Küresel Cahiliyenin Sindiremeyeceği Muvahhidler Olmalıyız

Türkiye’nin siyasî gücünü abartanlardan değiliz. Bununla beraber Türkiye’nin İslam bakımından merkezi bir role sahip olduğu da inkâr edilemez bir gerçektir. Bu, İslam’ı Araplıkla özdeşleştiren arabizm hastalığının muadili bir tez değildir.

KÜRESEL CAHİLİYENİN SİNDİREMEYECEĞİ MUVAHHİDLER OLMALIYIZ

Mehmed Durmuş

Küresel cahiliye düzeninin Müslümanlara yönelik kuşatma projeleri, hızından hiçbir şey kaybetmeden sürüyor. Onlar Müslümanları, sadece denileni tekrar edecek bir biçimde itaat kültürüyle yetiştirmeye çabalıyorlar. Bu kültürü hazmetmiş, Müslüman isimli insanları çok seviyorlar. Bunda şaşılacak bir şey de yok. Çünkü herkes kendi tıynetine göre iş yapar. Bir ayıdan atın asaletleri beklenemeyeceği gibi, timsahtan Yunus balığı olması istenmez. Kimse akrebi kelebek gibi sevemez.

Şu var ki, Müslüman ismini taşıyan toplulukların, küresel cahiliyenin iblisçe tuzaklarına düşmeleri kolay kanıksanacak bir durum değildir. Şu andaki ‘müslüman’ topluluklar, İslam’ın son tebliğinden bu yana geçen 1400 yıllık bir tecrübeyi okuma imkânına sahipler; İslam’ın diğer nebilerinin tevhid mücadelesi ilave bir zenginlik ihtiva etmektedir. Kur’an ise, birbirini tutmayan birden fazla nüshaya ayrışmaksızın, sahihliği üzerinde hiçbir tartışmaya meydan vermeksizin, tezekkür ve tefekkür etmek isteyen herkes için en büyük hazine olma özelliğini sürdürmektedir.

Buna rağmen kendini Müslüman olarak tanımlayan grupların bu kadar dalalete düşmeleri, tabi ki hayreti muciptir.

Peki, neden böyle olmaktadır? Neden çağımızda Müslüman kavimler kolayca yönetilip, yönlendirilmekte, sevk ve idare edilmekte, kırpıp kırpıp liberaller, ‘mim-demokratlar’ yapılmaktadır? Neden Müslüman olduğunu beyan eden toplumlar, mensup olduklarını iddia ettikleri dinleri üzerinde bu kadar kuşku duymaktadırlar? ‘Müslüman’ bir topluluğun kendi fikrî temellerinden bu kadar rahatsız olması normal midir?

Kuşkusuz değildir. Bunun sebebi ise birinci derecede siyasîdir. Bu siyasî bilinç diri olduğu dönemlerde Müslümanlar, fiziken kâfir bir toplumun egemenliği altında yaşasalar da, siyasî duruş, fikir ve iman bakımından asla eziklik duymamışlar, bilakis başları hep dik olmuştur. Kur’an, Müslüman olmayanlara hitap edeceği zaman, “De ki ey kâfirler!” diye söze başlamaktadır. Peygamber (a.s) hangi kâfire hitap edecek olsa, sözlerine, dalalette olup, Müslüman olmakla kurtuluşa erecek biri nazarıyla başlamıştır. İslam’ın, insanı kul yapan, kulun sadece Allah önünde eğilmesini, Allah’ın dışında hiç kimsenin önünde rükû ve secde pozisyonuna girmemesini öğreten ilahî ilkeleri, müslümanın siyasî bilincini de inşa etmiştir. Bu ince nokta yeterince fehmedilemediği sürece, dinî çevrelerde bin tane daha tefsir yazılsa yine de tevhid-şirk karşıtlığının esası anlaşılamayacaktır.

Türkiye’nin siyasî gücünü abartanlardan değiliz. Bununla beraber Türkiye’nin İslam bakımından merkezi bir role sahip olduğu da inkâr edilemez bir gerçektir. Bu, İslam’ı Araplıkla özdeşleştiren arabizm hastalığının muadili bir tez değildir. İslam coğrafyasında -İran’ı hariç tutarsak- hemen her toplumun gözü, Türkiye’ye çevrilmiş durumdadır. Herkes Türkiye’den önemli şeyler beklemektedir. Fakat Türkiye’den asıl, patronu ABD olan küresel şebeke önemli işler beklemektedir. Türkiye’den beklenenler önemli işler vardır.

Kendini İslam’a nisbet eden Türk halkının zihinlerinin işgal ve esir edilmesi gerekmektedir. Türk toplumu İslam’ı, bir inanç sistemi olarak kabul etmelidir. İman etse de, etmese de, İslam’a ‘saygılı’ olan herkes Müslüman sayılmalıdır! Müslüman olmaktan ziyade, “İslamî hassasiyetleri olan” kişiler olmak mühimdir! Namaz kılmak, oruç tutmak, içki içmemek gibi fiilî durumlar, dindarlığın derecelerini gösteren değerlerdir ama Müslümanlığın yegâne ölçüsü bunlar olamaz! Bilhassa çağın ‘evrensel değerler’ adı verilen Lat, Menat, Hubel’lerine perestij eden yılışık/sırıtkan ‘müspet’ insanları İslam dışı saymak en büyük aymazlık olur! İslam’ı siyasallaştırmak isteyen bir avuç marjinal vardır ama bunlar asla kaale alınmamalıdır! Bunlar hep olacaktır. Bunlar Haricî, Vahhabî, İrancı, fundamentalist gibi yaftalarla etkisiz hale getirilmelidir!

Beklentiler listesini uzatmak mümkünse de gereksizdir.

İşte Türkiye’de bu beklentiye koşar adım cevap veren önemli bir yapı oluştu. Bu yapıyı siyaset alanında AKP, ideolojik/kültürel alanda, Atasoy Müftüoğlu ağabeyin tanımıyla Neo-Nurcu hizip temsil etmektedir. Tabi Neo-Nurcu deyimi, klasik nurculuğun makbul olduğu gibi bir anlam çağrıştırmamalıdır. Mistik hezeyanlar bağlamında nurculuğun eskisi ve yenisi arasında bir fark bulunmamaktadır. Fakat Neo-Nurculuğun şu anki misyonu çok daha önemlidir.

Pazar günü (17 Temmuz 2011) Ankara’da dergimizin düzenlemiş olduğu piknikte konuşan Atasoy Müftüoğlu ağabeyin bu konuyla ilgili açıklamaları oldukça önemliydi. Atasoy ağabey, Neo-Nurculuğun doğrudan zihinlerimizi işgal etmeye yönelik politikalarını esas alarak, bu akıma karşı Müslümanların son derece bilinçli olmaları gerektiği üzerinde durdu. Zihinlerimizi işgal etmek maksadıyla, ilgili akımın elebaşıları tarafından ‘dinî yalanlar’ uydurulduğunu, Peygamber (a.s)ın Said Nursi ve Neo-Nurculuğun ‘Amerikalı’ lideri yanına eklenerek -manevi âlemde değil- gerçek âlemde evlere getirildiğini, oradakilere, yaptıklarının tasdiki meyanında sırtlarını sıvazlayan konuşmalar yaptırıldığını anlattı.

Bütün bunlar niçin? Çünkü kendini İslam’la tanımlayan milyonlar ancak bu şekilde sürüleştirilebilir; bilinçleri tamamen iğdiş edilebilir, kısacası bir toplum ancak bu yolla şirke sevk edilebilir. Bu açıdan Atasoy ağabeyin konuşması son derece ufuk açıcıydı. Mehmet Pamak Bey’in konuşması da onu teyid ediyordu.

Burada şunun altını bir kez daha kalın çizgilerle çizmek gereği hasıl olmaktadır: Bizler, ortalığı işgal eden bu tür mistik hezeyanlara, AKP-F. Gülen ortaklığındaki siyasal ve fikrî kuşatmaya, Neo-Nurculuğun dünya çapında palazlandırılmasına, Türkçe olimpiyatları gibi, Neo-Nurculuğa şampuan vazifesi gören etkinliklere bakıp da asla kendi imanımızdan kuşkuya düşmüyoruz. Kur’an’ın, biz mü’minlerin Kitabı olduğundan, yegâne referansımızın Kur’an olduğundan hiçbir şekilde şüphe etmiyoruz. Allah’a hiçbir şeyi ve hiç kimseyi şerik koşmayacağımızı bize bu Kitap öğretmiştir. Şu anda yeryüzünde bu akideyi DİN olarak kabul etmiş azımsanmayacak kadar insan mevcuttur. Zaten sayısallık, hakikatin peşinde olanların ölçüsü de değildir. İslam’ın dışındaki bütün ‘izm’ler, bütün ideolojiler ve İslam görünümlü bütün şeytanî tuzaklar tıpkı örümceğin ağı gibi, üfleyince uçacak kadar çürük, zayıf ve dayanıksız yapılardır. Hele Kur’an’ın karşısında bu örümcek evlerden herhangi birinin durması olanaksızdır.

Bizler, ‘neo’suyla, klasiğiyle bütün nurculara, bütün fırkalar mensuplarına, bütün ideoloji müntesiplerine sadece ve sadece Kur’an’ı önermeye devam etmeliyiz. Kur’an’a çağırmayı sürdürmeliyiz. Çağırdığımız Kur’an elbette önce bizi eğitmelidir. Kur’an var olduğu müddetçe bizim zihinlerimizi hiç ama hiç kimsenin esir alamayacağını herkes anlamalıdır.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *