Getirdiklerimiz didik didik aranıyor, yemekler ellerindeki kocaman bir metal parçasıyla çorba gibi karıştırılıyordu. Aynı metal parçası herkesin getirdiklerine batıp çıkıyordu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, evden gelen yemeği kokusundan tanıdığını söylerdi Ercümend.
PAZAR OLAYI
Bir gün annem ile pazarda dolaşırken, bizim astronomi doçenti arkadaşın eşine rastladık. Gülümseyerek bize doğru yürümeye başladı ve “Nasılsınız, iyi misiniz?” diye o beylik soruyu sordu.
Ben sevinmiştim. Daha ağzımı açıp da “İyiyiz. Siz nasılsınız?” demeye kalmadan “Biz hiç iyi değiliz. Kocan kocamı kandırana kadar iyiydik.” diye bana doğru hem yaklaşıyor, hem de sesini yükseltiyordu. Doğrusu çok şaşırmış ve korkmuştum. Oldum olası çirkeflikten, çirkefleşmekten kendimi sakınmışımdır. Olayı fark etmeyen annemin yanına gelip “Hadi annecim gidelim artık” diyebildim. Kadıncağız şaşırdı, ne olduğunu anlayamadan, “Daha yeni geldik, bir şey almadan mı gideceğiz?” diye şaşkınlığına cevap ararcasına yüzüme bakıyordu. Ben hızla pazardan çıkınca o da çaresiz peşimden geldi.
O anda hem bir tartışma çıkmasından korkmuş, hem de anneme bu rezaleti nasıl anlatacağımı bilememiştim. Olayı paylaşacak kimse yoktu çevremde. Utanıyordum, bizlerin arasında böyle bir şey nasıl olabilirdi!.. Kocalarımız bir şeyleri paylaşmışlarsa, onun için de başlarına gelenlere razıysalar kavgası karılarına mı düşerdi. Bir de üstelik kandırıldı dediği kocası doçent, benim kandıran durumunda bırakılan kocam ise onun yarı yaşında bir üniversite talebesiydi.
Annemle eve geldik. Ben hemen dışarı kaçtım annemin sorularına ne cevap vereceğimi bilemediğim için. Kadıncağızı başımızda olması, bize sahip çıkması için babam yanımıza yolluyordu sık sık. Ne diyecektim şimdi ona.
Ne yapacağımı şaşırmış vaziyette apartmanın bahçesinde kenardaki duvarın üzerinde oturuyordum ki o sırada Tandoğan geldi.
– Hayırdır bir şey mi oldu?
Bir şey olmayan anımız yoktu ki! Onu görünce birden kendime geldim. Kimseyle paylaşamadıklarımı onunla konuşabiliyordum. Kimseye diyemediklerimi ona açmak beni rahatlatıyordu. Olanı biteni endişeli gözlerle anlattım. Hepsini sabırla dinledikten sonra,
-İlahi abla, insan böyle bir fırsatı kaçırır mı! Şöyle bir saç saça baş başa girecektiniz ki işe yarayacaktı. Dosta düşmana seyir çıkacak, yarınki gazeteler boy boy resimlerinizi basıp, haberlerinizi verecekti “Kocaları aranan şeriatçıların hanımları pazarda kapışarak kozlarını paylaştılar” diye. Doğru söylüyorum, Türkiye çapında hatta sınır ötesi faydanız olurdu kocalarınızın sahiplendiği davaya.
Bu da ne demek oluyor dercesine yüzüne baktığımda, olan bitenle inceden inceye dalga geçerek benim çok ciddiye aldığım olayı komik hale getirmek için böyle davrandığını anlamıştım. Beraberce gülmeye başladık. Öyle bir hafiflemiştim ki anlatamam. Biraz sonra içeri girdik. Ama annem pazar konusunu hiç açmadı, açsaydı rahatça anlatabilirdim artık.
Açıkçası aklını devreden çıkaran dost bildiklerimiz de, hırslarının esiri olan düşmanlarımız da bu çağrıya birlikte karşı koyuyorlardı adeta.
Bu olup bitenler, planlar, tutulan yol, girişilen eylemler eleştirilmemeliydi, olduğu gibi kabul görmeliydi anlamına gelmemeli bu dediklerim. Ama ne yazık ki, doğruya doğru eğriye eğri demek yerine, her nedense doğruya eğri eğriye doğru demeyi yeğliyor insanoğlu çoğu zaman. Çünkü işine öyle geliyor. Egemen olana baş eğmek ikbal kazandırıyor bu alemde, hesap gününü düşünemeyecek kadar gözünü hırs bürüyenlere.
KAÇAKLARIN DÜNYASINDA OLUP BİTENLER
Bizim cephede bunlar olup biterken, asıl hareket diğer taraftaydı. Kaçaklar boş durmuyorlar, İslam ve siyasi boyutu ile ilgili beyannameler bastırıp hem dağıtıyorlar hem de devlet büyüklerine postalıyorlardı. Onlar böyle yaptıkça dışarıdaki telaş ve hırs daha da bir artıyordu.
Bu bildirilerde en çok vurgulanmak istenen nokta “Allah’ın kanunlarıyla hükmetmeyenlerin kafirler olduğu ve Müslümanların da bu konuda, yani seçtikleri yöneticiler konusunda, Allah’a karşı sorumlu olduklarıydı.”
İsmet İnönü “Biz bunların kökünü kazımıştık. Nereden çıktı gene bunlar?” diye şaşkınlığını dile getirmişti kendine postalanan beyannameyi alıp okuyunca.
Bazı şeylerin kökü kazınamıyor! Hele kökler derindeyse, daha güçlü ve daha sağlıklı olarak boy atıyorlar. Bu onların tabiriyle ‘doğa’nın kanunu. İslam’ın tabiri ile de Sünnetullah’tır. Asla değişmez bu kural.
Dedikodular da almış başını gidiyordu. Mucur’daki ve Mucurlular arasındaki söylentilere bakılırsa, Ercümend perişan bir vaziyette aç susuz dolanıyordu. Tanınmamak için de saçı sakalı birbirine girmiş, yırtık pırtık elbiseler içerisinde iki büklüm halde saklanıyordu. Birilerine göre, suçunun ağırlığı belini bükmüştü.
Dedikoduların yarattığı efsaneler hiç bitmez bizim topraklarda. Bir anda masallara kahraman oluvermek işten bile değildir.
Doğrusu basın da bu konuda, ne o zaman ne de bu zaman efsanecilerden pek de geri kalmıyor. Yazıp çizilenlere baktığımda şaşırıp kalıyordum. Akılsız dost akıllı düşman olayı mı desem, yoksa her şey son derece bilinçli bir biçimde saptırıldı mı desem şaşırıyorum.
Bilinçli bir biçimde saptırılacak ise, düşman bildiklerimiz saptırmalı değil miydi? Halbuki tam tersi, muhafazakar bilinen basın konuyu müslümanlara öyle bir tanıtıyordu ki, gelenekselleşmiş müslümanlar, İslam’a karşı olanlar kadar şiddetle karşı koyuyorlardı bu çağrıya.
Müslümanlar tarafından en çok rağbet gören gazetelerden biri olan Tercüman’ın köşe yazarlarından Ahmet Kabaklı, “Bunlar yeşil komünist” diye tanıtıyordu olayın kahramanlarını ve devam ediyordu, “Müslümanlar iyi bellesinler. Bilir bilmez laf eden sözde ilericiler öğrensinler, polisimiz erken davransın ki, ayağa dolaşan ve muhterem Türk halkının imanını ezmeye kalkan bu suçlular derhal yakalansınlar.”
İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker ise Milliyet gazetesinde: “Böyle rahat çalıştığına bakıp dernekler kanununa göre kurulmuş bir dernek olduğu sanılmamalıdır. Gizli bir dernek. Bugünkü rejimimizi beğenmiyorlar. Hilafetin getirilmesini ve bir din devleti kurulmasını istiyorlar. Hem de bunu bizim kriptolar gibi ‘proleterya diktası kurulsun diyorsak, bu, silahlı ayaklanmayla kurulsun demiyoruz ya… Komünistlik onu öyle söylemektir’ diyerek yapmıyorlar. Açık açık ve mert mert; ‘kalkın ey ehli din, alın baltanızı sopanızı, bu rejimi devirelim’ diyorlar.” diyordu.
Doğrusu, Metin Toker’in de objektif olabilmek için en fazla birkaç satır sabredebildiği gözden kaçmıyor. Sonunda gazeteciliğini gösterip, işin içine baltayla sopayla rejim devirmek gibi bir hayal dünyasında yaşayan tiplemeleri oturtuveriyor. İşin merkezine…
Halbuki tam tersi; baltasız, sopasız, topsuz, tüfeksiz, silahsız bir fikir devriminden yana idi bu mücadelenin amacı o günlerde de, bu günlerde de.
Görüldüğü gibi dost olması gerekenler akıllarını başlarına toplayamadıkları için dost olamadıkları gibi akıllı düşman da olamadılar. Aklının önüne duygularını, hırslarını, ön yargılarını geçirmemeyi başarmakta acz içine düştüler. Neye inandıklarının, neye hizmet ettiklerinin farkında mıydılar acaba!..
Burada konuşulması, tartışılması gereken ortaya atılan konunun, daha doğrusu davanın ne derece ‘İslami’ olduğu iken, müslüman diye bilinen muhafazakar kesimin, işi ‘yeşile boyanmış komünizm’ diye algılamasına gülmekten başka bir şey gelmiyor içimden doğrusu. Bu yargıya o günlerde de önce çok şaşırmış, sonra da ancak gülümseyebilmiştim.
Bütün bunlar olup biterken Ercümend ile birlikte hareket eden arkadaşları, Menekşe sokakta bir daire tutmuş orada kalmaya başlamışlardı. Alış-verişlerini birileri yapıyor, kendileri de etraflarına davalarını anlatmaya uğraşıyorlardı.
NECİP FAZIL’IN GELİŞİ
O günlerde Necip Fazıl, İstanbul’da Büyük Doğu dergisini çkarıyordu. Dergisinde, şairane bir duygusallıkla kendince İslami bir söylemi dillendiriyordu. Bu arada basından Tahrir olayını takip ediyor, anlamaya çalışıyordu. Büyük Doğu’da konuyla ilgili olumlu bir de yazı yayınlamıştı. O cenahtan iyi sinyaller alan Ercümend ile grubu, Necip Fazıl ile irtibata geçmeye karar vermişler. Dışarıyla bağlantılarını sağlayan arkadaşları Halit Serim ile ona haber salmışlardı. Halit Bey İstanbul’a gitmiş Necip Fazıl’ı Bağdat caddesinde oturduğu köşkte ziyaret etmiş, Ercümend’in ona yazdığı davet mektubunu vermişti. İki gün süren bir görüşmeden sonra misafiri ile Ankara’ya gelmeye karar vermişti. Bu iki gün zarfında pek çok soru soran üstat en fazla da maddi konuları sorgulamış, sonunda birlikte gelmek için yola çıkmışlardı.
Havaalanından bindikleri taksiden inince onları almaya gelen ikinci taksinin şoförü tesadüfen komşu oğlu çıkınca, büyük organizasyon gibi algıladığı bu olay Necip Bey’i çok etkilemişti.
Ankara’ya gelince önce Saadettin Bilgiç ile görüşmek istemiş, saat 10’a kadar onunla buluşup görüşmüş. O zamanlar Ulaştırma Bakanı olan Saadettin Bilgiç’e “Ne diye o masonun emrini kabul ettin!’ diye de epeyce bağırıp çağırdığını anlatmıştı Halit Bey daha sonra.
Saadettin Bilgiç görüşmesinin ardından sıra asıl konuya gelmişti. Maltepe camiinin oralarda bir yerlerde buluşacaklardı bizim kaçaklarla. Esat’tan bindikleri taksi de tanıdık çıkınca bu organizasyonun şüphe götürür yanı kalmamıştı olayın yabancısı olan Necip Bey açısından. Üstadın bundan çok etkilendiğini söylerdi Ercümend her konu açıldığında. Onlar bunun böyle olmasını istememişlerdi. Bu tür yanlış anlaşılmalar, olduğundan farklı görünmeye çalışma gayretleri Ercümend’e göre değildi. Olayın içinde olan arkadaş da bunun böyle olmasını planlamamıştı. Olay bir anda öyle gelişmişti. Usta şair, ulaşım organizasyonunu anlamaya çalışırken toplantı da başlamıştı.
Necip Fazıl’ın bir başka merakını dile getirirken sorduğu soru da ilginçmiş. Bu saklanma işini nasıl başarıyorsunuz? Karakola çaycılık mı yapıyorsunuz? Ercümend’in cevabı da “aynen öyle, dediğin gibi yapıyoruz” olmuş. Çünkü aynı binada üst düzey bir emniyet görevlisi de oturuyormuş. Özkan bir gün tuttukları evin önünde tesadüfen jipine binerken gördüğü kişinin komşuları olduğunu sonradan öğrenmiş. Önce kendileri için geldiğini sanmış. Öyle olmadığını görünce de telaşa gerek olmadığına karar vermişler.
Konuşmalar uzadıkça Necip Fazıl’ın fikirlere olan hayranlığı artıyor, bu çabaların içinde kendine de görev istiyordu.
Bu davanın bir neferi olarak çalışırım diyerek bu yolun doğruluğuna ve sağlamlığına olan inancını belirtiyordu. Para yardımı yapın Büyük Doğu’yu günlük çıkaralım bu yolla fikirlerinizi tanıtalım diyordu. Fakat Hizbüt Tahrir’in, fikri ilişkilerde parasal konulara girmemek gibi bir ilkesi vardı. Merkez’in bu konuya ciddi biçimde karşı çıktığı biliniyordu. İşin içine Allah rızasından başka bir şeyi karıştırmamayı kural haline getirmişlerdi. Buna benzer bazı sebeplerden dolayı Annan, Necip Fazıl ile görüşme konusuna sıcak bakmıyordu. Bu görüşmeleri kesmesi için Halit Serim’e talimat verilmişti.
Birlikte çalışmak konusunda ne karar verildiğini merak eden üstat birkaç kere Halit Bey’i aramış sonra da bağlantı kesilmişti.
Ercümend beyannameleri hazırlıyor, teksir edip postalıyorlardı. Bu davranışları ortalığı büsbütün karıştırıyor, yakalayamayanları çileden çıkartıyordu. Onu bir ele geçirelim derisini yüzüp ayakkabı yapacağım diyen mi ararsınız, hesap sormak için sıraya giren mi ararsınız! Bir tek, onu Kayseri lisesinden tanıyan sivil arkadaş “Biraz zor yaparsınız o dediklerinizi” diyerek Kayseri’de onunla yaşadığı olayı dile getiriyordu. “Kardeşine sataşan kaç kişiyi yumruklarıyla yere serdiğini biliyor musunuz?” diyerek. Yumruk yiyenlerden birisi de kendisiymiş çünkü.
Aşağı yukarı dört ay süren bu maceralı dönem Ercümend’in yakalanmasıyla onun açısında son buldu.
Ercümend, Verimli matbaasnda otururken, içeri giren iki sivil polisten biri, okuldan tanıdığı Özkan’ın karşısına geçip kimlik istemiş ve içinden çıkan resme bakıp “Bu eşiniz Mukaddes, bu oğlunuz Ömer, bu da kızınız Ayşe” deyince Ercümend de “Ben de Ercümend Özkan” diye cevaplamış sorar gibi yüzüne bakan polisi. Bunun arkasından hemen gelen “Buyrun emniyete gidiyoruz” davetine icabet etmemek ne mümkün.
Telsizler çalışıyor, jipler, polisler, alabildiğine bir telaş, sonunda emniyete varılır. Derisini yüzeceğini söyleyenlerle birlikte emniyetin girişinde iki sıra sivilin arasından geçen Özkan’ın kendi içinde yaşadıklarından haberdar olmayanlar ondan daha telaşlı bir haldeydiler. Ercümend o anda karşılaşacaklarının korkusunu ve telaşını sadece ve sadece Allah’a sığınıp içinden dua ederek yendiğini anlatmıştı sonraları. Allah’ım bu senin davan, ben şu anda onların nezdinde senin davana sahip çıktığım için suçluyum. Ya Rabbi ben önemli değilim, ama dava senin davan onu bunların eline bırakma. Onu sen koru.
“Allah’ın mazlumu koruduğuna, zalimin zulmü altındakilerle arasında sadece bir perde olduğuna ve onlara bir perde aralığı kadar yakın olduğuna bir kere daha inandım” diyordu hep.
Bir hafta süren gözaltı ve sorgulamalardan sonra Ankara Ulucanlar cezaevine gönderildi. Allah ona istediği gücü ve dirayeti vermiş, sorgular sırasında tebliğini de yapmıştı.
“Ben müslümanların İslam ile yönetilmeleri gerektiğine inanıyor ve sonuna kadar da bunu savunacağım” diyordu. Hayatında da, sorgulanırken de hiç takiyye yapmadı, çünkü böyle bir şeyin müslümana yakışmayacağı kanaatindeydi. O hep dosdoğru olmaktan yanaydı.
HAPİSHANE DÖNEMİ BAŞLADI
67’nin 10 Nisan’ında başlayan kaçaklık dönemi 4 Ağustos’a kadar sürdü. Bu dört aylık sürenin sonunda Ercümend’in kendi deyimiyle mahpushane dönemi başlamıştı. Ankara Ulucanlar cezaevinde yatarken bir yandan da mahkemeler sürüyordu.
Biz en yakınımızla görüşemezken karanlık ve küçücük hücrelerde tellerin arkasından birbirimize dert anlatmaya çalışırken, bir de konuştuklarımız dinlenirken; görüş odalarının en büyüklerinden birine getirmişler Ercümend’i o günlerin birinde ‘ziyaretçin var’ diye. Oda büyük ve ışıklı. Teller ise var yok arası. Gelen ziyaretçi, daha sonra Diyanet İşleri başkanı olan Lütfü Doğan. Ziyaret sebebi ise dışarıda iken kıymetini bilemediği Ercümend Özkan’a kıymetini yeni anladığını, dışarıda bu işlere bakan arkadaşları varsa onlarla görüşmek istediğini söylemekti. Ercümend’in buna inanacağına kendini nasıl inandırdı da bu işe kalkıştı akıl alacak gibi değil. Ercümend ise dışarıda kimsenin kalmadığını, treni kaçırdıklarını söyleyip olaya noktayı koymuştu. Lütfü Doğan, kalanların da yakalanmasını istiyordu anlaşılan!
Bir şey hep dikkatimi çekmiştir bu olup bitenler sırasında. Bu gidişe taş koymaya çalışanlar hep din alanında tanınan kimselerdi. Yani bu müdahaleler onlara yaptırılıyordu. Çünkü onlar karşı çıkarsa bu tepki daha etkili olur toplumun gözünde diye düşünülüyordu. Yani sonuç olarak İslam’ın önüne çekilecek set için, yine İslam konusunda kariyer sahibi, onu bilen ama savunmaktan korkan kişilere görev veriliyordu.
Emek mahallesi sekizinci caddeden bindiğim dolmuş ile hapishanenin oldukça yakınına kadar gidebiliyordum. Haftada iki gün görüş izni vardı. Buna ‘görüş günü’ deniyordu. Cezaevinin bahçesine girer girmez hemen sol tarafta kalan kulübeden sıra kağıdı almak için kuyruğa girerdik. Orada olmak, ister inanın ister şaşırın, o günlerde hayatımın en ilginç, en renkli dakikaları olmuştur. Bir yandan senin sıran benim sıram tartışmalarını izlerken diğer yandan da anlatılan hayat hikayelerini dinlerdim görüş başlayana kadar. Konuşulanlardan, oradaki insanların hayatlarına dair öyle öyküler ortaya çıkıyordu ki, kimine içim yanıyor kimine de gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Orada da gülünür mü demeyin. İnanın insanoğlu her yerde gülecek de ağlayacak da bir şeyler bulur hemen.
Yine böyle bir gündü. Yaşlıca birkaç hanım oturmuş dertleşiyorlardı. Ben ilgilerini çekmiş olacağım ki ‘Sen kime geldin yavrum’ diye bir soru sordular. Yüzlerindeki acıklı ve meraklı ifadeyi yadırgasam da ilgilerini karşılıksız bırakmaya gönlüm razı olmamıştı. İçeride yatanın beyim olduğunu söyleyince ilgileri bir kat daha artmıştı. Suçu neymiş diyorlardı meraklı bakışlarla. Ben bir an nasıl anlatacağımı, bu suçu nasıl tarif edeceğimi düşünürken aklıma ilk gelen “şeriatçılıktan” cevabı olmuştu. Bunun üzerine birbirlerine şaşkın şaşkın baktılar. Biri diğerine “o da neymiş” diye sordu? İçlerindeki en bilgici de “Müslümanlığın hası o” diye olaya açıklık getirdi. Bu açıklamanın üstüne diğeri de başka bir ilginç soru yöneltti, “Kocamış adama niye vardın be yavrum” diyerek, hepsi birden sorgu dolu bakışlarını bana çevirmişlerdi.
Benim neden orada oluşumun sebebi böylece aydınlandıktan sonra gelen yorum doğrusu hem ilginç hem de komikti. O hanımların yüzlerindeki, gözlerindeki o acıklı ifade görülmeye değerdi doğrusu. Ben bu ifadelerle bana bakılmasından hiç mi hiç hoşlanmamışımdır. Hayatta bana acınmasından nefret ederim. Onları, sorularıyla ve cevaplarıyla orada bırakıp yürüdüm.
Yalnız bu komik yorumun altında oldukça önemli bir gerçek de yatıyordu. O günlerde İslam, ona sahip çıkanlar kadar geçmişe aitti. Sadece ahirete yaklaşanların ilgilendiği, sadece yaşlılara gerekliymiş gibi algılanan, ibadet ve dualardan oluşmuş bir eylemdi İslam. Gençler arasında pek de rağbet gördüğü söylenemezdi. Gençliğin yüzü bambaşka bir yöne döndürülmüştü çünkü.
Bu arada bir yandan da içeride yatan bizimkilerin eşlerinden yakınlarından uzak durmaya çalışıyordum. Kaderine razı gelmek yerine bazıları suçlayacak birilerini arıyorlardı ne yazık ki.
Bu bahçede öyle değişik insan grupları, öyle değişik karakterler vardı ki. Bu kadar farklı kesimden insan da ancak böyle bir yerde bir araya gelebilirdi. Hırsızlıktan katillikten tutun da, siyasi suçlu yakınlarına kadar her türlü insanı başka nerede bir araya getirebilirsiniz ki!.. Hatta bir de subay annesi vardı aralarında, oğlu casusluk ile yargılanan ve uzun yıllar hapis cezası alan. Annesine göre oğlu suçsuzdu! Ama inanın dışarıda olanların yakınları mahkumlarının suçlu olduklarını kabullenmekte zorlanıyorlardı hep. Çok azı gerçekçiydi. Onlar insandı. İnsan ruhu deniz gibidir. Kirliliği hem içine alır hem de barındırmak istemez. Gün gelir kıyıya atar içindeki pisliği. Atar atmasına da, tortudan geriye kalan kimyasallar kana karışmıştır bir kere.
Bu arada koğuşta, onca sıkıntının arasında ilginç şeyler de yaşanıyordu.
Ercümend daktilosunun içeri alınmasına izin verilmesini istemişti hapishaneyi dolaşan savcıdan. Savcı ise “Biz seni fikirlerini yayma diye buraya koyduk. Olmaz öyle şey.” cevabını vermişti.
Bir başka gün, içeri attıkları Yahova Şahitlerinden biri savcının peşinden gidip tebliğini yapmaya çalışıyormuş. Savcı ona dönüp “Git be adam başımdan, gül gibi dinimiz varken seni mi dinliyeceğim” demiş. Ercümend bunu duyar da durur mu, “Gül gibi dininizi anlatanları da -kendini göstererek- işte bu hallere koyuyorsunuz” diye cevabı yapıştırmış. Savcı dönüp bir bakmış ve hiçbir şey söylemeden yürüyüp gitmiş.
MİHRİ BELLİLER DE GELDİ
O günlerde bir başka operasyonla, dönemin komünist bilinenlerinden Mihri Belli ve arkadaşları da yakalanıp cezaevine getirilmişlerdi. Tekrar yasaklar artırılmış, kuş uçurtulmaz olmuştu etrafta. Giriş çıkışlar, görüşler çok sıkı denetim altına alınmıştı. Olan yine dışarıdakilere oluyordu. Binbir zahmetle içeriye ulaşabiliyorduk.
Ulucanlar cezaevine ayrı bir hava gelmişti. Gelen ziyaretçilerin farklılığı ve sayısı dikkat çekiciydi. Hemen hemen hepsi genç, dinamik ve militan tavırlıydı. Üniversite talebeleri çoğunluktaydı. Koltuklarında Cumhuriyet gazetesi ile dolaşırdı bazıları. Cumhuriyet gazetesi ile ne kadar komünist olunursa o kadar komünisttiler işte.
Biri vardı ki diğerlerinden yaşça farklıydı. Arabasıyla gelir, bagajı açar ve getirdiklerini onu görünce yanına koşan gençler alır taşırlardı. Bu ziyaretçi Mihri Belli’nin eşi Sevim Belli’ydi. Onu tanımıştım. Sanırım elli üç yılıydı, gazetelerde komünistler yakalandı diye resimleri çıkmıştı ilk sayfalarda. Kendine güvenen, başı dik, ince yapılı bir kadındı Sevim Hanım. Kısacık kır saçlarıyla militan tavırlı halleri dikkat çekiyordu.
Bir kendime bir de ona bakıyordum. Doğrusu yalnızlığımı birden o zaman fark ettim. Bizimkiler neredeydi? Ne düşüneceğimi, ne diyeceğimi bilemedim. Bir an durakladım, düşündüm. Bizim davamız en onurlusuydu. Bu yüzden buradaydık daha ne isterdim. Bazı sıkıntıların, acıların kendine has bir tadı da vardır.
Tam bu sırada yanıma Ercümend’in uzaktan bir akrabası yaklaştı. Buraya, içeri yeni giren kardeşini ziyarete gelmişti. Beni orada görmüşken alel acele özür dileme ihtiyacı hissetmiş olmalı ki, “Kusura bakma sizinle ilgilenemedik, malum sebeplerden dolayı!..” diyerek ellerini ovuşturuyordu. Sitem etmeyi asla sevmediğim halde, Sevim Hanım’ın etrafındaki gençleri göstererek, “Bunlar niye korkmuyorlar?” dedim.
Cevabı hazırdı, “Onların arkasında basın var.”
Ben de dayanamayıp, “Bunların arkasında da Allah var” dedim ve o da ben de oradan ayrıldık.
İnsanlar, uzak durma konusunda pek de haksız sayılmazlardı olup bitenlere bakınca. Hapiste birlikte yattıktan sonra dışarı çıkan biri, Ercümend’i ziyarete geldiğinde ona birkaç paket sigara ile biraz elma getirmesinin ceremesi olarak defalarca sorgulanmıştı adamcağız. Bize selam veren borçlu çıkıyordu.
Getirdiklerimiz didik didik aranıyor, yemekler ellerindeki kocaman bir metal parçasıyla çorba gibi karıştırılıyordu. Aynı metal parçası herkesin getirdiklerine batıp çıkıyordu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, evden gelen yemeği kokusundan tanıdığını söylerdi Ercümend.
İçeride olanlar, kapalı kalmanın sıkıntısını yaşarken, dışarıdakiler de hem onların yaşadıklarına üzülüyor hem de hayatın omuzlarına yükledikleri yükü taşımak için çaba sarf ediyorlardı. Bir gün yorgunluğun ve yoksulluğun yaşattığı stresten bunalmış bir kadının şikayetlerine orada olanların hepsi hak vermişti. Kadıncağız, “Suçlu onlar ama cezayı biz çekiyoruz. Şu çilemize bak.” diye dertleniyordu. Doğrusu haksız da değildi.
Yağmur çamur, soğuk sıcak demeden Allah ne verdiyse onu alıp geliyordu insanlar mahpuslarına. Tıpkı gelinlik kızlar gibi -hem ağlar hem giderler ya- kadınlar her zaman aynıdır, hem söylenir hem de yaparlar üstlerine düşeni.
İşte ben de hem zorlanır hem de hiçbir ziyaret gününü kaçırmazdım. Kızım Ayşe dört, Ömer de iki yaşlarındaydı bu sıralarda. Ayşe annemlerde, Ömer de benim yanımdaydı. Kar kış demez Ömer’i de yanımda taşırdım çoğu zaman bu ziyaretlere giderken. Babası onları çok özlüyor, tellerin arkasından da olsa görmek istiyordu. Ömer kırmızı tulumuyla demirlere tutunup baba beklerdi. Bu yıllar zarfında Küçük Ömer’in kafasındaki baba imajı neydi, nasıl bir şeydi bilemiyorum.
Evin önünde oyun oynadığı bir akşamüstü eve aceleyle gelip benim elimden tuttu ve kapıya doğru çekiştirmeye başladı. “Oğlum ne oluyor?” dediğimde, “Çabuk gidelim her gün eve gelen baba alalım. Herkesin babası her gün eve geliyor.” diye verdiği cevap beni çok şaşırtmıştı.
İçim burkularak güldüm ve “Oğlum senin baban var ya hani onu görmeye gidiyoruz, o seni çok seviyor.” diyebildim.
O ise, “Ben her gün eve gelen baba istiyorum. Herkesin babası her gün eve geliyor” diye bana dert anlatmaya uğraşıyordu.
“Peki nereden alacağız her gün eve gelen babayı?” dedim.
“Bakkaldan!..”
Artık gerçekten gülüyordum. Onu kucağıma alıp böyle bir şey olamayacağını, babasının bir gün eve geleceğini anlatmaya çalıştım. Bir daha da böyle bir talepte bulunmadı. Küçücük kafasında neler nerelere oturmuştu bunu pek bilemiyorum ama aradan geçen iki buçuk yıla yakın bir zamandan sonra gelen babayı bayağı zor kabullendi. Hırçınlaştı, ağlayarak tepki verdi. Sonunda baklayı ağzında çıkardı “Ben bu babayı istemiyorum. Geldiği yere gitsin.” demeye başladı. Bu konuda işlerin normale dönmesi epey zaman aldı.
Yıllar içerisinde bir şeylerin tam olarak yerine oturduğunu söylemek de pek doğru olmaz sanırım. Tartışmaları hiç bitmezdi. Bu tartışmaların sonunda bir gün Ömer evi terk etmişti. Onca yoğun işinin arasında yarım saatte bir evi arıyordu Ercümend, “Gelmedi mi o hala?” diye. Benim de canım sıkılmıştı, “Hem tartışıyorsun, hem de benden çok endişeleniyorsun. Merak etme gelir. Benim oğlum yanlış bir şey yapmaz.” dedim.
O kadar çok sevmesine rağmen Ercümend, oğluna bu sevgisini hissettirmeyi başaramadı. Aralarında o tel örgüler hep oldu.
Babalar ve oğullar ile ilgili onca eser var ki yazılmış, demek ki babalar ile oğullar arasındaki iletişimsizliğin tarihi bizimle başlamamış, bizimle de bitmeyecek anlaşılan.
Devam edecek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *