sınırlı bir süreyi kapsıyor. Bu döneme, Hitler’in ‘Führer’ hazırlık süreci desek galiba isabetli olur. Asıl olarak, on milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet veren dönem haliyle kitabın kapsamına girmemiştir. Ama şunu söyleyebiliriz: Dünya Hitler gibi iki-üç insanın eline verilirse, dünyanın ‘sun’î kıyameti’ kopmuş demektir.
Kavgam’ın benim okuduğum Ö. Kenan Yalıntaş (Emre yay. İst-2005) çevirisine yayın tekniği açısından şu eleştiriyi yapmak gerekmektedir: Kitabın başında, kitaba dair (yazılış amacı, ne zaman yazıldığı v.b.) herhangi bir açıklama bulunmamakta, Hitler’in hayatına dair hiçbir bilgi yer almamaktadır.
Hitler’in anlattığı Alman toplumu ile kendi toplumumuz arasındaki birçok benzerlik dikkat çekmektedir. Galiba dünyanın belli başlı toplumları hep benzer akıbeti yaşamışlar. Aslında bu şartlar devam etmektedir fakat söz konusu toplumların kimisi kısmen o şartlara uyum sağlamışlar, kısmen de şartları belirleyenler safına geçtikleri için, oyunun çehresi değişmiştir. Türkiye gibi az sayıdaki ülke ise, elden kaçırılmaması için büyük çabaların harcanmasına sahne olmaktadır.
Yirmi yedi bölüm halinde yazılmış olan kitabın ilk bölümünde Hitler, hayatına dair kısmi bilgiler vermektedir. Buradan öğrendiğimize göre, babası bir memur, annesi ev hanımıdır. Baba, oğlunun da kendisi gibi memur olmasını istemektedir. Oğul ise memurluğu asla istememektedir; bu hususta ilk ‘führerlik’ denemesini babasına karşı yapmış denebilir. O ressam olmak istemektedir. Baba bu isteğine kesin olarak karşıdır. Fakat kader kalemini Hitler’den yana oynatmış gibidir: O on üç yaşında iken babası ölür. Annesi, babasının isteğini kaldığı yerden devam ettirmek istiyor gibidir fakat iki sene sonra annesi de vefat eder. Ama zaten annesi hayattayken Hitler Güzel Sanatlar Akademisine kaydını yaptırmıştır.
Hitler hayatın birçok sıkıntısını yaşamış, fakirliği iliklerine kadar tatmış, sıradan bir Alman gencidir. Kendisi, bu yokluk günlerinin, iradesine sertlik kabiliyeti kazandırdığı görüşündedir.
Okulda en fazla tarih ve coğrafya derslerini sevmiştir. Bu dersler onu milliyetçi yapmıştır. Bu bağlamda, tarih öğretmenlerini, öğrencilerin kafalarını gereksiz bir yığın tarihi malumatla doldurmak yerine, tarih felsefesi denilecek bir bakış açısını öğretmeleri yönünde uyarmaktadır.
Hitler hayatını bir müddet (1909-1910 arası) ressamlıkla idame ettirir. 1912 yılı baharında Avusturya’dan Münih’e gider.
1914 yılında başlayan birinci dünya savaşına o da katılır. 1916 Ekim ayında cephede ‘cehennem’di dediği çarpışmalar esnasında yaralanır.
1919’un 27 Nisan günü Sovyet yetkililerce tutuklanmak istenir. Onlara silah çeker ve üç görevli geri giderler, tevkif edilmekten kurtulur.
Hitler’in ‘Kavga’sı neredeyse tamamen Yahudilerledir. Daha adil bir değerlendirme için şöyle demek gerekir: Aslında onun ‘Kavga’sı, ülkesi ve milletinin kaderine çok ciddi şekilde hükmeden, ülke ve milletin bağrına oturmuş olup, nefes bile aldırmayan bir ejderha iledir. Bu ejderha ona göre Yahudiler olduğu için, düşman haliyle Yahudiler olmaktadır. Hayatında ‘Yahudi’ denilen şeyin ilk defa nasıl gün yüzüne çıktığına dair çok belirgin bir olay, somut bir örnek yok. Bu tespiti bir süreç belirlemiş gibidir. Milliyetçi duygularla erken yaşlarda tanıştığı açık. Neredeyse bütün olayları Yahudi terimiyle açıklıyor. Bu ırka karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir kin ve öfkeyle erken yaşlarda dolmaya başlamıştır. Hitler’in anlattıklarına bakınca, onu haksız bulmak mümkün değildir. Kendi toplumumuz da şaşırtıcı bir benzerlikle, o günkü Almanya’nın kaderini paylaşmaktadır.
Okumak
Hitler ‘okuma’yı abartmamakta, ölçülü düşünmektedir. Ona göre kitap okumak bir ‘gaye’ değildir. Gaye, okuduğundan bir anlam çıkartmak, onu özümseyebilmektir. Okuduğu kitapları adeta ezberleyen ama bir fikir çıkartamayan kimse bir iş yapmış sayılmaz. Bir kitap veya mecmuada, kendisine yarayan bilgiyi fark edip, ayrıntıların arkasından onu çekip alabilen kimseye, gerçek anlamda ‘okuyor’ denebilir.
Parti
Hitler ‘Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’ (daha sonra Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi)’ni sıfır sermaye ile nasıl kurduklarını, yedi kişi ile başlayan katılımcı/dinleyicileri, salonlara sığmayan binlere nasıl ulaştırdıklarını, hareketlerinin gelişim seyrini etraflıca açıklamaktadır. Parti faaliyetlerinde her zaman, ‘kızıllar’ dediği Marksistlerin provokasyonuna rağmen, az sayıdaki, çok iyi yetişmiş genç adamlarının canhıraş mücadeleleri sayesinde hiçbir zaman tehdit ve saldırılara pabuç bırakmamışlar, göze göz, dişe diş bir mücadele ile hareketi belli seviyelere getirmişler.
Demokrasi
Diyor ki Hitler, Marksizm beşeriyeti imha edecek bir ideoloji olup, esas gayesi, Yahudi olmayan bütün devletleri yıkmaktır. Marksizm için demokrasi, gayeye ulaşmak için sadece bir vasıtadan ibarettir. Devlet memurları bu doktrini okuyup inceleme zahmetine katlanmazlar. Onun için bu saçma doktrin zihinlerde bu kadar kolay iz bırakmıştır.
Marksizm için demokrasi de bir ‘araç’tır, onsuz yapamaz. Demokrasi Marksizm denilen bu dünya vebası için bir üreme alanıdır. Sosyal demokrasinin gizli amacı ise, ancak Yahudilerin ne olduklarını bilmekle anlaşılır. Yahudilerin sosyal demokrasinin gerçek yöneteni olduğunu anlaması Hitler’in, önceki bütün kanaatlerinin değişmesine yol açmış.
Hitler parlamenter sisteme, bilimsel olmaktan ziyade, halk ağzıyla oldukça tepkili. Seçilmiş vekilleri ‘parlamento bitleri’, ‘parlamentotahtakurusu’, ‘bu namuslu eşek’ gibi sözlerle tahkir ediyor. Tepkisi daha da ileri gidiyor ve şöyle diyor: “İşte böyle kimselerin toplandığı salonda konuşmak, hayvanların önüne inci serpmek demektir.” Hitler, ‘tek adam’ rejiminin daha sağlıklı olacağına inanmaktadır. Buna binaen diyor ki, demokratik idare şekli, zeka sahibi hakim kimselerden oluşan bir meclis meydana getirmeyi hiçbir zaman düşünmez. Basit kimselerden oluşan bir ‘siyasi grup’ teşkiline çalışır. Dolayısıyla kendisi kadar hile dolu bir müesseseye ancak Yahudi değer verebilir.
Yine de bu sözlere bakıp, Hitler’in halkı küçümsediği ve halkın gücünü göz ardı ettiği sanılmamalıdır. Aksine o, ne kadar kutsal ve yüce olursa olsun, hiçbir fikrin halkın kuvvetli desteği olmadan gerçekleşemeyeceğini teslim etmektedir. Büyük amaçlar peşinde koşan bir hareketin halkla teması yitirmemesi gerektiğine inanmaktadır.
O, bir kere seçilip, parlamentoda pineklemeyi hedef edinmişlere öfkelidir: “Eğer elimde olsa, hiç durmaz siyaset adamlarından bir çöpçü taburu kurardım. Çünkü bu herifler doğru, namuslu kimseleri kızdırmadan ve onlara zararları dokunmadan kendi keyiflerince, canlarının istediği kadar bu işi yaparlardı.”
Hitler’in görüşüne göre hükümet ‘basın hürriyeti’ denilen saçma sözden dolayı acze düşmemelidir. Onu bu kanaate, ülkesinde şahit olduğu olaylar sevk etmiştir. Savaştan önce basın en iğrenç bir zehir gibiydi diyor. Basın, Alman milletini uluslararası sermayenin ve onun sahibi Yahudi’nin esaretine sokmak için milletin bel kemiğini kırdı. (Bu sebeptendir ki Hitler, en zor mücadele düşman milletlerle yapılan değil, uluslararası sermayeye karşı yapılan mücadeledir demektedir). Liberal basın Alman milleti ve imparatorluğu için bir mezar kazıcısından başka bir şey olmadı.
Hitler, birtakım ‘fikir’ gazetelerinin, Yahudi tarafından özellikle bazı ‘fikir sapıkları’ için ‘bilhassa’ yayınlandığını söylemektedir. Frankfurter Zeitung ile Berliner Tageblatt gazetelerini de buna örnek vermektedir. Bunlar başkalarından aldıkları zehirleri okuyucularının kalplerine akıtmaktadırlar.
Almanya’da Yahudi basının karşısında, Hitler’in felsefesine uygun tarzdaki ırkçılığı esas alan bir tek ırkçı gazete varmış, o da oldukça cılız bir seviyede. Bu gazeteyi kendisi türlü çabalarla iyileştirmiş ve kendisi için iyi bir basın organına dönüştürmüş.
Marksizm
Hitler’in iki affedilmez düşmanı varsa, biri Marksizm, diğeri de Yahudi’dir. Hayatının henüz yoklukla boğuştuğu, annesiz-babasız çocukluk döneminde Alman milletinin devamı için iki büyük tehlike olan, o gün için haklarında herhangi bir bilgisi de bulunmayan Marksizm ve Yahudiliği fark etmiş. 17 yaşında iken henüz kendisinde Marksizm hakkında bir kanaat oluşmamış. O tarihte “sosyal demokrasi ile sosyalizm arasında bir ayrım yapamıyordum, ikisini aynı şey sanıyordum” diyor. Açlığın pençesinde kıvrandığı bu yaşlarda iş ararken, bir şantiyede kendisine sendikaya üye olması gerektiği hatırlatılmış. Sendikanın ne olduğunu bilmediği halde, “hiçbir şeye bağlanmak istemediği” gerekçesiyle bunu reddetmiş. Burjuvazinin, işçinin en meşru ve doğal taleplerini bile reddetmesinin, onları sendikanın kucağına ittiğini anlamış.
Şantiyede çalışırken, işçilere dair anlattıkları, Charlie Chaplin’in ‘Modern Zamanlar’ını hatırlatmaktadır. O dönemdeki araştırmalarında vatan, millet, kanun, din ve ahlak gibi mefhumların nasıl değersizleştirildiğini (“bunlar burjuvanın uydurmasıdır” denmektedir) fark etmiş.
Hitler Marks’ın bir Yahudi olduğunu sık sık vurguluyor ve Marksizm’i insanlığın başına gelmiş en büyük bela olarak nitelendiriyor. Şöyle diyor: “Eğer Yahudi Marksizm’le bir zafer kazanırsa başına giyeceği taç insanlığın cenaze tacı olacaktır.” Hayatının ileriki safhalarında, Yahudi Karl Marks’ın bütün hayatı boyunca süren çalışmalarının niyet ve mahiyetini şimdi daha iyi anladım diyor. Marksizm’in her dinin baş düşmanı olduğunu ileri sürüyor.
Hitler’in Kavga’sında ‘devrim’ fikrine rastlanmamaktadır. O, daha iyisini yapmadan mevcut bir nizamı altüst etmeye kalkmanın bütünüyle manasız olduğunu belirtmektedir.
Yahudi
Hitler’in çocukluğu, iki milyonluk nüfusunun iki yüz bini (%10) Yahudi olan Viyana’da geçiyor. Kendisi o yıllarda Yahudi’yi sadece, başka bir dine mensup bir kimse olarak tanımaktadır. Viyana’daki Yahudi aleyhtarı basının tutumu, Yahudi aleyhtarlığının medeni bir millete yakışmadığı yönünde telkinler yapmaktadır. Nispeten mutedil bir gazete olan Volksblatt’ın Yahudi aleyhtarı yazıları bir nebze de olsa genç Hitler’de bir ‘dikkat’ uyandırmış. Artık nereye gitsem, ne tarafa baksam, gözüme hep Yahudilere ilişiyordu diyor. Bazı Yahudilerin davranışları kendisini neredeyse bütün şüphelerden arındırmış. Sonuç itibariyle Yahudi ırkının şu özelliğini keşfetmiş: Bu büyük hareket, siyonizmdir.
Yahudilerin basında, güzel sanatlarda, edebiyatta, tiyatro-sinemadaki faaliyetlerini incelemiş ve Yahudi aleyhinde ciddi bir birikim oluşmuş. Sosyal demokrat ve Marksist basının tamamının Yahudi olduğunu, Yahudiler tarafından kontrol ve idare edildiklerini fark etmiş. Hitler, “Artık ırkımızın şeytanını biliyordum” diyor.
Goethe ile Yahudi’yi kıyaslıyor ve aradaki uçurum, kanaatlerini daha da pekiştiriyor. “Bu adi adamlar” diyor, “sanki bir püskürtme makinesi gibi bütün pisliklerini insanlığın yüzüne fışkırtıp durmaktadır.” Bir basil gibi en temiz ruhları zehirlemekten bir an geri kalmayan Yahudi’nin bu rolü oynaması için, Tanrı tarafından özel olarak yaratıldığını düşünmeye başlamış. “Seçkin ırk dedikleri bu murdarlar mıdır?” diye soruyor. Güzel sanatlardaki adî eserler, edebi sahadaki pislikler, sinemalarda oynatılan budalalıkların yüzde doksanı, ülke nüfusunun yüzde biri olan Yahudi tarafından meydana getirilmektedir!
Yahudilere ait sinema-tiyatro eserleri (en kötüsü dahi) övgülerle göklere çıkartılıyor, Alman yazarlar ise daima kötüleniyordu. Keza Fransız kültürü de alabildiğine övülüyor. Müstehcen yazılar, adî tefrika yazıları gırla gidiyor. Sinemalardan, sinema salonlarının vitrinlerinde boy boy teşhir edilen müstehcen reklam afişlerinden örnekler veriyor. Bu durumda, Yahudilerin dışında hiç kimse herhalde Hitler’in şu sorusunu anlamsız bulmaz: “Bu bir rastlantı eseri miydi?”
Yahudilerin ahlak ve gelenek hakkında besledikleri düşünce çok korkunçtu. Ahlak, örf ve adetler mütemadiyen irtica olarak gösteriliyordu. Fuhuşta ve beyaz kadın ticaretinde Yahudi’nin büyük rol oynadığına inanıyor.
Bütün bu gözlem ve tespitler onun gözünü açmış. Eskiden kozmopolit birisiyken, artık fanatik derecede bir Yahudi düşmanı oldum diyor. (Yani bugün Almanya’da dahi en büyük suç sayılan ‘antisemitik’…) “Bunun için ben Tanrı’nın isteğine uygun hareket ettiğime inanıyorum. Çünkü milletimi Yahudi’ye karşı müdafaa etmekle Allah’ın eserini müdafaa etmiş oluyorum.”
Hitler Yahudilerin, kendi çıkarlarına hizmet etmek için nasıl her türlü kılığa girerek, türlü dolaplar çevirdiklerini anlatıyor: “Bu fikir haydutlarının lanetlenmiş hedeflerine ulaşabilmek için yapmayacakları bir alçaklık yoktur. Bunlar aile meselelerine kadar nüfuz ederler. Çamura batırmaya karar verdikleri bir kimseyi yerden yere vurmak için gereken üzücü olayı buluncaya kadar her yanı didik didik ederler. Eğer ellerine basit bir fırsat geçmezse, iftiraya başvururlar. Bu yalan ve iftira kampanyasından, tekziplere rağmen bir iz kalır. Bunlar, herkes tarafından anlaşılabilecek bir dille adi saldırılarını yapmazlar. Tersine, masum bir şahsı lekelemek için ağır başlı bir dille saldırırlar.” Yahudi kendisini kiliseye vaftiz ettirir, kilise yeni bir evlat kazandığını sanarak sevinir. Oysa şeytanın örneği, bütün fenalıkların sembolü Yahudi’dir.
‘Ebedi sülük’ dediği Yahudilerin bir ülke içerisinde nasıl yerleşip, nasıl faizle borç vererek yavaş yavaş toplum içinde yer edindiğini, zamanla parayı ve ticari hayatı tamamen ele geçirdiklerini detaylıca anlatmaktadır. Savaş yıllarında Berlin kıtlıktan kırılmaktayken, Yahudi öyle değildir. Devlet dairelerinin neredeyse tüm memurları Yahudi’dir. Her bir yerdeki şefler, bazı milletvekilleri, sendika sekreteri, parti başkanı veya sokak hareketleri liderleri hep Yahudi’dir. İktisadi açıdan da Yahudiler “aranan kişi” olmuşlardı. Avusturya’da dış ticaretin hemen bütünü Yahudilerin elindeydi. [Bu arada Yahudi’nin nüfus oranı tekrar hatırlanmalıdır!] Alman milletinin kanını yavaş yavaş emiyorlardı. 1916-17 kışından itibaren ülkede ürünün tamamı Yahudi maliyesinin kontrolüne girmişti.
Hitler’in felsefesinde ekonomik olarak ülkenin darboğaza itilmesinin arka planında mutlaka Yahudi parmağı vardır. Ekonominin devlete hakim ve yöneten mevkiine çıkması sonucu para herkesin ibadet etmesi ve önünde boyun eğmesi gereken bir tanrı olmuş, göklerin Tanrısı gittikçe unutulmuştur. “Sanki O ihtiyarlamış ve vakti geçmişti de, O’nun yerine Mammon putu saygı buhurdanının dumanlarını üflüyordu. Bu sırada esaslı bir p..çleşme meydana geldi.” [Mammon kelimesi ‘ekmek’ anlamında olup, İncil’de, Allah’ın dışında, kendisine tapılan soyut-somut putları ifade eden bir mecazdır].
1918’in başlarında Almanya düşmanlarına karşı tam galip gelecekken, cephane fabrikalarında bir grev başlatılır. (Bunun arkasında Yahudi’nin bulunduğu ima ediliyor). 1918’in 10 Kasım’ında hastaneye gelen bir papaz adeta yutkunarak, Almanya’nın yenilgisini, ateşkesi kabul etmek zorunda kaldıklarını, artık hanedan döneminin bittiğini, devletin şeklinin Cumhuriyet olduğunu bildirir. “Kafasızlar, beyinsizler, yalancılar ve katiller düşmanın lütuf ve merhametinden pay umuyorlardı” diye tepki gösterdiği o dönemde, “bu günler benim içimde büyük bir kinin doğmasına sebep oldu” demektedir. Ve şöyle devam ediyor: “Yahudi ile uzlaşma yapılamaz. Ancak onun[hakkın]da karar verilebilir. O da ya hep, ya hiç!”
Hitler ‘Siyon Liderlerinin Protokolleri’ isimli, bir zamanlar Türkçe baskısı da ortalıkta dolaşan meşhur broşürün uydurma değil, gerçek olduğuna inanmakta ve üzerinde değerlendirmeler yapmaktadır.
Yahudi karşıtlığı 1918’in sonları ile 1919’un başlarında kök salmaya başlamış. Hitlerin partisi Nasyonal Sosyalist hareket bu aleyhtarlığı ilerletmiş. Hitler diyor ki, “Yahudi kendi yolunda sürekli biçimde ilerleyecektir. Ta ki, karşısına başka bir kuvvet çıkıp da, gökleri kuşatmaya girişmiş olan Yahudi’yi pek büyük bir çarpışma sonunda cehenneme yollayıncaya kadar.”
Verem ve Frengi
Savaş yıllarında Almanya’da bu iki hastalık birbiriyle yarışmaktadır. Büyük şehirlerde frengi hızla yayılmaktadır. Bu hastalıkla ciddi bir mücadele gerekiyordu oysa halk da devlet gibi adeta kaderine teslim olmuştu. Bu gibi hastalıkların görünürdeki biçimi ile mücadele etmekten ziyade, asıl sebepleri bulup, onları ortadan kaldırmak gerekiyordu. Frenginin birinci sebebi fuhuştu. Frengi gibi bir bela olmasa bile fuhuş millet için yine zararlıdır. Çünkü ahlakî düşüklük bir milleti ağır ağır ve tamamen tahrip için yeterlidir. (Tabi ki bunun da arka planında Yahudiler bulunmaktadır). Fuhuşla yarım yamalak değil, tam mücadele edilmelidir.
Hitler, fuhşu önleyici bir tedbir olarak ilkin gençlerin beden eğitimine, spora ağırlık verilmesini önermektedir. Ortaokullarda iki saat olan beden eğitimi dersi azdır. Her gün sabah ve akşam öğrenci bu dersle eğitilmelidir. (Hitler ‘inançlı’ biri olmasına rağmen, fuhşu önlemede neden dini referans olarak göstermemektedir? Kanaatim o ki, Hitler’in ‘dindarlığı’ tamamen seküler bir din algısına dayanmaktadır. Din deyince, İslam gibi hayata her şeyiyle müdahil olan bir din algısı beklenmemelidir. Zaten onun fikriyatında dinin yeri, “din lüzumlu bir müessesedir” felsefesinden öte değildir).
Gençlerin kıyafetleri de önemlidir. Kıyafet aslında eğitimin bir parçasıdır. Kız eğitiminin tek gayesi, kızı, geleceğin annesi olarak hazırlamaktan ibarettir.
Gençlerin hafızaları yüzde doksan beş oranında kendilerine faydası olmayacak lüzumsuz bilgilerden arındırılmalıdır. Tarih dersinde dogmaları öğretmekten vazgeçmeli, bunun yerine tarih bilinci aşılamalıdır. Meslek bilgileri günümüzde tek bir Mammon’un hizmetine girmektedir.
Hitler, milyonlarca öğrencinin neden iki-üç tane yabancı dili öğrenmek zorunda bırakıldığını sorgular. Oysa bu öğrencilerin çok az bir kısmı, öğrendikleri bilgiden yararlanacaklardır.
Hitler millet ile devleti ancak eğitimden elde edilecek ölümsüz nimetler payidar kılacakken, kurtuluşun ekonomik sebeplere atfedilmesine tepkilidir. Bunu ağızlarına nakarat yapanları şarlatanlar olarak nitelendirmektedir. Yukarıda da değinildiği gibi, eğitim sisteminin sadece teorik bilgi vermesinden şikayetçidir. Oysa ferdin karakterinin oluşumuna önem verilmelidir. Verilmelidir ki, davası uğrunda harekete geçen kimse, asla sinsi bir dalkavuk gibi faaliyet göstermesin. Bir müesseseyi kurtarmaya veya onu ilerletmeye karar vermiş olan kimse, bu davaya kalbinin bütün lifleri ile bağlanmalıdır.
Hitler Irkçılığı
Hitler’in düşüncesinin bel kemiğini, “üstün ırk” telakkisi oluşturmaktadır. Üstün ırkların başında kuşkusuz Alman ırkı gelmektedir.
Hitler, her yıl nüfusu dokuz yüz bin artan Alman toplumunu doyurmak için dört seçenekli bir çözümden bahsetmektedir.
1.Doğum kontrolü. Doğa, yeni nesillerin doğmasına engel olmaz ama doğanların içinden zayıfları ayıklar, öldürür. Geriye, dayanıklı fertler kalırlar. Tabiat, sayıları her gün çoğalan insanlar arasından yaşamaya layık olanları seçer. Zürriyetin, insan eliyle değil de, tabiat tarafından sınırlamasından yanadır. Bu mesele, milletler sahasında da böyledir: Daha kuvvetli millet, daha zayıf olanı kovacaktır! Tabiat siyasi sınırları kabul etmez. O, yaratıkları dünya üzerine serpiştirir. Cesaret ve çalışkanlık açısından en kuvvetli olan, yaşamak hakkını elde eder.
2.Dahili kolonizasyon. Bu kısım biraz muğlak ifade edilmiş ama Hitler’in bununla, ülkenin atıl topraklarının çalışkanlara verilmesini kast ettiği anlaşılmaktadır.
3.Yeni topraklar elde etmek.
4.Sömürge ve ticaret politikası. Avrupa ülkelerini şöyle tanımlamaktadır: Bu ülkeleri bir piramit gibi düşünecek olursak, piramidin zirvesi Avrupa’da, kaidesi bütün dünyadadır. (Hitler Avrupa’nın bu sömürgeciliğine dair bir çift kelam etmemektedir!).
Tabiat, zayıfların sayılarını sınırlamak için onları şiddetli ve zor hayat şartlarına tabi tutar. Tabiat sadece arta kalan seçkinlere çiftleşme için izin verir; zayıfların kuvvetlilerle çiftleşmesini istemez. Yüksek bir ırkın basit bir ırka karışmasını kabul etmez. Aksi takdirde binlerce asırdan beri tabiatın beşeriyeti [hep seçme-arındırma-seleksiyon yoluyla] yüceltmek için takip ettiği gaye bir anda heba olur. Saf bir ırk kendi kanını daha aşağı bir topluluğun kanı ile karıştırdığı takdirde, ortaya çıkan melezlik medeniyet getirecek olan milletin felaketi şeklinde tecelli eder. Renkli ırklarla pek az karışmış olan Cermen ırkının meydana getirdiği kuzey Amerika halkı bu açıdan, Güney Amerika’ya nispetle daha başka bir topluluktur.
İlim, teknik ve medeniyet üstün ırkların işidir. Bugün hayran kaldığımız ilim, güzel sanatlar, teknik ve icatların hepsi bazı ırkların, belki de ilk önceleri tek bir ırkın yaratıcı kabiliyetlerinin eseridir. Medeniyetin devamı bu milletlere bağlıdır. Bugün medeniyetin sonucu olarak önümüzde duran güzel sanatların, ilimlerin ve tekniğin hemen hemen tamamı sadece üstün ırkların sayesindedir. İnsan gelişmesinin ortaya koyduğu bütün binaların planlarını ve büyük kesme taşlarını hep üstün ırk sağlamıştır. Bu gerçeğe istinaden, onlara insaniyetin yegane temsilcisi oldukları hükmünü veririz! “Sonuç olarak” diyor Hitler, “insan adı ile anladığımız ilkel tipi onlar temsil ederler. Onlar ırsî insanlığın Promete’sidirler. Dehanın ilahi kıvılcımı eski günlerden beri hep onların alınlarından fışkırmıştır.” Bu ‘insan’ diğer yaratıklara hakim olmak için ulaşılması gereken hedefi gösterir. Eğer insanlık, ı)medeniyet yaratan; ıı)medeniyetin emanetlerini muhafaza eden ve ııı)medeniyeti yok eden diye üç kısma ayrılsa, birinci bölümü yalnızca üstün ırklar temsil ederlerdi.
Üstün ırkların sayıları gülünç kabul edilecek kadar azdırlar. Aşağı ırkları hakimiyetleri altına almak, onların atıl duran topraklarını işlemek, o ırkların atıl işgücünden de yararlanarak yeni medeniyetler üretmek üstün ırkın hakkıdır. Daha kuvvetli olanın rolü hükmetmektir, daha zayıf olanla kaynaşmak (uzlaşmak) değildir. Eğer üstün ırk böyle davranmazsa, kendi büyüklüğünü feda etmiş olur. Bu yasayı sadece yaratılıştan zayıf olan yaratıklar zalimce bulurlar… “Demek oluyor ki, yaşamak isteyen kavga etmelidir.”
Üstün ırklar basit ırkların insanlarını kullanmak imkanını bulmamış olsalardı, kendilerini medeniyete götüren yol üzerinde hiçbir zaman ilk adımı atamayacaklardı. [Demek ki ‘medeniyet’in yakıtı, müstemleke toplumlardır.] Aynı şekilde, ehlileştirdikleri hayvanlar olmasaydı, üstün ırklar, bugün artık o hayvanları gereksiz kılan tekniğe sahip olamayacaklardı. Buna göre, aşağı ırkın insanları yüksek medeniyetin meydana gelmesinde ilk ve esaslı bir unsur olmuştur. İlk insan, medeniyeti, ehlileştirilmiş hayvanlardan ziyade, basit ırklara mensup insanları kullanması sayesinde meydana getirmiştir. Sabanın önüne ilk önce (hayvanlar değil), mağlup ırklar koşuldu. Daha sonra bu insanların yerini at aldı. Aşağı ırklar, doğmak üzere olan medeniyetin hizmetinde ilk teknik alet olmuşlardır. Üstün ırklar basit ırkları emirleri altına aldılar ve işlerine bir düzen verdiler. Aşağı ırk mensuplarına, zahmetli olmakla beraber faydalı bir faaliyet yüklerlerken, nasipleri olan kaderden daha iyi bir kader sağladılar.
Hitler’e göre deha fıtrîdir. Diğer milletler dehayı görüp tanıyamazlar. Bu milletler ancak dehanın ortaya koyduğu icatları, keşifleri, binaları, kısacası şekil itibariyle ortada duran, elle tutulur, gözle görülür eserleri görüp fark edebilirler. Üstün ırkların meydana getirdiği medeniyet hemen daima toprağın, iklimin ve egemenlik altına aldıkları insanların özelliklerine bağlıdır.
İnsanlığın gelişimi sonsuz bir merdiven üzerinde bir yükselme gibidir. Aşağı basamaklar aşılmadan, yukarıya varılamaz. Sonuç olarak üstün ırk, gerçeğin kendine işaret edip gösterdiği yolu aşmak zorunda kalmıştır.
Üstün ırk hakimiyetini sürdürdüğü sürece, sadece hükmeden olarak kalmadı, aynı zamanda geliştirmekte olduğu medeniyetin muhafızı da oldu. Tebalar yükseldikçe efendi ile uşağı ayıran perde de yavaş yavaş ortadan kalktı. Üstün ırklar kanlarının temizliğini korumaktan vazgeçtiler. Böylece meydana getirdikleri cennette yaşamak hakkını da kaybettiler. Üstün ırklar zillete düştüler ve medeniyet yapıcı kabiliyetlerini yitirdiler. Hem fikrî, hem de fizikî bakımdan tebalarına benzediler. Atalarının yerli halk üzerinde sağladığı bütün üstünlükleri kaybettiler. Kanların kaynaşması ve bunun sonucu olan ırkların seviyelerinin düşmesi, eski medeniyetlerin ölmelerinin tek sebebidir. Çünkü milletlerin mahvına savaşların kaybedilmeleri değil, saf bir kanın özelliği olan direnme kuvvetinin ortadan kalkması sebep olmuştur. “Dünya yüzünde saf ırk olmayan her şey, rüzgarın sürükleyip götürdüğü bir saman çöpünden ibarettir.”
Hitler’den bekleneceği üzere ona göre, üstün ırkla en bariz tezadı Yahudi oluşturur. Yahudi dünyada milletleri en fazla belaya uğratandır ama o belalardan en az zararla çıkanlar da yine onlar olur. Onun zekası, beka içgüdüsünden kaynaklanır. Hiçbir zaman bir Yahudi mimari ve musikisinden bahsedilemez.
Medeniyeti meydana getirenlerin kökünü kazımak, cinayetlerin en nefret edilenidir. Allah’ın en büyük eserine tecavüze cesaret eden kimse Allah’a küfretmiş sayılır ve cennetin elden kaçırılmasına yardımcı olur.
Bu düşünce yapısının Hitler’de nasıl bir devlet tasavvuru oluşturacağı iyice belirginleşmiştir. Ona göre devlet bir gaye değil, bir vasıtadır. Üstün ırkın büyük bir medeniyeti kurması için gerekli bir vasıta… İnsanlığın mevcudiyetinin devamı için gerekli olan ilk şart devlet değil, üstün ırktır. Hitler biraz daha netleştirir gayeyi, şöyle der: “Gözyaşı döken barışseverlerin salladıkları ‘zeytin dalları’ ile sağlanmış bir barış değil, bütün dünyayı yüksek bir medeniyetin hizmetinde bulunduran bir hakim milletin üstün kılıcı ile sağlanmış bir barış.”
Hitler, vatan-millet/ırk düşüncesini şu sözleriyle taçlandırmaktadır: “Sadece bir tek mezhep vardır, o da millet ve vatandır. Bizim kavgamızın konusu ırkımızın hayatını ve gelişmesini sağlamaktır. Görevimiz milletimizin çocuklarını beslemek, kanın temizliğini, vatanın bağımsızlığını korumaktır.”
Irkçı Devlet ve Nesil
Irkçı devlet ırkın halis (bozulmamış) kalmasına nezaret etmelidir. Bir milletin en değerli malı çocuktur. Irkçı devlet yalnızca sağlam olanların çocuk yetiştirmelerini sağlamalıdır. İnsan hastalıklı iken veya ırsî bir rahatsızlığı varken çocuk doğurmak en büyük bir ayıptır. Böylesi durumda en şerefli hareket, çocuk doğurmaktan vazgeçmektir. Buna devletin müdahale hakkı vardır. Devletin yanında ferdin arzuları bir hiçtir. Fizik ve ahlakça sağlam olmayan bir kimse çocuklarının vücudunda kendi sakatlığını devam ettirmemelidir. Fizikî ya da akıl sağlığı bakımından hastalıklı olanlar altı yüz sene çocuk yetiştirmekten men edilmiş olsalardı, bugün insanlık birçok vahim dertten kurtulurdu!
Hitler, çağımızda devletin rolünü anlamış, devlet telakkisinden bir şeyler kapabilmiş tek memleketin Amerika Birleşik Devletleri olduğunu ileri sürmektedir. Hitler ABD’nin neyini beğenmektedir? İşte cevabı: “Bu devlet sıhhatleri bozuk olan göçmenlerin kendi memleketine girmelerine müsaade etmemektedir.”
Dış Siyaset
Hitler’in dış siyasetle ilgili bazı değerlendirmelerine de kısaca yer vermek isterim. Bu anlamda İngiltere ile ilgili değerlendirmesi çok kısa ama öğreticidir. Avrupa kıtası üç yüz yıldan beri İngiltere’nin siyasi emellerinin egemenliği altına girmiş ve öylece kalmıştır. İngiltere devletleri birbirleri ile savaşa tutuşturmak suretiyle sağladığı kuvvet dengesi ile kendini selamette tutar. İngiliz siyasetinin göze çarpan en büyük özelliği: siyasi kuvvetinden iktisadi fetihler yapması ve sonra her iktisadi başarısını tekrar siyasi kuvvet haline getirmesidir. Hitler İngiltere ile ABD’ne daha mutedil yaklaşmakta, Fransa’yı ise adeta Almanların ezeli ve ebedi düşmanı olarak görmektedir. İngiltere’nin sevgisini kazanmak için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamalı, İngiliz sanayi ile rekabete girişmemeli demektedir. İngiltere’ye olan bu meylinin sebebini anlamak pek mümkün gözükmemektedir.
İngilizlerin ve Amerikalıların savaş propagandalarını psikolojik açıdan makul bulmaktadır. Çünkü bunlar düşmanlarını (Almanları) barbar/gaddar olarak tanıtırlar, düşmanın zorlu olduğunu öğretirler. İngiliz askeri cephede zorlu düşmanla karşılaşınca kendi üstlerine karşı hayal kırıklığı yaşamaz, güveni sarsılmaz, savaşma azmi kırılmaz.
Değerlendirme
Hitler’in kavgası kendisi için büyüktür kuşkusuz. Alışılmışın biraz dışında bir liderdir. Enerji doludur. Bu enerjisi onu öfke ile doldurmuştur. Öfke mutlak manada kötü değildir kuşkusuz. Hatta her dava adamı için gereklidir de, ama ölçüsünde, kıvamında ve yerli yerince.
Hitler’in ülkesinde dönen dolaplara ilişkin tepkisini kim yadırgar? Yahudilerin, ülkesinde yaptıkları fitne-fesada Hitler sessiz kalmamıştır. Aklı başında olan hiç kimse de –Yahudi veya bir başkası olsun- bu nifak olaylarına tavırsız olamaz. Maruz kalınan bu büyük hadiselere ‘vaaz u nasihat’ ölçüsünde tepki gösterenler, sadece nifak unsurlarının ekmeğine yağ sürmüş olurlar. Demek ki nifak olayları kesin sonuç alıcı sert tedbirlerle ancak durdurulabilir. Gel gelelim, bu ‘sert tedbirler’ elbette bir toplumu bütünüyle hedef tahtasına koyarak ve gaz odalarında toplu imhalarla telef etmek biçiminde olamaz.
Şüphesiz Hitler’in Yahudi soyuna yaptığı kırımla ilgili birtakım şaibeler vardır. Onları tartışmanın yeri burası değildir. Ben burada sadece Hitler’in, toplu katliam haricinde, ülkesini allak-bullak eden bir nifak şebekesine olan tepkisindeki haklılığa işaret etmeye çalışıyorum.
Hitler’in en büyük açmazı ‘üstün ırk’ felsefesindedir. Hitler adeta kendisini tanrı yerine koyarak, yepyeni bir Alman ırkı yaratmaya yeltenmiştir. Irkları üstün ve aşağı, gelişmiş ve geri kalmış ya da ileri ve ilkel gibi taksimata ayırmıştır. Beyaz insanı (onun da başında Almanlar geliyor) medeniyet kurucu, diğer ırkları ise, öküz arabasına öküzden önce koşulması gereken ‘geri kalmış insan’, adeta ‘insan öncesi varlık’ olarak açıklamaktadır. Hitler’in bu reaksiyoner düşüncesi, en az Yahudileri gaz odalarında yakması kadar batıl ve zalimcedir.
İşte bunun için vahye ihtiyaç vardır. Bunun için Allah’ın seçkin elçileri, insanlığa yol gösteren ‘deniz fenerleri’dir. Vahiysiz dünyanın, şamar oğlanı misali böylesine, bir dalaletten diğerine savrulmaları haktır. Hitler’in bu tipik ‘batılı’, ‘beyaz insan’ kibri hem on milyonlarca insanı heder etmiş, hem de kendisini, -önce karısını kafasından kurşunlayarak- kendi silahıyla vurup ortadan kaldırmak gibi bir akıbete duçar etmiştir. “Bugüne kadar teşkilat ve idare yönünden bir eşine dünyada rastlanmamıştır.” dediği anlı-şanlı Alman ordusu da her iki savaşta yenik düşmüştür.
Hitler’in hazin öyküsü bizlere bir kere daha vahyin büyüklüğünü ve ona teslim olmanın olmazsa olmazlığını telkin etmektedir. Vahiy varken başka kurtuluş yolları arayanlar, Hitler benzeri hayatlar yaşamaya niyetli kimseler olsa gerektir. Akıbet mutlaka muttakilerindir.
medurmus@yahoo.com
(Venhar)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *