İslamcılık Düşüncesinde Tarih Telakkisi

İslamcılık Düşüncesinde Tarih Telakkisi

Filibeli Ahmed Hilmi, Avrupa tarih telakkisinde olduğu gibi tarihi lineer olarak çağlara ayırır. Şemseddin Günaltay’ın da Zulmetten Nura ve Hurafattan Hakikate adlı eserlerinde, İslamcılık Düşüncesine yansıyan oryantalist tezlerin nasıl etkili olduğunu görmek mümkündür.

Yakup Döğer

Tarih tasavvuru ve tarih yazımı, ilk bakışta insanın geçmişle alakalı bir teşebbüsü ve yürüyüşü olarak görünse de, aslında yaşadığı güne ve geleceğine doğru ilerleyen bir süreçtir. Tarih her ne kadar geçmişin anlatısı olarak algılansa da, gelinen eşikte, insanın yaşadığı anın öncesidir. Diğer bir ifadeyle, geçmişi bu güne getirmek, yaşanılan zamanla bağlantı kurmak, anı ve geleceği geçmişle -tarihle- birlikte anlamak gayretidir. Bu sebepten tarih yalnızca geçmişte olup biten hadiseler birikimi değil, aynı zamanda maşeri vicdanın ortaya çıktığı, biriktiği yerdir.

Şurası inkâr edilemez ki, insanın geçmişiyle olan bağı kaçınılmaz olmakla birlikte, bu bağı yaşadığı dönemle nasıl kuracağı, yaşadığı döneme lazım olan malumatı, tarihin -geçmişin- tecrübelerinden kendine lazım olanı gününe nasıl devşireceği hayati önem taşımaktadır. İnsan, geçmişini gününde ve istikbalinde faydalı bir unsura çevirebilmek için nasıl bir yol izlemelidir? Bu soruya verilecek cevap hayati önem taşır. Tarihinizle bağınız tevarüs ederek devam mı edecek? Yoksa tarihinizi utanılacak anlatılarla dolu “Kitab-ı Köhne” olarak mı göreceksiniz?

Devletin gerileme ve çöküş döneminde, bir kurtuluş düşüncesi olarak ortaya çıkan İslamcılığın, birçok hususta geleneğin dışına çıkarak geçmişiyle hesaplaştığı, kendi şartları içinde farklı telakkilere yöneldiği gibi, tarih tasavvurunda da farklı bir telakkiye yöneldiği söylenebilir. İslamcılık Düşüncesi, her alanda olduğu gibi, tarih tasavvurunda da geçmiş tarihiyle bir hesaplaşma içine girmiştir. Bu hesaplaşma bir tenkit, bir tashih şeklinde değil de yeni bir tarih yapıcısı olarak kendisini göstermiştir. Kısacası tarihi anlama ve yorumlama usulü, İslamcılık Düşüncesinde aynı zamanda bir köksüzleşmeyi, yalnızlaşmayı, tarihten zamanına bir malumat devşirmeyi imkânsız kılacak şekle bürünmüştür. İslamcılık Düşüncesi, “tarihin nasıl olduğuna” değil de “nasıl olması gerektiğine” dair modern denilebilecek yeni bir anlama usulü getirmiştir.

İslamcılık Düşüncesinin tarih telakkisine bakacak olursak gözden kaçmayacak bazı hususları görebiliriz:

Parçalı tarih telakkisi

Bunlardan en önemlisi, parçalı bir tarih telakkisidir. Daha önceki birçok yazımızda da belirttiğimiz gibi, İslamcılık Düşüncesinin temel istinadı olan “Kaynaklara Dönüş” ve “Asr-ı Saadete gidiş”, geleneksel tarih tasavvurunda olduğu gibi tarihin içinden geçerek geriye doğru olmamış, 1300 yıllık tarihin üstünden atlayarak bahsi geçen döneme gidilmiş, gidilmek istenmiştir. İslamcılık Düşüncesi, Emevilerle birlikte meşrutiyetin ilanına kadar geçen tarihi, neredeyse İslam’ın hiç yaşanmadığı istibdad dönemleri olarak yorumlamıştır. Bu dönemlerin içinde onlarca İslam Devleti, beyliği, emirliği, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı da bulunmaktadır. Emevi saltanatı ve Meşrutiyet arası dönem karanlık İslamsız bir dönemdir. Dolayısıyla İslamcılık Düşüncesi, parçalı bir tarih telakkisinde karar kılmıştır.

Özellikle Mehmed Akif bu döneme ait tarih yorumunda çok cesur ifadeler kullanmakta, maziyi deve dikenleriyle kaplı çöl olarak yorumlarken, zamanını ve atiyi -istikbali- kudsi bir hakikat olarak ele alır. Geçmiş geçmiştir, geçip gitmiştir. Namık Kemal’in deyimiyle insan hayatı yalnız istikbalden ibarettir. Mazi ise bir mevt-i ebedidir. Namık Kemal için mazi -tarih- “madum”dur yani hiç olmamıştır.

Dönemin önemli fikir adamlarından olan Filibeli Ahmed Hilmi de İslam Tarihi adlı eserinin başında okuyucusuna seslenirken, Avrupalılar gibi tekâmül etmenin ve onların seviyesine erişmek gerektiğinin zaruretine işaret eder. Kendisi de tarihi tasnif ederken, Avrupa tarih telakkisinde olduğu gibi tarihi lineer olarak çağlara ayırır. Bu hususta örnek verilebilecek diğer bir kişi de Şemseddin Günaltay’dır. Günaltay’ın da Zulmetten Nura ve Hurafattan Hakikate adlı eserlerinde, İslamcılık Düşüncesine yansıyan oryantalist tezlerin nasıl etkili olduğunu görmek mümkündür.

Avrupa Medeniyeti – İslam Medeniyeti

Günaltay’a göre -ki dönemin genel kabul görmüş kanaatidir-, Müslümanların ilerlemesine İslamiyet mani değildir. İlerlemeye mani olan etken, tarihsel süreç içerisinde insanlara öğretilen Müslümanlıktır. İslam insanlar için kurtuluştur lakin tarihte öğretilen İslam gerçek İslam olmamıştır.

Dönemin mütefekkirleri, oryantalistler tarafından ileri sürülen “İslam man-i terakkidir” tezine karşı bir karşı tez üretmeye çalışmış, bu tez de “suçlu İslam değil Müslümanlardır” olmuştur. İslamcılık Düşüncesinin ürettiği bu tez elbette haklı sebeplere dayanmaktaydı. Lakin İslamcılar bu tezi ikna edici kılabilmek için tarih telakkilerinde yanlış bir usule yöneldiler.

Bu yöneliş İslamcılık Düşüncesinin kendisini izah etmesine de büyük oranda sorun çıkardı. Zira tarihin üstünden atlayarak geri gitmişler lakin aradaki boşluğu dolduracak ikna edici malumat üretememişlerdir. Karşılarında, ilerlemiş, terakki etmiş, sanayileşmiş fen ve bilimde ilerlemiş bir Avrupa Medeniyeti vardır. İslamcılık düşüncesi bu “Avrupa Medeniyeti” karşısında “İslam Medeniyeti” diye bir kavram üretir. Oysa medeniyet kavramının Avrupa’daki karşılığı hiç tartışılmamıştır. Medeniyet kavramının Tanzimat sonrası literatüre girmesi de manidardır.

İstibdadın tarihi

İslamcılık Düşüncesinin tarih telakkisi ikiye parçalanmış, bu iki parça birbirinden kopuk, uzaklaşmış, irtibatsız hale gelmiştir. Biri dönülmek istenen Asr-ı Saadet, diğer parça ise Emevilerle başlayan, istibdad dönemi diye anılan ve meşrutiyetin ilanına kadar olan bütün tarihtir.

Filibeli Ahmed Hilmi’nin bu hususa dair ifadeleri kayda değerdir. Filibeli, istibdad denilince sadece Abdülhamid devrinin anlaşılmasının yanlış olduğunu, Emevilerle birlikte bin yılı aşkın süredir Müslümanların pek kısa zamanlar dışında hep istibdad ile yönetildiğini ileri sürer.

Birinci parça, İslamcılık Düşüncesinin, kendisine meşruiyet devşirmek için çalakalem ele alınan parçasıdır. İkinci parça ise tecrübelerinden, birikimlerinden yararlanılması gereken yaşanmışlıklar olarak değil de taşınması ağır bir büyük yük olarak görülmüştür. Bu kanaat İslamcıları, tarihi yaşanmış ve olduğu gibi kabul etmek yerine, nasıl olması ve yaşanması gerektiğine yöneltmiştir.

Ahmed Aksekili‘nin, tarihi gereği gibi değerlendiremediklerine, kendi ifadesiyle tarihi bilmediklerine dair ifadesi tekrar tekrar üzerinde düşünülmesi gereken acı bir itiraftır. Ne demişti Aksekili Hamdi:

“Benim neslimin büyük günahı tarihini bilmemek, tarihine inanmamak ve bilhassa tarihinde kendinden bir şey devam ettiğine inanmamaktı. Gördüğümüz feci terbiyenin tesiri altında tarihi bir mezar ve bütün vekayii birer ceset gibi düşünüyorduk. Mazimiz bir dağdı, onu çıkmıştık, şimdi inmekle meşguldük. Ve talihin bizi iniş tarafında dünyaya getirdiğine kızmaktan başka yapacak bir şeyimiz yoktu.”

İslam Tarihinin başlangıcı

İlginç olan başka bir husus da, İslamcılar tarafından ideal tarih olarak üzerine durulan asr-ı saadet ile geçmiş peygamberler ve onların kavimleri ile de aralarının açılmış olmasıdır. Asr-ı Saadete vurgu yapılıp üzerinde durulurken, geçmiş peygamberler ve onların tarih tecrübeleri, kavimleriyle olan ilişkileri görmezden gelinmiştir. Kur’an ve Sünneti temel kaynak olarak ele aldıklarını iddia etmelerine rağmen, Kur’an’ın neredeyse üçte ikisini oluşturan geçmiş peygamberlere ve kavimlerine dair kıssalara çok itibar gösterilmemiştir.

Geleneksel İslam Tarihi yazımında, İslam’ın tarihi Hz. Adem ile birlikte başlarken, İslamcılar tarih yazımını Hz. Muhammed (as) dönemi ile birlikte başlatmıştır. Filibeli İslam Tarihi adlı eserini, adı İslam Tarihi olmasına rağmen, Resulullahtan öncesini almamıştır. Cevdet Paşa da tarihine, Osmanlılar ile birlikte başlamıştır. Oysa Paşa, devasa bir tarih telif etmiştir.

İtikad-ı batıla

İslamcılık Düşüncesinin diğer önemli bir usul hatası da devletin siyasi, askeri ve iktisadi alandaki gerilemesinin, çöküşe doğru gidişini, aynı zamanda İslam’ın tarih içerisinde oluşturduğu kültürel, sosyal ve kurumsal yönden başarısızlıkları olarak görmek olmuştur. Bu kanaat, geri itilen tarihin tecrübelerinden yararlanmayı imkânsız kıldığı gibi, Müslümanların tarih içerisinde yaşadığı galibiyetler, mağlubiyetler ve belki yüzlerce olumlu olumsuz hadiseleri değerlendirme ve oradan güne dair bir güç devşirme başarısının da önüne geçmiştir.

İslamlık Düşüncesine göre, Müslümanlar bütün tarih boyunca cahil kalmıştır-bırakılmıştır, toplumu sevk ve idare edenler sürekli havas kesimidir, telif edilen eserler avamın anlayamayacağı derecede ağır bir dile sahiptir. Bu düşüncenin sonucunda, en başta medreseler alabildiğine eleştirilmiş, medreselerin artık mektepler gibi programa sahip olması gerektiği ileri sürülmüştür. Sahte softalığa ve itikad-ı batılaya harp açılmıştır. Bu tür yaklaşım ve yorumlar, tarihi birikimlerin itibar kaybına yol açarken, utanılacak, kurtulunması gereken ağır yük olarak görülmüştür.

Asırlardır Müslümanların (her yönüyle tartışılmaya açık olmakla birlikte) ürettiği, biriktirdiği gelenek, görenek, örf ve adetler, yazılı ve sözlü metinler, hikâyeler, masallar -ki birçoğu yaşanmış tecrübelere dayanmaktadır- İslamcılık düşüncesinin tarih telakkisinde yer bulamadı. Toplumun ruhuna işlemiş, nesiller boyu aktarılmış ne varsa batıl, saçmalık, hurafat olarak ele alındı. Bunun yanında, toplumu kuşatacak, hiç olmazsa duygu birliğini sağlayacak ortak bir kültür de İslamcılar tarafından üretilemedi.

Kılıçzade Hakkı’ya göre, İslam devletleri kuruldukları günden itibaren sürekli çöküşe mahkûm olmuştur. Birçok sebepler yanında softaların, dervişlerin, batıl itikatların mühim bir rol oynadıkları inkâr edilemez. Hurafat ve masallar dinin hakikatlerini gölgede bırakacak hatta unutturacak surette dinin içerisine girmiştir.

Kur’an’dan alınan ilhamı asrın idrakine söyletmek

İslamcılık Düşüncesi, esas bilgi kaynağını Kur’an ve Sünnet, uygulama devrini de asr-ı saadet olarak öne çıkarmıştır. İslamcılara göre bu iki husus tarih içerisinde ihmale uğramış, yeterince özen gösterilmemiştir. Tarih içerisinde ilmiye sınıfının dediği nas gibi kabul görürken, ilim hiyerarşisi kaynakların çok önüne geçmiştir. İslamcılar için bir tek yol vardır; ilhamını Kuran’dan alıp asrın idrakine söyletmektir.

İslamcılık Düşüncesinin kendi tarihine karşı aldığı bu tavır aynı zamanda onu bir ikilem içine de sokmuştur. Geçmiş tarihi dilimi istibdad dönemleri ve eski düzen olarak kodlamaları, terakki etmiş medeni dünya karşısında kendilerini savunmasız bırakmıştır. Bu durumun farkına varmalarıyla, çok istekli olmasalar da, savunma merkezli olarak eski düzene atıf yapmak zorunda kalınmıştır.

Bu atıflar ilginçtir ve gerçekçi olmasa da yaşanan dönemin psikolojik baskısını biraz olsun hafifletmeye yöneliktir. Şemseddin Günaltay’ın Hurafattan Hakikate adlı eserinde ifade ettiği gibi, bir zamanlar cihanın en hakim, en müterakki bir milleti halinde yaşamış olan Müslümanlar bugün zelil ve çamurlarda sürünmektedir. Hakir bir durumda esir olarak inlemektedir. Bir zamanlar dünyaya şanlar yağdıran Müslümanlar bugün esaret ve zillet altında sükut etmiştir.

Avrupa medeniyetinin karşısında İslam medeniyeti

Birçok İslamcı mütefekkirin ifade ettiği gibi, aslında Avrupa medeniyetinde ne varsa, onlardan önce hepsi Müslümanların elindeydi ve Avrupa bugünkü terakkisini Müslümanlara borçludur. Avrupa bir zamanlar karanlıklar içindeydi, İslamlardan öğrendikleriyle, içinde bulundukları karanlıklardan çıkmayı başardılar. İslamcılık düşüncesi, kendilerine bir yük olarak gördükleri geçmişleriyle aidiyet kurmayı bu yolla sağlamaya çalıştılar. Fakat onların bu savunmaları geçmiş dönemi hayırla yad etmekten ziyade, içinde bulundukları dönemin sıkıntılarını daha çok öne çıkardı. Geçmiş şanlı tarih (!), yaşadıkları dönemin sıkıntılarının anlatılmasından başka bir işlev görmedi.

Artık yeni bir medeniyet vardı, adı ise “İslam Medeniyeti” idi. “Avrupa Medeniyeti” olarak anılan medeniyetin karşısında var olabilmenin yolunun “İslam Medeniyetini” ihya etmekle mümkün olacağı kanaati hakim oldu. Dönemin önemli tarihçilerinden olan İslamcı Tahirül Mevlevi medeniyet kavramını asr-ı saadete kadar götürdü. Mahfil Mecmuasında yazdığı makalelerle, Asr-ı Saâdette Müslümanlığın Medeniyete Hizmetlerini uzun uzun anlattı. Hemen bütün tarih neredeyse, medeniyet kavramı etrafında konumlandırıldı.

İlmi gelişmelerin donduğu, durduğu tespiti

İslamcılık Düşüncesinin tarih telakkisine yön veren diğer bir etken de, oryantalist kanaat ve tespitlerin İslamcılar tarafından itibar görüp benimsenmesidir. Medeni Batının doğu hakkında derin araştırmacıları olan oryantalistler, İslam dünyasında neyin ne zaman başladığını ve ne zaman durakladığını, nihayetinde de ne zaman gerilediğini belirlemiş, İslamcılar da bu tespitleri benimsemiştir.

Oryantalistlerin, İslam’da ilimlerin belli bir zamandan sonra durduğuna dair iddiaları, İslamcıların cephesinde “içtihat kapısının kapatılması” olarak tartışılmış, ilmi gelişmelerin belli bir zamandan sonra durduğuna dair oryantalist tez örtülü olsa da kabul görmüştür.

Siyasetten soyutlanmış tarih telakkisi

Bugün dahi tartışılan, savunulan, sahiplenilen “Kur’an İslam’ı”, “İndirilmiş din uydurulmuş din”, “gerçek İslam” gibi icat edilmiş kavramların temelinde, İslamcıların Batı dünyasına şirin görünmek, İslam’ı çağın idrakine göre yorumlamak gibi dürtüler mevcuttur. İslamcılık Düşüncesinin tarih telakkisinde dikkat çeken diğer bir yön de, tarih telakkilerinde İslam’ın siyasal kabullerini görmezden gelmeleridir. İslam’ın -eğer asr-ı saadetle başlatacak olursak- ortaya çıkışıyla birlikte oluşan hilafet kurumuna karşı tavır almaları, halifeyi Hıristiyanlarda olduğu gibi bir şahsı manevi konumuna getirmeleridir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *