Müslümanlar olarak hepimiz ortak baskılara, ortak şiddete, ortak saldırılara uğruyoruz, bu sebeple hepimiz bu konuda Ümmet’in ortak imkanları üzerinde çalışmak zorundayız.
Günümüz toplumları; düşünsel, ahlaki, sosyal, toplumsal, ekonomik, siyasal altüst oluşlar, belirsizlikler, boşluklar, tatminsizlikler, arayışlar yaşıyor. Bu altüst oluşlar, ahlaki bütünlüklerin, yapıların, yaklaşımların, aile hayatının ve değerlerinin, parçalanması ve tanımlanması mümkün olmayan çok yönlü bir karmaşanın ortaya çıkmasına neden oluyor. Sanal etkileşim ve iletişim yüz yüze sohbet ve dostlukların sonunu hazırlıyor. İnternet, twitter, derinlikli düşünme tarzını yok ediyor. Elektronik iletişim uzaktan sosyalleşme yolunu açıyor. Hayatın ahlaki anlamda örgütlenmesi, yerini hayatın akılcı örgütlenmesine terk ettiği için, tercihlerimizi inançlarımız değil, çıkarlarımız belirliyor. Araçsal akılcılık sebebiyle hayatın her alanında, her durumda ekonomiyi öne çıkaran bir yaklaşım toplumsal bir öncelik halini alıyor. Ekonomik ilgi ve bağlılıklar, ilişkiler hayatın tüm boyutlarını istila ediyor. Kültürün, irfanın, sanat ve edebiyatın hayati önemi bütünüyle unutuluyor.
İçerisinde yaşadığımız dönemde Ortadoğu’dan başlayarak bütün İslam-Arap toplumlarında kültürel alan küresel popüler kültür tarafından işgal ediliyor. Bu kültür bütün özgün yapıları tahrip ediyor. Kendi tanımlarımız, sözcüklerimiz yoksullaşıyor, gözden düşüyor. Toplumlarımız özbenliklerinden uzaklaşıyor. Tüm tartışmaları emperyal seçkinler başlatıyor, sürdürüyor ve sonlandırıyor. Tüm kararları emperyal bir irade alıyor. Toplumlarımızda etnisiteyi İslam’dan daha önemli sayan bir yaklaşım, bir zihniyet ortaya çıkıyor. Kendi tarihsel medeniyet ve kültür dünyamızdan kaçtığımız için, nerede ve nasıl konumlanacağımızı kestiremiyoruz. Müslümanlar olarak, ulus sonrası seçenekler üzerinde konuşmamız gerekirken, İslami cemaatler ulusalcı bir zemin üzerinde kendilerini meşrulaştırmaya çalışıyor. Arap Birliği gibi, Afrika Birliği gibi bölgesel örgütler ulusallığı aşmayı başaramıyor. Arap-İslam dünyasında başarısızlığa uğramış sayısız birleşme girişimi olduğunu hatırlıyoruz. Milliyetçi saplantılar yüzünden bölgesel yapılanmalar gerçekleştirilemiyor. Arapçılığı, Arap milliyetçiliğini öne çıkaran Baasçılık yönetimde olduğu ülkeleri donduruyor. Güncel aidiyet yaklaşımları sebebiyle, İslami bağlılıklar bir sorumluluk zemini olmaktan çıkıyor. Milliyetçilikler İslam algısını ve tarihini çarpıtıyor. Mitolojiler, tarihin yerini alıyor. Bugünün dünyası bu defa, küreselleşme aracılığıyla daha etkili bir biçimde Batılılaşıyor. Batı dünyasının Rönesans’tan bu yana militan ve ideolojik bir söylemle kendisini ifade ettiğini kaydetmek gerekiyor.
Elektronik medya’da yaşanan devrim sebebiyle İslam toplumlarında genç kuşaklar, küresel popüler kültürle bütünleşiyor. Kültürel küreselleşme yoluyla, toplumlarımızda liberal seküler bir dönüşüm şekilleniyor. Günlük hayatın ve kültürün liberalleşmesi sebebiyle, dayanıklılık ve direnç noktalarımızı kaybediyoruz. Gündelik hayatın sekülerleşmesi, hayatımızda ahlaki ikilemleri, çelişkileri çoğaltıyor. Günümüzde hiç bir özgürlük tüketim nesnelerinin özgürlüğü kadar sınırsız değildir. Bugün, ürünlerin tüketimi nasıl geçici hale gelmişse, fikirlerin tüketimi de aynı şekilde geçici hale gelmiştir. Küresel etkiler, propoganda ağları vb. karşısında bağımsızlık düşüncesinin ve kavramının yeniden değerlendirilmesi bir zorunluluk halini almıştır.
Neoliberal küreselleşme, Batı modelinin istisnailiği iddiasına güç kazandırıyor. Bu konuda İslam toplumlarında herhangi bir eleştirel tavır, özgün bir düşünce maalesef söz konusu değildir. Çünkü toplumlarımız özgün/bağımsız düşünceler üreten bilinç savaşçısı düşünürlere sahip değildir.
İçerisinde yaşadığımız dönemde Amerika’da yüksek öğrenim gören ve sayıları hızla çoğalan İslam toplumlarının Müslüman öğrencileri, ülkelerine neo-liberal militanlar olarak dönüyor. Küreselleşmenin, neoliberal dünya görüşünün, hayat tarzının her toplumda ciddi bir biçimde zemin kazandığını görebilmeliyiz. Serbest pazar ekonomisi, ekonomik refah ideolojisi, yeni bir ideoloji olarak yükseliyor. Sanayileşmenin, pazar ekonomisinin, ulus devletin ortaya çıkışı, Avrupa ticaretinin yayılması ve milliyetçiliklerin yükselişi ile birlikte geleneksel değer yapıları değer kaynakları büyük bir çöküşe maruz kaldı. Ekonomik refah ideolojisinin genel refahı sağladığı iddia edilemez, çünkü sistem yeni zenginler, yeni zenginlikler ve yeni sınıflar oluşturuyor. Neoliberal küreselleşmeye ancak Müslümanların direnebileceği umulurken, bugün Müslümanlar bağlı bulundukları cemaatler aracılığıyla millileştiriliyor, ehlileştiriliyor, liberalleştiriliyor. Kimi cemaatler, ırkçı/ faşist hareketlerle bütünleşmekte tereddüt bile etmiyor. İslami bağlılıkların yerini etnik ya da ulusal bağlılıklar, çıkar bağlılıkları, meşruiyet kaygıları alıyor. Rüzgar yön değiştirdiğinde İslami cemaatler de konum değiştiriyor. Bu cemaatler sayısal anlamda meşruiyet ve popülarite kazanmak için şimdi de dilsel milliyetçiliği, Türkçe milliyetçiliğini propoganda aracı haline getiriyor. Bu tür bir milliyetçilik devletin kurumları tarafından da destekleniyor. Bu tür cemaatlerin gerçek içeriklerinin neler olduğu konusunda kimsenin sağlıklı bir bilgisi yok. Bu tür cemaatler hakkında bütün bildiklerimiz yalnızca propogandadan ibaret. Hem küresel sistemin propaganda aygıtları, hem yerel sistemin propoganda aygıtları bu cemaatlerin “hoşgörü”lü yaklaşımlarını paylaşıyor.
İçerisinde yaşadığımız dünyayı, hayatı, tarihi; Müslümanlar olarak kendimiz, İslam’a göre tasarlamıyoruz, çünkü böyle bir özgürlüğe sahip değiliz. Batılı kavram ve kurumlar tarafından tasarlanan/ üretilen bir dünyanın/ hayatın/ tarihin sakinleriyiz. Bize dayatılan düşünceler, bize dayatılan hayatlar yaşıyoruz. Büyük bir kayıtsızlıklar çağında yaşıyoruz. İslami bir gerçeklik oluşturmayı başaramadığımız için, bugünün liberal-seküler-materyalist gerçekliğine mahkum olmuş durumdayız. İslami varoluşumuzu kuramsal anlamda bile gereği gibi temsil edemiyor, dolaylı bir dil kullanmak zorunda kalıyoruz. Müslümanlar olarak muhteşem geçmiş fantezilerine veda ederek, gerçek tarihe uyanmak zorundayız. Müslümanlar olarak, içerisinde bulunduğumuz yabancılaşmalarla ilgili, tarihsel çözümlemeler yapmak, etkin eleştiriler gerçekleştirmek durumundayız. Kendimize ait bir kültürümüz yok, kendimize ait saydığımız kültürün yalnızca folklorik bir boyutu olduğunu hatırlamalıyız. Bugün, bütün dünyaya tek bir kültür hakim oluyor. Düşünsel dikkatin, yoğunluğun yerini görsel dikkat alıyor. Gündelik hayat endüstrileşiyor. Herkesi insan olmaktan çıkaran ve yalnızca müşteriye dönüştüren bir sürecin içerisindeyiz. Kadınlar yalnızca göze hitap eden nesnelere dönüşmek üzere seferberlik içerisindeler. Bugünkü kadın algısını tasarımcılar oluşturuyor. Tasarımcılar kadın’ı yabancı bakışların nesnesi haline getirmek için uğraş veriyor.
Toplumlarımız bir yanda tüketim toplumu olarak tanımlanırken, bir diğer yanda da muhafazakar toplumlar olarak tanımlanabiliyor. İslamcılık’la ilgili umutlarını tüketen İslami kesim, bugün muhafazakarlık yönünde arayışlar sergiliyor. İslami anlamları yeniden yorumlayarak üretemediğimiz için, tepkisel bir gelenekselcilikle bütünleşiyoruz. Tarih ile propagandayı birbirinden ayırt edemediğimiz için, tarihin bilincinde değiliz. Düşündüklerimizle, söylediklerimiz ve yaptıklarımız arasındaki zorunluk bütünlük maalesef kayboluyor. Günümüzde enformasyon sansasyona dönüşüyor, hepimiz enformasyonun diliyle konuşuyoruz. Mahremiyet duygusu yok edilince, özel hayatların teşhiri gibi bir sapkınlık yaygınlık kazanıyor, özel hayatları merak eden hastalıklı bir kesim oluşuyor. Günümüz insanının içi ile dışı arasında uçurumlar oluşuyor. Kıyafetler modern insanın maskesi olarak kullanılıyor. Kamusal hayat, özel hayatları tecessüs ediyor, tüketiyor. Maskelere ihtiyaç duymaksızın, olduğumuz gibi görünmeye cesaret edemiyoruz. Zihinsel anlamda devrimci bir dönüşüm gerçekleştiremediğimiz için, statükocu varoluş/düşünüş biçimlerini sürdürüyoruz. Küresel olayları, gelişmeleri medya aracılığıyla öğrenmek gibi bir zaafımız olduğu için, olayların gerçek boyutlarını göremiyoruz. Ölçüsüz duygular, ölçüsüz romantizm hepimizi her defasında yanıltıyor. Duygusal bir akla sahip olduğumuz için, eleştirel akla ihtiyaç duymadığımız için kolaylıkla yönlendirilebiliyoruz, her tür manipülasyona açık bir dünyamız var. Medya’nın edilgen tüketicileri olmaktan kurtulamıyoruz. Medya’da haber, herhangi bir tüketim ürününden, sanayi ürününden farksız. Haber tüketicisi de, herhangi bir ürünün tüketicisi gibi, reklam yoluyla yönlendirilebiliyor. Genç kuşaklar için gerçek ve sanal dünyalar arasındaki ayrımlar ortadan kalkıyor. İnternet dünyasında yaşayan genç kuşaklar için, fiziksel/ yerel sınılırlar hiç bir şey ifade etmiyor. Küresel ölçekte yaşanan bağlanırlık durumu, bütün örgütlere devlet karşısında güçlü olma imkanı sağlıyor. Dijital ürünler sebebiyle, eğitim hayatında zihinsel ve bedensel yeteneklere ihtiyaç duyulmuyor. Bütün toplumlarda ne yazık ki, yalnızca ekonomik sorunlar tartışılıyor. Hiç bir toplumda ahlaki sorunlar gündemde değil. Ahlaki sorunlar tartışılmıyor. Ahlaki sorunlar yaşanmıyormuş gibi davranılıyor. Ekonomik sorunlar, ahlaki/ vicdani/ felsefi/ kültürel sorunların tartışılmasına geçit vermiyor.
Çok boyutlu, çok derinlikli olan insani yanımızı, ırkçılıklar ve ideolojik saplantılar tek boyutlu hale getiriyor. Bu nedenle insani/ ahlaki dünyaları çoğaltamıyoruz. Tek boyutlu ilgiler, farklı aidiyet ve ortaklıklar karşısında bireyleri kayıtsızlığa sevkediyor, farklı’yı yokluğa mahkûm ediyor. Gerçeğin yalnızca bir parçasına bakmak, bu parçayla ilgilenmek, insanı sınırlı/ sorunlu yorum ve yaklaşımlara sevkeder. Zihinsel, fiziksel ya da ruhsal bir baskıya, aşağılanmaya maruz kaldığımızda, bu baskıya karşı direnme iradesi göstermediğimiz takdirde, kendiliğimizi yani özgürlüğümüzü yitiririz. Kendi düşüncelerimize sahip çıkamaz, kendi hayatlarımızı yaşayamayız. Kendi kendimizi sık sık gözden geçirmediğimiz takdirde, yeni imkanların ve yeni ufukların farkına varamayız. Hayatı anlamlı, yoğun, derinlikli kılan değerlerin pozitivist açıklamaları yoktur. Hayatınızı ideolojik ve ırkçı ihtiyaçlar doğrultusunda değil, ahlaki ihtiyaçlar doğrultusunda yönetiriz. Ortak insanlık ve vicdana değer verenler, herhangi bir ölümü ve yıkımı mahkum ederken, bir başka ölüm ve yıkımı haklı gösteremez. Ortadoğu’da sömürgeciler tarafından Keyfi bir biçimde belirlenen sınırlar, yine sömürgeciler tarafından icat edilen ve meşrulaştırılan milliyetçiliklerle bu keyfi sınırlar/düzenler içerisine hapsedilen halklar, simdi de sömürgecilerin keyfi müdahalelerine, saldırılarına maruz bırakılıyor. İslam/Arap toplumları keyfi bir biçimde kesilip, biçiliyor.
Ahlaki ve vicdani muhakeme yeteneğini yitirmiş bir dünyada yaşıyoruz.
Kapitalist dünya görüşünün çıkar mantığı bütün ahlakilikleri silip süpürüyor.
Toplumlarımızın bu çağa yönelik olarak bilinç üreten yürekli seslere ihtiyacı var.
Kimliklerimizi statükoların şekillendirmesine izin veremeyiz.
Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.)’in yeni bir dil, söylem, toplum, siyaset, sistem oluşturarak her tür gelenekçiliği, statükoculuğu ve muhafazakarlığı reddettiğini hatırlamalıyız.
Hayatın her alanında İslami bütünlüğü eksiksiz ifade ederek, eksiksiz açıklayarak ve somut olarak temsil ederek kendimize özgü bir özgürlük alanı açabilmeliyiz.
Sorumlu bir biçimde düşünerek, sorumlu bir biçimde üreterek/merak ederek, sorumlu bir biçimde sorgulayarak, tartışmaya ve üretmeye dayalı bir eğitim tarzını benimseyerek, eylemci bir duruşu gerçekleştirebilmeliyiz. Eylemde bulunmaksızın yaşamak yaşamak değildir, bunun bilincinde olmalıyız. Hayatımızın her safhasında ölümün farkında olarak yaşamak, hayatımızı çok daha yoğun/ derinlikli yaşamamızı sağlar. Ölümün farkında olarak yaşamak, her alanda ve her yerde insanın sınırlarının farkında olarak yaşamasını sağlar. Ölümün farkına vararak yaşamak sorumlu olduğumuz her şeyin farkına varmamızı mümkün kılar. Sınırlarının farkında olarak yaşamak hep bir ölçü üzere, sadelik ve içtenlik üzere, engin bir tatmin duygusu içerisinde en güzel şekilde yaşamaktır. Sınırlarının farkında olarak yaşamak, hakikatin farkında ve bilincinde olarak yaşamaktır. Sınırlarının farkında olarak yaşamak mümkün olan üzerinde ısrarla çalışmayı, düşlere kapılmamayı, her durumda temel ilkelere bağlılığı gerektirir.
Büyük bir narsizm çağında, çok büyük bir ahlak/kültür krizinin yaşandığı bir çağda, montaj bandı eğitimin genç kuşakları mekanik robotlara dönüştürdüğü bir çağda, bütün davranış ve ilişki biçimlerinin şartlanmalara göre düzenlendiği bir çağda, Müslümanlar olarak farkındalıklarımızı keskinleştirmek ve bilincimizi yoğunlaştırmak durumundayız. Teknolojik kültürün her tür tefekküre yabancı büyük bir yavanlık olduğunu hatırlamalıyız Zihinsel yenilgiler, ruhsal yenilgiler almaya devam edemeyiz. Başkası olmaya öykünen, başkası olmayı da başaramayan sonunda hiç kimse olur. Onaylanma ve alkışlanma ihtiyacı duyanlar bir kişilik ve karakter sorunları olduğu için, böyle davranırlar. Liberal özgürlük anlayışı, bireysel özgürlüğü esas alır, biz Müslümanlar için, özgürlük hepimizin, bütün toplumların ve insanlığın özgürlüğüdür. Bilinçsiz, bencil, hedonist, bireyci, tekbenci, sorumsuz bir özgürlük anlayışı kadar büyük bir bayağılaşma olamaz. Günümüzün en hayati konusu zihnimize sahip olma özgürlüğümüzdür. Zihnimizi kendimiz mi yönetiyoruz, yoksa zihnimiz yönetiliyor mu sorusunu kendimize samimi olarak yöneltebilmeliyiz. her zaman bilinçli ve bağımsız tercihlerimizle tutarlı bir kişilik sahibi olabiliriz. Her durumda önceliklerimizi kendimiz seçmeliyiz.
Ulusal egemenliklerinden vazgeçmek istemeselerde bütün ülkeler, anlık iletişim ve sosyal medya aracılığıyla ulusaşırı bir dünyanın etkisi altına giriyor. Dünya çapında iletişim ve hareketliliğin, dünya çapında bir bağlantısallığı oluşturduğu bir dönemden geçiyoruz. Akıllı telefonların, kablosuz internet’in sosyal ağların, Facebook gibi ağların sınırları aşan etkisi karşısında, yerelliklerin kendilerini ciddi bir biçimde gözden geçirmeleri ve değişimin dinamiklerini doğru okumaları gerekir. Değişimin dinamiklerini doğru okumak bu dinamiklere teslim olmak anlamı taşımaz; değişimin dinamiklerini doğru okumak, Müslümanların bu dinamikler karşısında kendi dinamiklerini nasıl hayata geçireceklerine ilişkin kolaylıklar sağlayabilir. Bizler Müslümanlar olarak süreklilik içerisinde bilinç üreterek, gerçek bir varoluşa sahip olabiliriz. Küresel değişimin büyük bir hızla yayıldığı bir dönemde Ortadoğu ülkelerinde tabandan yukarıya doğru gerçekleşen ayaklanmaları da keza doğru değerlendirebilmeliyiz. Yerelliklerle sınırlı bakış açılarıyla sağlıklı bir çözümleme yapamayız. Bir diktatörü değiştirmekle, bir toplumu/ sistemi değiştirmenin birbirinden çok farklı şeyler olduğunu dikkate almalıyız. Gerçekliğin ekranlarda gördüğümüz şeylerden ibaret olmadığını anlayabilmeliyiz. Ortadoğu’da genç kuşakların öncülük ettiği şiddetsiz kitlesel eylemler, toplumsal hareketler kuşkusuz takdiri hak ediyor. Ancak, değişime öncülük edecek bağımsız düşünceler/ fikirler/ kadrolar/ program ve stratejiler ve liderlik olmaksızın yalnızca kitlesel eylemlerle bir değişimin başarılamayacağını kaydetmek gerekir. Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşanan isyan/ başkaldırı/ çatışmalarla ilgili değerlendirmeler yaparken; Arap-İslam dünyası ülkelerinin mezhepsel temelde parçalanması; Suriye’nin, parçalanması etnik ve dini temelde yeniden yapılandırılması; emperyal siyasetlerin ve İsrail’in uzun vadeli stratejileri arasında olduğu hatırlanmalıdır. Libya’ya yönelik emperyalist vahşi saldırıların hiç bir meşru yanı yoktur. Libya’ya yönelik saldırılarda diktatör Kaddafi, Suriye’ye yönelik kuşatmada diktatör Esat maske olarak kullanılmaktadır. Ortadoğu’da yaşanan isyan başkaldırı olayları etkili, yetenekli, birikimli ve ufuklu lider kadrolardan bütünüyle yoksundur. Muhalif unsurların ikna edici programları ve hazırlıkları yoktur. 1789 Fransız Devriminden bu yana gündemde olan ulusların kendi kaderini tayin ilkesi, bugün de görülebileceği üzere, Libya’lıları, Suriyelileri, Irak’lıları, Filistin’lileri, Afganistan’lıları kapsamıyor, daha doğru bir ifade ile, Müslümanların, İslami temeller doğrultusunda kendi kaderlerine sahip çıkma hakları gibi bir hakları yok.
Tarihsel kendiliklerimizi yitirdiğimiz için, duyarlıklarımız uyuşturulduğu ve bilincimiz iptal edildiği için kendi kendimizi körleştiriyoruz. Müslüman kitleler, her şeyi bildikleri, her şeye bir yanıtları olduğuna inanılan, duygusal şiddet yoluyla-icat edilmiş/kurgulanmış yalanlar aracılığıyla cemaatlere vaziyet eden, cemaat liderlerinin, hocaefendilerin, şeyhefendilerin sorunlu kimseler olduğunu fark etmiyor, bu sorunlu kimseler tarafından engelleniyor. Cemaat liderleri, cemaat mensupları üzerinde, menkıbeler/ rüyalar aracılığıyla korkunç bir manevi terörizm uyguluyor. Cemaat mensupları cemaat liderelerinin ufku, sözleri, yazıları, kitaplarıyla sınırlı dünyalarda yaşıyor. Cemaat mensuplarının farklı kitaplar okuma, farklı yorumları izleme ve paylaşma özgürlüğü gibi bir özgürlükleri yok. Her cemaat bünyesinde kimi bağlayıcı sorumluluklar olması anlaşılabilir, kabul edilebilir; ancak, cemaat disiplini adına farklı kitapların okunmasının kesinlikle yasaklanması kabul edilemez. Cemaat dayanışmasının cemaat mensuplarına bir mekan ve bağlam duygusu kazandıracağı aşikardır. Cemaate bağlılık, kuşkusuz yanında kimi kısıtlamaları da getirebilir. Cemaatçi içe kapanma, etnik içe kapanma, tek kültüre kapanma, tek lidere kapanma, her tür zihni faaliyeti ve üretkenliği durdurur. Her tür pasifizmin bağımlılıkla; her tür aktivizmin özgürlüklerle yakın bir ilişkisi vardır. Zihinsel bağımsızlık ve bağımsız üretkenlik sahibi olmadığımız takdirde, bütün gelişmeleri ve olayları hep tek yanlı, tek boyutlu olarak değerlendirmek zorunda kalacağız. Alışkanlıklarımızı bir bağımlılık biçimine dönüştürmemeliyiz. Her durumda her tür ayrımı, ayrımcılığı, bencilliği aşan ahlaki bir dile/yaklaşıma sahip olabilmeliyiz. Önyargılara dayalı karşıtlıklar konusunda dikkatli olmalıyız. Hangi bağlama ilişkin olursa olsun, benmerkezci kibirli ve narsist yorum biçimlerinin ahlak dışı ifade biçimleri olduğunu bilmeliyiz. Etnik siyasetlerin, mezhepçi ve hizipçi siyasetlerin evrensel erdemler ve ahlaka bütünüyle aykırı olduğu şüphesizdir. Hiç bir etnik, siyaset olumlu karşılanamaz, meşrulaştırılamaz. Millet devletin mülkü değildir, böyle olduğu içindir ki, devlet millete nesne muamelesi yapamaz. Korku kültürü bütün toplumları güçsüz düşürür. Heterojen toplumlarda türdeşlik saplantısı Türkiye’de yaşandığı üzere kronik sorunlar ve kronik acılar oluşturur. Zorla dayatılmış kimlikler, kalıcı ve inandırıcı olamaz. Popülizm adına, sayıları çoğaltma ve taraftar bulma adına fosilleşmiş milliyetçilikleri yaşatmaya çalışmak, algısal bir bayağılaşmanın ve ilkesizliğin ürünüdür.
İdeolojik, ırkçı, mezhepçi karşıtlıklarla, karşıt yaklaşımlarla, karşıt kurgularla, dünyayı/ tarihi çözümleyemeyiz. Irkçılıklar halkları birbirlerine yabancılaştırır, birbirlerine karşı önyargılara hapseder. Önyargılı klişeleştirmelere başvurmak ilkelliktir. Toplumların ırkçı ya da ideolojik anlam da tek yönlü, tek boyutlu olarak yapılandırılması, toplumları otoriter bir zihniyete mahkûm eder. Her ırkçılık akıl ve vicdan dışına yuvarlanmaktır, sürüklenmektir, bir uçuruma düşmektir. Ahlaki bir otoriteye sahip olmayan toplumlar, toplumsal bütünlükleri koruyamazlar. Büyük bir boşluk çağında, içerisinde yaşadığımız süreçler insanları düşüncesizleştiriyor ve hesap makinelerine dönüştürüyor. İdeolojiler, ırkçılıklar tarihi, insanlığı, ahlak ve vicdanı tahrip ediyor. Ulus-devletler ilkel duyguları sömürerek varolma yolunu seçiyor. Her ırkçılık yalnızca ölüm ve yıkıma hizmet ediyor. Türkiye’de yakın tarih her alanda, ırksal ve kültürel bir türdeşleştirme tarihi olduğu için, etnik karşıtlıkların neden olduğu, partizan gerilim politikalarının neden olduğu çatışmalar aşılamıyor. Etnik vurgulara ihtiyaç duymayan bir siyaset ve devlet anlayışıyla adaletin sağlanabileceği gerçeği üzerinde durulmuyor, ulus-devlet alışkanlıkları, takıntıları bağnazca sürdürülebiliyor. Tarihi gerçek anlamda okumayı başaramadığımız için, Yunan, Sırp, Türk, Ermeni, Arap milliyetçiliklerinin Fransız Devrimi ideolojisinin sonucu olarak ortaya çıktığını unutuyoruz. Günümüzde Müslümanlar olarak bizlerin seküler moderniteyi sorgulanabilecek, aşabilecek bir vizyon oluşturmamız gerekiyor. İran, İslam Devrimi böyle bir vizyonun mümkün olabileceğini gösterdi. Batı modelini nihai ve eşsiz bir model olarak görmek, algısal bir kötürümlüğe işaret eder.
Çin’in küresel etkiler uyandırarak yükselişi yeni bir “Doğululaşma”dan söz açılabileceğini gösterir. 15’nci yüzyıldan itibaren yaşanan büyük altüst oluşlar, dini temellere dayalı medeniyetlerin güç kaybına uğramalarına ve zamanla tarihin dışında kalmalarına neden oldu. Bu nedenle bugün Batı dünyası, tarihin sahibi olduğuna inanıyor. Batı dışı dünyayı tarihsiz halklar olarak konumlandırarak, Batı dünya görüşü ve hayat tarzını benimsemeleri/ özümsemeleri koşuluyla tarihe kabul edilebileceklerini ihtar ediyor. Yakın zamanlara kadar, Yunan-Roma kökenlerine atıfta bulunan Batılı ideolojik dil, şimdilerde Musevi-Hıristiyan kökenlere atıfta bulunarak İsrail’i sahipleniyor, İsrail’i Batı’nın vazgeçilemez bir parçası olarak değerlendiriyor. Musevi-Hıristiyan kökenlere dayalı vurgular, tanımlamalar aynı zamanda İslam’ı dışlamak gibi bir amaç da taşıyor. Bugüne özgü bütün laik araçlar, “Haçlı Seferleri” gibi dini amaçlar için seferber edilebiliyor.
İletişim devriminin yoğun bir biçimde yaşandığı günümüzde insanlık her an enformasyon bombardımanına maruz kalıyor, enformasyon fırtınası içerisinde savruluyor, enformasyon selinde boğuluyor. Bütün bu enformasyon ve iletişim zenginliğine rağmen, emperyal statüko kendisini çoğaltarak sürdürebiliyor, sorgulanmıyor. Emperyal entelektüel iktidar karşısında yeni bir bilinç, fikir, yorum, eleştiri, eylem üretemiyoruz. İçerisinde yaşadığımız gerçekler yerel anlamda bir direnimin sonuç vermeyeceğini gösteriyor. Bu nedenle, biz Müslümanlar bütün bir yeryüzüne açık bir bilinçle, bütün bir insanlıkla etkileşim sağlayabilecek bir birikimle, Ümmet’in yeniden tarihe uyanışını sağlayabilecek bir irade oluşturarak küresel emperyalizme karşı bir direniş ortamı oluşturabiliriz. Müslümanlar olarak hepimiz ortak baskılara, ortak şiddete, ortak saldırılara uğruyoruz, bu sebeple hepimiz bu konuda Ümmet’in ortak imkanları üzerinde çalışmak zorundayız. Hayatta hiç bir şey adalet kaygısı taşımayan bir çağda/dünyada yaşamak kadar bunaltıcı/boğucu olamaz. Günümüzde liberal gündem herkesin ilgi alanı içerisindeyken, Müslümanların, Ümmet’in geleceğine ilişkin bir gündemi olup olmadığı konusunda hiç kimsenin bir bilgisi yok. Biz Müslümanların, günümüz tarihine tanıklık etmek üzere, kapsamlı bir gündem, yöntem, ve içerik sunamamak gibi kronik bir sorunumuz var.
Büyük bir arayış içerisinde değiliz, büyük kaygılar taşıdığımızı söyleyemeyiz, büyük davalar peşinde olmadığımızı herkes biliyor. Bugünün mücadelesi daha çok ekonomik çıkar mücadelesine dönüşmüştür. Elektronik kapitalizm ulus ötesi yeni bir kültürün oluşumunu hazırlıyor. Bu kültür kuşkusuz hiç bir derinliği olmayan, tarihsel bir boyutu olmayan, geçmişten gelen bir birikime, bilgeliğe sahip olmayan içi boş bir kültürdür. Günümüzde, her toplumda, bireyci değerlerin yayılması sebebiyle, vatanseverlik gibi, milli gurur gibi duygular erozyona uğruyor, bütün bu duyguların yerini ekonomik yurtseverlik alıyor. İnsani derinliği olan siya setlerin yerini ideolojik ve ırkçı yaklaşımlar alınca, Türkiye’de olduğu gibi, toplum hiç bir zaman gerilimden çıkamıyor. İdeolojik ve ırkçı siyaset insani/vicdani her oluşumu saptırıyor, durduruyor, donduruyor. Her ırkçılık her zaman büyük aşırılıklar, büyük sorumsuzluklar şeklinde hayatı dayanılamaz hale getirebiliyor. Elektronik medyanın ulusal sınırları aştığı, iletişim süreçlerinin ulus-devlet saplantılarını tartışılabilir hale getirdiği, neoliberal küreselleşmesin ırkçı saplantıları, bağnazlıkları etkisiz hale getirebileceği iddiaları gündemdeyken, Türkiye halen çok yönlü ırkçı atraksiyonların baskılarını aşamıyor. Temel hakların evrenselliği fikri bütün ırkçı siyasetleri her zaman tedirgin ediyor. Irkçılıklar kimi temel hakların ve ayrıcalıkların kendilerine ait olduğunu iddia ediyor, farklı unsurların bu hak ve ayrıcalıklara sahip olmasına karşı çıkıyor.
Masum insanların, masum toplumların hayatları Panasına hegemonya ve tahakküm ideolojisi varlığını sürdürüyor. Ekonomik çıkar için her tür zorbalık, her tür kötülük ve imha savaşı mubah sayılabiliyor. Petrol şirketleri daha çok kar etsinler diye, daha çok masum insan katlediliyor. “Özgürlük” ve “demokrasi” maskesi altında İslam ülkelerinin Fiziksel ve ruhsal varlığı tarumar ediliyor. “Demokrasi” ve “Özgürlük yalanlarıyla insanlığımıza karşı çok ağır suçlar işleniyor. Enerji kaynaklarını kontrol edebilmek için Ortadoğu sürekli olarak istikrarsızlaştırılıyor. Batılı siyasal seçkinler/ sömürgeleştirme ihtiyacının her zamanki kadar büyük olduğuna inandıklarını açıkça ifade edebiliyor. Ekonomik çıkarlarını korumak için, bugün Libya’da olduğu gibi, sistematik ve sürekli terör üreten, terör üretmekle kalmayıp bunu meşrulaştırmaya çalışan, keyfi saldırıların sömürgecilere özgü bir “hak” olduğuna inanan bir dünyada yaşıyoruz. Böylesine karanlık bir dünyada insan ve Müslüman onuruna sahip olan herkesin, bütün bu zulümler karşısında eleştirel bir siyasal duruş sahibi olması, yazarak, konuşarak, eylemde bulanarak bir direniş bilincini çoğaltması gerekiyor.
İktibas, Ağustos 2011
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *