Allah: “Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Çünkü ne yeri yarabilirsin ne de boyca dağlara erişebilirsin.” (İsra-37) diyerek, kendini büyük sananların hadlerini aslında güzelce bildirmekte, gerçek büyüklüğün kaynağının ne olduğunu ortaya koymaktadır.
K-b-r kökünden türeyen kibir kavramını, Kur’an genellikle toplumsal statüsünden, soyundan, zenginliğinden, gücünden v.b durumlardan dolayı kendini büyük gören ve kendini beğenen kimselerin takındıkları tavrı tanımlamak için kullanmaktadır.
“Kibir, insanın kendini beğenmesinden, başkasını küçük görmesinden doğan, insana mahsus bir tutum/davranıştır.” Kibir, İnsanın, sahip olduğu bazı özelliklerden dolayı kendini başkasından üstün görmesidir. Gerek kibir gerekse aynı kökten gelen ve anlam olarak birbirine yakın olan tekebbür ve istikbâr kavramları; başta Allah’a karşı büyüklenerek, ona boyun eğip kulluk etmeyi kendine yediremeyerek asilik yapmak, rasullerine ve onların davetine karşı koymak, davete sırtını dönmek, daveti ve davetçiyi beğenmemek ve kendini diğer insanlar nezdinde büyük ve üstün görmek anlamlarında birçok ayette yer almaktadır.
İnsan, her şeyin sahibinin ve yaratıcısının Allah olduğu bilinciyle, Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükrün gereği olarak tevazu sahibi olacağı yerde, sahip olduğu bu nimetlerden dolayı başkalarından kendini üstün görerek büyüklenmekte ve böylece nimeti verene karşı nankörlük etmektedir. Kibir sahibi olan kimse kendini merkezi bir konumda görmekte, çevresinin kendisine göre şekillenmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu inanç onun kendini müstağni görmesine neden olmaktadır. Toplumun ileri gelenleri kibirlerinden dolayı, Allah’ın Elçisi’nin etrafında yer alan zayıf ve fakir kimseleri küçümsemiş ve bu durumdan dolayı Allah’ın elçisini kınamışlardı da, bu durum karşısında Allah kınayıcıların arzularına göre davrandığı takdirde elçisinin zalimlerden olacağını bildirerek onu uyarmıştı… (En’am-52)
Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanın karşılığı ebedi olarak hidayetten mahrum kalmaktır. Diğer bir deyimle kibir sahibi kimse -kibri nedeniyle- her zaman doğru yoldan yüz çevirecektir. Allah, kibir sahibi olan kimseyi ayetlerinden uzak tutacağını (A’raf – 146); “Büyüklük taslayanları asla sevmediğini; kibirlenenlerin yerinin ebedi kalmak üzere cehennem olduğunu” bildirmektedir. (Nahl-23, 29)
Allah: “Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Çünkü ne yeri yarabilirsin ne de boyca dağlara erişebilirsin.” (İsra-37) diyerek, kendini büyük sananların hadlerini aslında güzelce bildirmekte, gerçek büyüklüğün kaynağının ne olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak insanın sahip olduğu kibir, onun gerçeği görmesine ve anlamasına engel teşkil ettiği için o bu uyarıya karşı aklen de, kalben de kapalıdır. Öyle ki bu kimseler vicdanen doğru olduğuna inandıkları halde kibirli olmaları nedeniyle gerçeği inkâr etmektedirler. (Neml-14).
“İnsanları küçümseyip yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez.” (Lokman-18) ayeti, mümin bir kimsenin kibirden uzak durmada azami hassasiyeti göstermesi gerektiği hususunda yeterince açık bir zikirdir. Allah’ın sevgisinden mahrum kalmak, diğer bir deyimle şeytanı sevindirmek istemeyen bir kimse kibirden uzak durmak için azami özeni göstermelidir.
İnsan, şunu unutmamalıdır ki: sahip olduğu hiçbir şey kendi eseri değildir. O “muhtaç” bir varlıktır. İhtiyaçlarını gidermek için tek başına yeterli gücü yoktur. Bu durum aynı zamanda ihtiyaçları oranında aciz bir varlık olduğunu da göstermektedir. O halde kibirlenip, böbürlenerek büyüklük taslaması şeytanın aldatmasına yenik düşmesinden başka bir şey değildir. Ordulara hükmeden, dünyaya boyun eğdiren bir kralın, gözle görülmeyecek kadar küçük olan bir mikroba yenik düşmesi aslında insanın gücünün ne kadar da anlamsız olduğunu göstermektedir. Keza sahip olduğu hazinelerin anahtarlarını kölelerine taşıtan Karun ölünce kendisiyle beraber beş kuruş dahi götürememişti. Kur’an bu dünyaya ait her şeyin aslında bir oyun ve oyalanmadan ibaret olduğunu söylerken; insana kibirli olmaktan uzak durmasını en ibretli bir ifade ile anlatmaktadır. Ancak bu ibretlik anlatımdan bile bir şey anlamayanlar kibirlerinin esiri olarak ebedi yurtlarını da kaybetmektedirler.
Kibrin zıddı tevazudur. Tevazu alçakgönüllülük, haddini bilmek demektir. Tevazûnun anlamı dikkate alındığında kibirli olmanın ne anlama geldiği daha iyi anlaşılmaktadır. İnsanın sahip olduğu nimet arttıkça bu artış oranında tevazusunun da artması gerekir. Bu insanın nimete karşı nankörlük etmemesi, şükretmesi demektir. Bundan dolayıdır ki takva sahibi kimseler sahip oldukları ilim, mal, mülk, makam, mevki, güç v.b. nimetlerle orantılı olarak daha çok tevazu sahibi olurlar. Tıpkı malı fazla olanın daha çok zekât vermesi gerektiği gibi…
Kibir, öyle bir duygudur ki insanın bütün davranışlarına etki eder. İnsanı tercihlerinde bencil, ilişkilerinde kıskanç, beğenilmeye aşırı istekli, eleştiriye tamamıyla kapalı, menfaatçi ve cimri yapar. İyilik yapma düşüncesini öldürür, merhamet ve sevgi duygularını yok eder. Kişi, her şeyin kendi kontrolünde olmasını ister. Kibir, şeytan ahlakının temelini teşkil eder. Kibir, şeytanın yalnızca ahlakı değil, aynı zamanda sıfatıdır da. Kibrin insana verdiği en büyük zararlardan birisi de mü’mine yaraşır huylar edinmesine engel olmasıdır.
Kibirli bir kimse sürekli farklılık peşinde koşar. Bu, etrafına karşı küçümseyici bir tavır takınmasına neden olur. Rakip olarak gördüklerini küçük görür ve gösterir. Hep beklenti içindedir. Beklentileri gerçekleşmediğinde de çok kırıcı olur. Kendini sayıp, saygı göstermede kusur edenlere karşı tahammülsüzdür. En büyük arzusu takdir edilmek, beğenilmek ve övülmektir. Bu gerçekleşmediği takdirde çevresini suçlayarak onlarla hesaplaşmaya girer. Onları kıymet bilmez ve nankör olarak görür.
Kibirli insan, üstünlüğü takvada değil, sahip olduğu değerlerde görür. Bu nedenle sürekli daha çok şeye sahip olma hırsıyla yaşar. Daha çok mal, daha çok zenginlik, daha çok şöhret, daha büyük makam, daha büyük güç vb. değerleri elde etmek için hayatını harcar. Aslında kibirli insan, “bizatihi kendisi bir değer olmayan” insandır. Kendisi bir değer olmadığı için de, dışarıdan sağladığı mal, mülk, unvan gibi değerlerle kendini değerli kılmaya, eksikliğini bu şekilde tamamlamaya çalışır.
Küfür ve inkârın en önemli nedenlerinden biri de kibirdir. Şeytanın isyanı ve vahye muhatap olan toplumlarda ileri gelenlerinin çoğunluğunun isyan ve inkâr etmesinin sebebi önemli ölçüde kibirlerinden kaynaklanmaktadır. Bu durum Kur’an’da sıkça yer almaktadır. Örneğin Müddessir suresinin 24. ve 25. ayetlerinde şöyle denmektedir:
“En sonunda da sırt çevirdi. Büyüklük tasladı ve şöyle dedi: bu eskilerden kalan bir sihirden başka bir şey değildir.”
“ … size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz?” (Bakara-87).
Kibir, sahibini Nemrut, Firavun, Karun, Hâmân, Tiran, Şah, Hitler, Lenin, Stalin yaptığı gibi; kimi cahalet ehlinin de kendisinin müceddit, müctehid, evliya, kutup, gavs, bedî, elçi v.b. sanmasına da neden olan bir duygudur. Bu duyguya yenik düşen kimse için sonunda yukarıda sayılanlardan biri gibi olmak kaçınılmaz olur. Zira bu öyle bir duygudur ki insanın kendini olağanüstü varlık, başkalarını da sıradan yaratıklar gibi görmesine neden olur.
Bu hastalıklı ruh halinin ortaya çıkmasının arkasında insanın dışarıdan elde ettiği güç ve imkân vardır. Bu güç ve imkân; kişisel özellik, statü farklılığı ve bilgi olabileceği gibi siyasi, sosyal ve ekonomik güç de olabilir. Allah’ın bu kimselere “büyüklük taslamalarından dolayı ayetlerini doğru anlama imkânı vermediği için” (A’raf-146), bunların yaptıkları her işin sonucunda mutlaka şer ve bela vardır.
Hadis kaynaklarında da kibir şirkle bir tutulmakta ve aynı oranda yerilmektedir. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir olanların cennete gidemeyecekleri; kendini büyük görenlerin, kibirli kibirli yürüyenlerin, Allah’ın huzuruna Allah’ın kendilerini gazaplamış olarak çıkacakları yer almaktadır.
Kibirli kimseler zaman zaman veya bazı durumlarda tevazû gösterisinde bulunurlar. Aslında bunun gerçek tevazûyla bir ilgisi yoktur. Bu tamamen kibrin bir gereğidir. Bu aslında takdir edilme arzusundan kaynaklanan bir durumdur. Keza çevresinde âlim olarak bilinen bazı kimselerin kendilerini “aciz ve cahil” bir kul olarak tanıtarak söze başlamaları riyakârca bir kibirlenmeden başka bir şey değildir. Veya genellikle tasavvuf ehli kimselerin “bu günahkâr, bu fakir” diyerek söze başlamaları da aslında gizli kibirden başka bir şey değildir. Bu kimseye işlediği bir günah hatırlatıldığı takdirde anında öfkelenir ve kızmaya başlar. Gerçek yüzü ortaya çıkar. Mütevazı olmakla mütevazı gibi görünmek aynı şey değildir. Bu, tevazu ile kibir arasındaki fark gibidir.
Kibir sahibine karşı mütevazı olmak insanın kendisine, kişiliğine karşı hakarettir. Kibir sahibinin kibrini sergilemesine seyirci kalmak, ona fırsat vermek veya kibrini görmezlikten gelmek en basit tanımlamayla onun kibrine ortak olmak demektir. Bu kişiliksizlik, sünepelik ve yalakalık demektir. Kendini üstün gören, başkasını küçümseyen bir kimseye haddini bildirecek şekilde davranmak İslami bir şahsiyet sahibi olmanın gereğidir. Kibirli olmak ne kadar günah bir davranışsa kibirliye karşı haddini bildirecek şekilde davranmak da o kadar sevaptır.
Sonuç olarak kibir temelde insanın herhangi bir sebepten dolayı kendini başkasından üstün görmesi olarak tanımlanabilir. Bu sebep ilim olabilir, mal-mülk olabilir, soy-sop olabilir, güç-kuvvet olabilir veya güzellik ve şöhret olabilir. Özellikle ilim sahipleri, kibir hastalığına, başkalarına göre daha fazla yakalanma riski taşımaktadır. İmam Gazali bu konuda şu tespiti yapmaktadır: “İlim sahipleri kibir hastalığına, başka insanlardan, daha yatkındır; Çünkü başkalarında olmayan bilgileriyle kolayca üstünlük hissine kapılabilirler. Kibir herkeste -farklı derecelerde de olsa- bulunan bir hastalıktır. Bu hastalığın çaresi “gerçek mütevazı” olmaktan geçer. Kibirli olmaya sebep olan etkenler gibi, mütevazı olmayı sağlayan etkenler de vardır. Bu etkenler öncelikle Allah’ı, yalnızca Allah’ı, Rabb ve İlâh olarak bilmek, sürekli Onu zikretmek, iman ve ihlâs sahibi olmak, dini ve kulluğu Allah’a has kılarak ona teslim olmak ve ona yönelmektir.
Gerçek üstünlüğün yalnızca takvada olduğuna samimiyetle iman etmek ve takva sahibi olmanın gereğini yerine getirmektir. Dünyanın yalnızca sınav yurdu olduğuna, dünyada olan her şeyin gelip geçici olduğuna, bir oyun ve oyalanma olduğuna, her şeyin sahibinin Allah olduğuna iman etmek ve bu imanı ahlakıyla da tasdik etmek… Bunlar da mütevazı olmayı ve kibir pisliğine karşı korunmayı sağlayacak şeylerdir.