Cumhuriyet’ten bu yana aydın diye bilinen kişiler, dışıyla da içiyle de batılı gibi olanlardı. Tıpkı Batı’daki gibi, din hayatın içinden alınıp bir kenara konmuştu. Bir kenara konmuştu demek hafif kalır.
GELENEKLERİN VE DİNİN BİRBİRİNE KARIŞTIĞI
ÇARPIK ANLAYIŞ
Bunları anlatmaktan maksadım gerçek İslami bilincin Müslümanların hayatından çıkartılıp, yerine nelerin koyulduğunu göstermeye çalışmaktan öte bir çaba değil. Biz toplum olarak yıllar yılı geleneklerimizi din, dinimizi de gelenek sanarak yaşamışız ne yazık ki. Bu yüzden doğruyu yanlıştan ayırmak uzun zaman aldı. Ercümend de bizlerden biriydi. Geleneklerin ve dinin birbirine geçtiği karmaşanın içinden çıkıp gelmişti o günlerden bu günlere.
Cumhuriyet’ten bu yana aydın diye bilinen kişiler, dışıyla da içiyle de batılı gibi olanlardı. Tıpkı Batı’daki gibi, din hayatın içinden alınıp bir kenara konmuştu. Bir kenara konmuştu demek hafif kalır. Bir kenara konsa birileri görür de ilgilenirdi belki. Üstü öyle bir örtülmüştü ki arayan bile bulamıyordu. Aslına ulaşamayan meraklıların da bu konuda işlerine geldiği gibi uydurdukları hurafelerden oluşan din anlayışı Cumhuriyet aydınlarının işini kolaylaştırıyordu. Allah’ın dininin yerini onun karikatürü denebilecek bir tanınmaz inanç biçimi almıştı. Bu biçimiyle din ve dindar diye tanıtılanlar, genç beyinleri onlara düşman etmekte zorlanmıyordu. Bunu en iyi kendi yaşamımdan biliyordum. Bu ikilem nasıl bir şeydir yaşayan ancak tarif edebilir. Bir yanda namaz kılıyor, oruç tutuyorsunuz, cennet umuyorsunuz. Diğer yanda Müslüman diye bildiğiniz kişiyi sevmiyorsunuz. Sevemiyorsunuz. Çünkü farkında bile olmadan buna şartlandırılmışsınız. İslam’ı, müslümanı her gün bir başka biçimde karikatürize ederek size empoze etmişler ki işin içinden çıkmak için yardıma ihtiyaç duymamak çok zor. Çünkü bu kadar bozuk bir psikolojiden kendi kendine kurtulmak her babayiğidin harcı değildi.
Günün basını olan birkaç gazete, devletin tekelindeki radyo, sadece batıyı gösteriyordu istikamet olarak, örnek olarak. Onların yazıp çizerlerinin ise buluşma yerleri meyhanelerdi. Bunun böyle olduğunu o günlerin aydınlarının anılarında görmek mümkün. O günün aydın diye bilinenleri meyhaneleri mesken tutunca, camiler hurafelere terkedilmişti. Meyhaneyi yurt edinenlerin sesleri, camicilerinkini bastırmıştı. Zaten asrı saadetten beri yıldızı kâh parlayıp kâh solan İslam, Osmanlı döneminde de aslıyla ortada değildi. Osmanlı Anadolusunda halk tekkelerin İslamı’nı yaşıyordu. Cumhuriyet döneminde tekkelerin kapatılmasıyla birlikte müslümanlar cami ile tekke arasında kalmıştı. Camiye döndüklerinde, tekke kültürünü de beraberlerinde getirdiler. Yani bahsettiğim bu dönemlerde müslümanlarda da net bir İslam anlayışı yoktu. Mehmet Akif, müslümanlardaki bu inanma biçimini şiirleriyle topa tutmuştu adeta;
“Müslümanlık bu değil, biz yolumuzdan saptık,
Tapacak bir putumuz yoktu, özendik, yaptık.” diyerek.
Karşılaştığımız bir başka gün de, elindeki kitabı benim de okumam gerektiğini söylüyordu Ercümend. Son derece duygusal ve ısrarcıydı, bazı bölümleri okuyacak ve bana dinletecekti. Kitabın adını falan hatırlamıyorum. Allah’ı arayan ve ona eren kulların hikayeleriydi kitabın konusu. Özkan okuyor, okuduklarından etkilenip gözleri doluyordu. Ben dinlemeye çalışırken, terslememek için kendimi zor tutuyordum. Sonunda ufak bir tartışma oldu aramızda ve o çekip gitti.
Ercümend ile benim bu yüzden inatlaşmamız kolay kolay bitmedi. Geçenlerde bir arkadaş, niye şimdi yazdığımı, yıllardır bunu niye ertelediğimi sorduğunda bir an o günlere gittim ve nasıl bir inatla bazı şeylere yenildiğimi esefle hatırladım. Keşke o günlere dönebilmek mümkün olsa diyebildim. Doğru yerden başlardım. Şimdi her şey çok daha iyi olurdu. Düşünüyorum da, o günkü bakış açımla iyi ki de yazıp çizmeye kalkmamışım yoksa yüz seksen derece bir dönüşümün sonunda o yazdıklarımı kendim bile düzeltemezdim. Hayatımızda olup biten bazı hadiseler bizim aleyhimize gibi görünse de hayrımıza olduğunu işin sonunda farkedebiliyoruz ancak.
Özkan inançlar konusunda ne kadar hassas ve duyarlı imiş, yolun başında, arayış içinde olduğu günlerde bile. Bunu şimdi hatırladıkça anlıyorum. Ercümend, Ankara Hukuk’ta, ben Dil Tarih’te, arada bir okulun kantininde oturup sohbet edip, çay içiyorduk. Günler böyle geçip giderken bir gün bir yaygaradır koptu. Fakültenin yol geçen hanına döndüğünü, girip çıkanın belli olmadığını mecliste bir milletvekili ortaya atmıştı. Basın da işe el atınca talebeler yürüyüşler düzenlediler okulu aklamak için. O günlerde Ankara’nın Hollywood’u diye bir lakabı vardı Dil Tarih’in. Mankenler burada okuyor, tiyatro yazarları burada eğitim alıyorlardı. Filolojiler kolej mezunlarıyla doluydu. Dersler sanatsal ağırlıklı olduğundan mıdır, yoksa kolejlilerin sayıca fazlalığından mıdır bilinmez, şık giyimde de oldukça popülerdi bu fakülte diğerlerine nazaran. Talebelerin çoğu da kuralları ciddiye almaz biçimde davranıyorlardı.
Edebiyat katının hemen üstü tiyatro yazarlığı bölümüydü. Orada bana göre çok renkli bir dünya vardı. Aralarına katılmak gibi bir hevese kapılmıştım ansızın. Meşhur tiyatro ustası Cüneyt Gökçer derslere giriyordu. Birkaç kere rastlamıştım. Tiyatroya merakım hep vardı zaten. O bölümü yardımcı ders olarak alacağımı anneme söylediğimde çok sinirlendi. Ha oraya çıkıp oynamışın, ha yazıp oynatmışın bana göre bir farkı yok, böyle bir şeye izin veremem diyordu. Ortam gerildikçe gerilmişti. Tam da böyle bir gerginliğe çare olabilecek yetenekte -babası amcam, annesi teyzem olan- Tuğrul abim ailesiyle bize geldiler. Ben hemen derdimi anlattım. Annem karşı çıkmaya hazır, “razı değilim” dedi. Abim bana döndü ve “Hangi yazar bu işin okulundan çıktı acaba? Otur kendi kendine uğraş istiyorsan, bu yüzden tartışmak neyi halledecek sence?” dedi. Olaya son nokta da böylece konuldu.
Sanırım duysaydı Ercümend ile de tartışırdık bu konuda. Oyun yazmak değildi sorun. Sorun o camianın içinde olmaktı.
Öyle böyle derken, Dil tarih hakkında ileri geri tartışmalar uzayınca okula giriş çıkış yasağı kondu. Okulun kendi kimliğini (pasosunu) taşımayanlar okula giremeyecekti.
Ama baktım Ercümend yine okulda. “Hayırdır, nasıl girdin içeri?” diye şaşkınlığımı belirttim. Cebinden bir paso çıkartıp gösterdi gülerek, “Kanunlar zayıfların takılıp kaldıkları, güçlülerin atlayıp geçtikleri engellerdir” demeyi de ihmal etmedi. Bir koyulup bir kaldırılan adına kanun dedikleri bu denemeleri hafife almak için söylenmişti bu söz. Kendi kanunlarını kendilerinin tarif ettikleri batılı düşünürlerin sözüydü bu. Onların kanun dedikleri uydurmalar açısından doğruydu da.
Özkan hukuk tahsiline soğuk bakmaya başlamıştı o günlerde. Boşuna zaman kaybı gibi düşünmüş, Şark Dilleri ve Arapça bölümüne kaydını yaptırmıştı Dil Tarih’in. Zaten Arapça öğrenmek istediğini, bunun da iyi bir sebep olduğunu söyledi. Bana göre bir başka neden de benimle görüşebilmekti. Başka yerde böyle bir şansımız da yoktu çünkü.
EVLİLİK
Günler kâh küs kâh barışık akadursun bir de baktık aradan koca yedi yıl geçmiş, hayata bu kadar ters açılardan bakmamıza rağmen aramızdaki bağı koparamayacağımızı anlamış ve eninde sonunda bu işin evlilik ile sonuçlanması gerektiğini kabullenmiştik. Bu kararda direnmekle de isabet ettiğimizi, sonunda herkes anlamıştı.
Bu kadar farklı kulvardaki iki insan dünya evine girdi ve bir arada bir ömür geçirilebileceğini ispatladılar, olamaz bu beraberlik, yürümez diyenlere. Yeter ki çıkılan bu yolda her şeye rağmen sonuna kadar birlikte, zorlukların da kolaylıkların da üstesinden beraberce gelebilme azmi olsun. Akledebilen taraf eninde sonunda doğru olanın yanında olacaktır.
1963 YILI MART AYININ YİRMİ BEŞİ
Bu evliliğe benim ailem karşı çıktı hep. Anneme göre sebep, damat adayının kendi hemşehrisi olmayışıydı. ‘Gurbete kız vermem’ diye tutturdu. Yıllar yılı Türkiye’nin bir ucundan öbür ucuna dolaşan anacığımda sıla hasreti çekmekten dolayı gurbet fobisi oluşmuştu. Babam ise okulu bitirmem konusunda ısrarlıydı. Olur ya da olmaz diye bir şey demiyordu.
Benim güzel anacığım, akrabadan bir yengenin ısrarı üzerine birlikte gittikleri bir yıldıznamecide benim yıldızıma baktırmış. Yıldızcı da anneme, “İki dünya bir araya gelse, bunlar bir araya gelemez merak etme” demiş. Kaderimi de öğrendi ya artık inat etmekte, dediğim dedikçilik yapmakta bir mahsur görmüyordu. Benim ise yıldıznameciden falan haberim yoktu. Çünkü ailemizde bu tür alışkanlıklara hiç mi hiç rastlamamıştım. Annemin böyle bir şeyi nasıl yaptığına da hala şaşarım. Demek ki denize düşenin yılana sarılması tabiri hiç de boş bir söz değil.
Biz üç kardeş talebeyiz. Tandoğan ile ben üniversitede, küçük kız kardeşim Melek de lisede idi. Evimiz Ankara’da, annem de yanımızdaydı. Babam Niğde’de görev yapıyor, sık sık da Ankara’ya geliyordu. Annemle konuşurken benim için, “Gitme şunun üstüne, bırak okulu bitirsin. Ondan sonra Allah ne gösterir bilinmez, maymun iştahlı belki de vazgeçer” dediğini tesadüfen duymuştum. Annem ise “vazgeçse de vazgeçmese de onun dediği olmayacak” diye kesin kararını dile getiriyordu.
Üstelik benim için bir de damat adayı vardı annemin kafasında. Beni asıl çıldırtan bu olmuştu. Bu davranışımı tetikleyen, hızlı evlilik kararı almamın asıl sebebi de bu diğer aday konusuydu.
Deli kavak yelleri eser ya bu yaşlarda genç başlara doğru, tam da böyle olmuştu o günlerde. Benim başımda da kavak yelleri dolanıyordu sanki.
İş başa düşmüştü artık. Kararlı olduğumu kendime ve etrafıma ispatlamam gerekiyordu. Kitaplarımı defterlerimi toplayıp okula gittim. Dersler bitti ben hala okuldayım. Ercümend geldi ve bir pastanede geç vakte kadar oturduk. Ben artık eve gitmek istemediğimi söylemeye başladım. Ercümend ‘peki ne yapacaksın eve gitmeyip de’ diye beni sorgulayıp duruyordu. Ben sonunda ağzımdaki baklayı çıkardım. Okulu dondurup iş bulacak kendi başıma yaşayacaktım. Ercümend, ‘yeter artık saçmalıyorsun, eve gitmen lazım bu işin başka yolu yok’ diye ısrar ediyordu. Benim başımda esen yeller sükûn bulmuştu ama vakit gece yarısını da geçmişti ben eve gitmeye kalktığımda. Gecenin bu vakti yalnız başına gidemezsin seni eve ben teslim edeceğim diye tutturdu Ercümend. Ben ise hâlâ kendim gideceğim diye ısrar ediyordum. Onunla annemin karşısına çıkabilme cesaretini kendimde bulamıyordum. Çünkü annem bu konuda çok inatlaşmıştı. Çok da sinirliydi. Sen gidemezsin, ben giderim derken hiç gidemedim. Çünkü vakit çok geç olmuştu. Ercümend gecenin bu vakti yalnız gidemezsin diye tutturunca da onun pansiyon haline getirdiği Sıhiye’deki evine gittik. Evde kalan dayıoğlu, halaoğlu ve kiracılara bir de ben eklenmiştim pansiyoner olarak. Burada kalabilmem için nikah gerektiğine karar verilmişti. O zamanlar aşıksanız utanmanız gerekirdi. Sevdalar kendi içinde, kendi kendine yaşanmak zorundaydı. İnsan hayatının en büyük gizemlerinden biriydi.
Birkaç gün içinde evlendik. İki nikahımızda da şahitlerimizden biri, o zamanlar Özkan’ın can arkadaşı olan Mehmet Emin Maksudoğlu idi. Tanıdığı bir hoca ile çıkageldi. Artık dini nikahımız kıyılacak. Ama Hoca sorar “32 farzı biliyor musun?” Bende ses yok. Çünkü böyle bir şeyden haberim yok. Ercümend, “Ben biliyorum” deyince hocaefendi “O zaman bir an evvel öğret yoksa bu nikah olmaz” diye öğütlüyor. Hemen 32 farz, bir kağıda yazılıp elime veriliyor.
Mart ayının yirmi beşiydi. Benim doğduğum ve evlendiğim gündü bu gün. Hayatımda bilemiyorum bu yirmi beşler daha ne kadar öne çıkacak. Rahmetli eşimi de ocağın yirmi beşinde toprağa vermiştik. Ocağın yirmi dördünde dünyaya geldiğini de biliyoruz.
Evet gençler, bu yaşadıklarımın benim üzerimdeki etkisini anlatabilmem için kelimeler yeterli olacak mı bilemiyorum ama hayatımdaki bu dönemin başladığı noktadaki olup bitenleri ben o gün bu gündür hep sorguladım durdum. Bu başlangıç yanlıştı. Doğduğum günden itibaren beni esen yelden bile sakınan aileme karşı bu saygısızlığımın bir günah olup olmadığını bilemiyorum ama vicdanımdaki gel-gitleri hiçbir zaman unutamadım. Bu konuda ailem beni affetti ama ben kendimi hiç affedemedim. Keşke hırsla seçtiğim o buz gibi soğuk ve zindan gibi karanlık o tünel içindeki kestirme yol yerine, aydınlık ve daha sağlıklı ama uzun olan yolu seçseydim. İşi biraz da zamana bıraksaydım. Keşke böyle davranmak yerine onları ikna etmeye çalışsaydım. Ama olan olmuş, keşkelerin işe yaramadığı bir başlangıç yapmıştım artık. O günlerde annem ve ailem bana dargın ve kırgındı. Ben ise bütün dünyaya küsmüştüm. Hatta kendime bile. Aynalara bakamıyor, sokak kapısından dışarı çıkamıyordum. Herkesten hatta kendimden bile kaçmaya çalışıyordum. Bir anda birilerine kızarak düşünmeden verilen çılgınca bir kararın bir ömür boyu hatırladıkca içimi acıtacağını tahmin edememiştim ne yazık ki.
Önemli kararlar verirken bu işi kızgınken veya duygusal anlarda yapmanın ne kadar pişmanlık vereceğini kimse göz ardı etmemeli. Bu bedeli ben çok ağır ödedim, hep suçlayarak, affedemeyerek cezalandırdım kendimi. Ama bunları hep içimde yaşadım. Bu yüzden etrafımdaki kimseleri huzursuzluğuma ortak etmek gibi bir hataya düşmedim.
Şimdi kendime sorduğumda sadece yanlış bir çıkış yolu ile sonuca ulaşmaktan başka bir şikayetim yok. Başa dönsem izinsiz evlenmenin dışında, her şeyi yeniden yaşamaktan başka bir şey istemem.
Kimse kavak yellerinin estiği zaman hayatına dair önemli kararlara imza atmasın. Yeller dindiğindeki pişmanlık fayda vermiyor işin sonunda. Bu konuda ebeveynlere de acizane bir tavsiyem olacak, çocuklarımız birer birey olarak hayata atılacaklar. Onları doğru, dürüst ve Allah’ın istediği yönde yetiştirmek için elimizden gelenin en iyisini yapmakla yükümlüyüz. Bunu yaparken de zorlamanın değil sevgi yolunun daha işe yarayacağını göreceksiniz. Hayatlarındaki bazı yol ayrımlarında onlar için baskı ve korku yöntemleri ile seçim yapmalarını sağlamak yerine arkadaş ve refik olursak, onları anlamaya çalışırsak her şey daha yolunda, ilişkiler daha sağlıklı olacaktır diye düşünüyorum. Allah bu konuda hepimize kolaylıklar ihsan eylesin.
O zamanlar evlenirim olmazsa boşanırım diyen bir anlayış tek tük varsa da bugünlerdeki kadar yaygın değildi. İnsanlar nikah akdini, nikah masasından mezara kadar sürsün diye yaparlardı. Biz de bu akdi bu niyetle gerçekleştirdik. Öyle de oldu.
Resmi nikah işlemlerine başlayan Özkan bir evrak için gittiği mahalle muhtarının yanındaki bir beyefendiden de evlilikle ilgili ilk nasihatını almıştı. “Bugünlerde gençlerin yaptığı gibi üç gün sonra boşanacaksanız sakın bu işe kalkışmayın. Biriniz sesini yükseltince diğeri sussun. Evliliği yürütmenin en önemli koşullarından biridir bu, sakın bunu unutmayın” demişti. “Hayatta, kalmayı aklıma koyduğum diyardan kaçmak prensibim değildir” diye gülerek bir cevap vermiş ve oradan çıkmıştı Ercümend. Eve geldiğinde de, bu tavsiyeyi hemen bana da aktarmıştı. Genellikle bu kurala uyduk. Ama seyrek de olsa aynı anda sesimizin yüksek çıktığı da olmadı değil. Böyle zamanlarda, Ercümend, “hemi bu diyarda duracaz, hemi de bu deveyi güdecez” derdi arada bir ben ipleri kopardığımda.
İlk evimiz Sıhhiye’de bahçe içinde bir villaydı. Villaydı ama eskilikten dökülüyordu. Yerlerdeki döşemeler yer yer ufalanıyordu. Vaktiyle çok güzel olduğu belli olan bu ev, doksanını geçmiş bir ihtiyarın yorgun halini hatırlatıyordu. O kadar haraptı. Kocaman odaları, yüksek tavanları vardı bu evin. Ercümend biz evlenmeden önce hem işyeri hem de ev olarak kullanıyordu burayı. İki odasını da pansiyonerlere kiralamıştı. Aynı zamanda Ercümend’in dayıoğlu Şeref ve hala oğlu Sırrı da Ercümend ile tuttukları bu evde kalıyorlardı. Benim aileye karışmam işleri değiştirdi. Önce pansiyonerlere yol verildi. Halaoğlu da evden ayrıldı, dayıoğlu ve biz üç kişi olarak devam ettik bir müddet daha. Pansiyonerlerden kalan somyaları kendimize ait odaya aldık ama üzerlerine örtecek örtüler yoktu. Battaniyeler bulup örtmüştüm divanların üzerlerini. Kendimce süslüyordum, temizlemeye çalışıyordum evim diye sahiplendiğim bu yeri. Oldum olası evim dediğim yeri güzelleştirmek adetimdir. Bunu da elimde ne varsa onunla yapmaya çalışırım.
İnsanoğlu iyiye güzele meyyaldir. Dünya nimetlerini sevmem diyebilen çok nadirdir. Ben de güzel olanı, iyi olanı hep sevdim. Ama elimde olanla yetinmeyi de her zaman bir erdem bildim. Olursa da hoş olmazsa da hoş demek, kaderciliği kabullenmek anlamına gelmez benim dünyamda. Olduğundan fazlasına göz dikerek yaşamaktır bana göre insanda huzursuzluğun sebebi. Alın teriyle olan kazanım az da olsa, huzur verir sahibine. Her şeyin en iyisine emek ile ulaşırsanız ancak ulaştıklarınızın değeri olur.
Görüntüyü öyle ya da böyle kurtarmaya çalışıyorduk ama sobada yakacak odun kömür kalmamıştı. O günlerde ben bahçede bulduğum meyve sandıklarını kırmaya çalışırken bir ara yan bahçedeki komşu camı açtı ve “Kızım ne yapıyorsun sen öyle, sen kıramazsın bunları” dedi ve bahçeye kesilmiş odunlar attı bayaca. “Beyin gelene kadar bunları yak” diyordu. Ben içimin burulmasına aldırmadan odunları aldım, teşekkür edip sobayı yaktım.
Akşam üstü Mehmet Emin Maksudoğlu ile eve gelmişti Ercümend. Sobayı yanar görünce şaşırdı. Ben de olanları anlattım. Bunu duyunca birlikte kalkıp gittiler. Bir saat kadar sonra bir at arabası kömürle geri geldiler. Baharın yaklaştığını kendi kömürlerinin çok fazla olduğunu söyleyen Mehmet Bey evindeki kömürün yarısını bize getirmekte ısrar etmişti.
MEHMET MAKSUDOĞLU
Mehmet Bey, Ankara İlahiyat’ta asistandı. Milliyetçi mukaddesatçı duyguları çok yoğundu o zamanlar. Annesi ile beraber yaşıyorlardı. Ercümend ile çok yakın arkadaştılar. İçtikleri su ayrı gitmiyor tabiri tam da onlara göreydi.
Bize sık sık gelen Mehmet Bey ara sıra da yemeğe kalırdı. Onların konuştukları konulara o kadar yabancıydım ki utanıyordum bu konulardaki cahilliğimden dolayı.
Bazı yerde Ercümend ile arkadaşının ayrı düşündüklerini de fark ediyordum. Mehmet Bey’de milliyetçi duygular diğerlerine baskın geliyordu sanırım o günlerde, sonraları düşündüğümde bunu farketmiştim. Ercümend’de ise bir şeyler hâlâ araştırma safhasındaydı. Milliyetçilik onda o zaman da vardı ama dozundaydı. Irkına her zaman kendini yakın hissetti fakat asla bu duygularını, inancının önüne o zamanlarda bile geçirmedi. Bunu bana kendisi değil, Mehmet Bey’le aralarında geçen konuşmalar anlatıyordu. Ercümend bir gün ona, “Arkadaş, senin ataların başlarında buldukları bitleri yiyorlarmış, buna ne diyorsun” diye gülerek takılıyordu. Bu cümle de Özkan’ın, atalarının eleştirilecek yanlarını göz ardı etmediğini, olayları eleştirel bir gözle görüp değerlendirmeye başladığını anlatmaya yeter sanırım.
Bu arada, Tahrir ile olan konuşmalar da geçiyordu aralarında. Ben öyle sanıyorum ki Mehmet Bey de bu konulardan etkilenmişti. Çünkü Tahrir’in haremlik-selamlık anlayışı hayatımıza girdiğinde o da Beyza ile yeni evlenmişti. O da Ankara İlahiyat’ta asistandı o yıllarda. Beyza, haremlik-selamlıklı bir yaşamı benimsemiyor, olaya sinirleniyordu. Bunu benimle paylaşmıştı. “Bunlar birbirlerine güvenmiyorlar mı da ailelerini birbirlerinden bu kadar köşe bucak kaçırıyorlar” diyordu.
Beyza başörtüsüne de karşıydı. O günlerde hocası olan ilahiyatçılardan biriydi onları bu konularda yönlendiren. Konuyu ona açtığını, onun da “Başınızı örterseniz daha çok dikkat çekersiniz. Örtmemeniz sizin için daha iyi, dikkat çekmeye gerek yok!” diyerek soruyu cevaplandırmış, Beyza da bunu şeksiz şüpheziz kabullenmişti. Bu kişi aynı zamanda Ankara radyosunda dini bilgiler verir, sohbetleriyle kim sorarsa dinleyicilerini aydınlatırdı. Daha sonraları bu arkadaşlarımızın boşandıklarını duydum ve çok üzüldüm.
1963 YILI BAHAR AYLARI
Bahar gelmiş bahçemizde leylaklar açmıştı. Her şeye rağmen hayat güzeldi. Bütün kara bulutlara rağmen yaşanmaya değerdi. Çünkü gençtik ve geleceğe umutla bakıyorduk. Çünkü ben annemle barışmıştım.
Biz de hayatımızın baharındaydık. Ben 23, Ercümend 25 yaşında idik. Bir yandan hayat mücadelesi, diğer yandan okullar devam ediyordu
Kira gecikiyor, ev sahibi kapıya geliyordu. Ben adamı görünce içeri kaçıyor Şeref’i yolluyordum kapıya. Şeref, Ercümend’in dayısının oğluydu. Liseyi yanımızda okuyordu o zaman. Esprili, şakacı bir delikanlıydı. Kendine şöyle bir hava verip kapıyı açıyor, Ercümend abisinin yurt dışında olduğunu söyleyip gelince aratacağına dair güvence verip adamı yolluyordu. Böylece kira için zaman kazanmış oluyorduk. Şeref ile ben oturup buna gülerken Ercümend’den de sert uyarılar alıyorduk bu davranışlarımızdan dolayı. “Bir daha sakın böyle şeyler yapmayın” diyordu.
Paramız, bütün hayatımız boyunca hep olduğu gibi, bir var bir yoktu. Yine yok olduğu bir gün, bir baktım Ercümend’in o çok sevdiği, benim de tam tersine gıcık kaptığım pardesüsü askıda asılı. Herhalde hava güzelmiş ki giymeden gitmiş. Dayıoğlu da okuldan geldi. Evde, ne yemek var ne de yiyecek bir şey. Hemen pardesüyü toplayıp verdim Şeref’in eline, koş bunu eskiciye sat diye. O da çarçabuk satıp geldi. Hemen bakkala, kasaba, yemek ocağa derken Ercümend geldi. “Parayı nereden buldunuz?” diye sordu. Ben hemen, “Pardesünü sattık” dedim. Sinirlendi, yutkundu, bir şey de diyemedi. Cebinden para çıkarıp Şeref’e verdi, git çabuk kime sattıysan adamı bul, onu geri al gel diyerek çocuğu eskiciler çarşısına geri yolladı.
Şeref, gele gele eve eli boş geldi. Pardesüyü alan almış, satan satmıştı. Ercümend bu işe bayağı bir üzülmüştü. Ama ne yalan söyleyeyim ben hiç de üzülmemiştim. Tarzlarımız farklıydı. Ben onun öyle şeyler giymesinden hiç hoşlanmıyordum. Bahsettiğim pardesü, Osmanlı’nın son dönemlerindeki gençlerin havasındaydı. Lacivert, çok kaliteli bir kumaştan, topuklara kadar inen boyuyla, katibimin eteği çamurlu uzun setresini hatırlatıyordu bana. Ercümend ise o kıyafetinin pek çok yerde inanılmaz işe yaradığını anlatarak beni pişman olmaya zorluyordu. Onu giydiği bir gün, bir milletvekili ile birlikte Meclis’e gittiklerini, vekile kimlik soran görevlinin kendisine ise hiçbir şey sormadan selam verip geçmesine izin verdiğini anlatıp gülüyordu, tabi kızgınlığı geçtikten sonra.
Daha sonra kumaşı ve rengi farklı ama modeli aynı bir tane daha diktirmişti arkadaş kendine!
Paramız olduğunda kiramızı, bakkala olan borcumuzu ödüyor yaşayıp gidiyorduk. Oldukça kalabalık yaşıyorduk. Dayıoğlu Şeref, Ercümend’in en küçük kız kardeşi Sevim de bizimleydi. Sevim, ileride eşi olan bir astsubayla nişanlıydı o günlerde. Bazı sorunlar olmuş aralarında onun için bizde kalıyordu.
Misafirlerimiz de eksik olmuyordu. Dışarıdan alışveriş yaptığımız zamanların dışında köyden gelen bulgur, mercimek ve kavurma ile idare ediyorduk. Ercümend’in en çok sevdiği şeylerdi bunlar. Bulgur pilavı, yoğurtlu kesme makarna, bulgur çorbası.
Bulgur, mercimek, kavurma gibi malzemeler köyden, Şeref’in ailesinden geliyordu. Yatak yaptırmamız için yünümüz de köyden, yine Şeref’in ailesinden gelmişti.
Üç beş kuruş para geçtikçe eline Ercümend işine yatırım yapıyordu zorunlu olarak. Yeni bir daktilo makinası almıştı. Bir şey alırken en iyisini almak adetiydi. Daktilo da en kalitelisiydi piyasanın. ‘Bu bana çok lazım’ diyordu. Müşterilere abonelik tekliflerini artık onunla yazıyordu.
Bu arada ben de, Ercümend’in daha önce ütü ile yanmış bir pantolonunu bulmuş, ondan kendime bir etek yapmıştım. Dikiş makinası olan birilerine tamamlatıp giymiştim.
Yine parasız günlerimizden bir gündü. Kafkas Kültür Derneği, folklor ekipleri getirtmiş ve bir gece düzenlemişti. O zaman derinde de olsa, serde milliyetçilik var, gitmeden olmaz. Tabi bu arada Maksudoğlu’nun ısrarı da var gidelim diye. Yine süt şişeleri, yoğurt kapları toplanıp satılmaya gitti bakkala. O zamanlar bu kaplar depozitoluydu. Bakkal verirken parasını keser, geri götürünce de aldığı kadarını öderdi.
Eksiğimizi tamamlayıp geceye katıldık. Ercümend yabancı kültürleri, o kültürlerin insanlarını tanımaktan büyük haz duyardı. İmkan bulsaydı dünyanın dört bir yanını dolaşıp her bir köşesini, her bir kişisini tanımak isterdi. Bu bahsettiğim dönemde, bilhassa Müslüman Türk kültürüne olan ilgisi yoğundu.
Geceye katıldık. Gerçekten organizasyon çok güzeldi. Kafkas kıyafetleri, oyunları, müziği insanı büyülüyordu. Oyunlar adeta o kültürün kahramanlık destanıydı. Sahneyi sarsıyordu. Çok etkilenmiştim. Bu türden etkinlikleri yeni yeni tanımaya başlıyordum. Olay batılıların danslarına, balolarına hiç mi hiç benzemiyordu. Onlarda romantizm hakimken, bunlarda hamasi bir ritim hakimdi.
Herkes memnundu gecenin sonunda evlerine dönerken.
DEMİRTEPE’DEKİ EVE TAŞINMA
Hayatımıza şöyle bir çeki-düzen vermek amacıyla önce evi değiştirip masrafları azaltmayı planlıyorduk bu aralarda. Bir iki ay kaldığımız villadan, Demirtepe’de geniş bir daireye taşınmıştık.. Özellikle geniş yer aramamızın sebebi, işyerinin de evle birlikte olmasıydı.
Çok kolay taşınıp yerleşiyorduk. Çünkü eşyalarımız yok denecek kadar azdı. Dayıoğlu Şeref ile Ercümend’in küçük kız kardeşi Sevim hâlâ bizimle beraber kalıyorlardı. Ev mi pansiyon mu belli değildi bu dönemler yaşadığımız mekan. Yemek yapıp okula gidiyordum, geldiğimde yerinde yeller esiyordu yaptıklarımın çoğu zaman. Evde kim varsa birlikte oturup yiyorlardı Allah ne verdiyse. “Yemek koktu, memurlara da verdik” oluyordu açıklayıcı cevabı Ercümend’in. Odanın birinde bazen bir, bazen de iki memur gazetelerle haberlerle uğraşıyorlardı. Bu arada Ercümend dışarıdaki iş görüşmelerini sürdürüyor, eve gelince de son kontrolleri yapıyordu. Bir yandan da okuyor, okuyor, okuyordu. Asla boşa geçen zamanı affetmezdi.
Sinemaya da giderdik tiyatroya da. Ama konular hep seçilirdi. O her okuduğundan, her seyrettiğinden insana dair, insan psikolojisine, sosyal olaylara dair önemli sonuçlar çıkarırdı. Eğlenirken bile boşa zaman harcamaz bir sürü olayı, olayların sebeplerini, sonuçlarını değerlendirirdi. Bunun böyle olması gerektiğini ben ondan öğrendim zaman içinde. Duyduğum, gördüğüm her şeyin sebep-sonuç ilişkisini değerlendirmeden edemem.
Hiç unutmuyorum bir gün Mucur’a, Ercümend’in ailesini ziyarete gitmiştik. Sevim de bizimle gelmişti. Döndüğümüzde, bıraktığımız yığınla kirli çamaşırın yıkanmış olarak leğenlerde durduğunu görünce şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilememiştim. Şeref, okuldan gelince durum açıklık kazandı. Kapıya iş aramaya gelen bir kadını içeri alıp para vermiş, çamaşırları yıkatmıştı bizim dayıoğlu. Şimdi olsa bir de ben yıkardım onları ama o zaman sevinerek asmıştım balkona.
RALEIGH BİSİKLET
Günler birbirini kovalıyor. Kış bahara bahar yaza ulaşadursun, biz de bu hıza ayak uydurmaya çalışıyorduk. Ercümend kendine bir bisiklet almıştı bu arada. Yine piyasanın en iyilerindendi bu aldığı da. O günlerin en gözde olanlarından Raleigh marka taş gibi bir bisikletti. Ebat olarak da en büyük boyuydu. Beni ancak bu taşır diyordu.
Bir şey olsun da nasıl olursa olsun ona göre değildi. Her şeyin en iyisine kalitelisine talip olurdu hep. Ucuz mal alacak kadar zengin değilim diyen bu İngiliz atasözünü de tekrarlardı ara sıra.
Kurban bayramı gelmiş, dört günlük tatile girmiştik. Mevsim bahardı. Baharın oldukça soğuk günlerinden biriydi. Soba kurmamıştık yaz geliyor diye. Ben paltomu giymiş oturuyordum. Ercümend de bayram gazetelerini okuyup kesiyor, haberleri abonelere göndermek için hazırlıyordu. O zamanlar dini bayramlarda gazeteler İstanbul ve Ankara basımları olarak birer tane çıkardı. Yani bir tane bayram gazetesi İstanbul’dan, bir tane de Ankara’dan gelirdi. Böylece bizim iş de tatile girerdi otomatikman.
Evlerin bahçelerinde kurbanlar kesilip ağaçlara asılmıştı bile. Ben bunları camdan seyrederken geçmiş bayramları hatırlayıp hüzünlenmiştim. Kurban kesemediğimiz gibi, kimse bir parça et bile vermemişti. Yeni taşındığımız bu yerde kimse bizi tanımıyordu. Tanısa bile komşuluk anlayışı bambaşkaydı buralarda o zamanlar bile.
Biz böyle oturup dururken kapı çalındı. Mehmed Maksudoğlu ile İlahiyat’tan arkadaşı olan Beyza geldiler. O zaman henüz evli değillerdi.
TÜRKEŞ’İ ZİYARET
Alparslan Türkeş’e bayram ziyaretine gidelim diye ısrar ediyordu Mehmet Bey. Ercümend pek gönüllü olmamasına rağmen çok sevdiği arkadaşını kırmak istemedi ve Gazi Osman Paşa’ya doğru bir taksiyle yola çıktık. Gazi Osman Paşa o zamanlar da cumhuriyetin elitlerine hitab ediyordu halen olduğu gibi. O yıllarda seyrek ve az katlı binalar bakımlı bahçeleri ile sakin, huzurlu bir semtti. Ercümend de buraların sükûnetini seviyordu. Daha sonraları buralarda da ev aramıştık ama kiralar bize göre değildi. Epey hesap kitap yaptık ama tutturamadık, sonunda vazgeçmiştik.
Her iki nikahımızda da şahitlerimizden birisi Mehmet Emin Maksudoğlu idi. Maksudoğlu ile Özkan’ın aralarında çok iyi bir arkadaşlık olduğu dışarıdan bakanın da gözünden kaçmazdı. Ankara İlahiyat’ta asistanlığı devam eden Maksudoğlu, daha sonraları bazı çalışmalar yapmak için yurt dışına gitmişti.
Aradan yıllar geçmişti. Döndüğünde iş arıyor bir türlü bulamıyordu. Sonunda MİT’in Sıhhıye’deki binasını tesadüfen bulup içeri girmiş ve bir türlü bulamadığı işin sebebini öğrenmişti. İnanılmaz ama bu sebep Ercümend ile dostluğu idi. Onunla görüşmeyi keserse engel ortadan kalkacaktı. Ona resmen bu söylenmişti. O da gelip Ercümend’e durumu anlattı ve elveda dedi.
Tesadüflere şaşmamak da elde değil doğrusu. Bizim Ercümend ile oturduğumuz o eski villa yıkılmış, yerine yapılan binaya MİT taşınmıştı. O villa aralarındaki dostluğun hem pekiştiği, hem son bulduğu yer olmuştu. MİT’in işe karışmasından önce Etlik Aşağı Eğlencedeki bir apartmanda da komşuluk etmiştik.
Bu arada bizim bir de arabamız olmuştu. Adına ne kadar araba denebilirse. Arçelik markasının piyasaya sürdüğü üç tekerlekli motosikletten bozma bir araçtı bu. Kırmızı fiberglas malzemeyle üretilmiş bu araç bizim için çok önemli olmuştu. İlk arabamızdı. Piyasadaki adı tırtırdı. Onunla evi taşıyor, istediğimiz yere de gidebiliyorduk. Vasıtamızı eşin dostun hizmetine sunmaktan da geri durmuyorduk. Şoför mahallinde ailecek seyahat edebilmek çok zevkliydi. Ailemiz o günlerde fazla kalabalık değildi. Ömer ile birlikte üç kişiydik. Maksudoğlu da komşumuz olması nedeniyle birkaç kere bir yerlere gitmişti bizimle. Gideceği yere kadar kadar kasada oturmaktan şikayetçi olmadığı gibi, espri yaparak da bizi güldürmüştü, “Ercümend, irtica motorize oldu diyecekler görenler” diyordu. Arkadan hemen esprili bir cümle daha etmişti. “Arkadaş seni çok seviyorum, aşık mıyım neyim” diye.
İşte böyle bir dostluktu aralarındaki. Ama yıllar sonra Ankara-İstanbul arası Mavi trende karşılaştıklarında Maksudoğlu selam vermekte bile zorlanmıştı Özkan’a. Ercümend bunu bana anlatırken gülümsüyordu. Ama içinin acıdığını yüzüne bakanın anlamaması mümkün değildi. Çok sevdiği bir dostunu kaybetmişti çünkü.
Ya inandıklarını ya da dostlarını tercih etmeliydi. O, inandıklarıyla, doğru bildikleriyle yaşamayı tercih etti. Yalnızlığın canına tak ettiği zamanlar da oldu bu sebeple yaşamında.
O bayram günü, Ercümend arkadaşını kıramamış ve hazırlanıp Gazi Osman Paşa’ya doğru yola çıkmıştık.
Türkeş’in oturduğu ev, orta halli oldukça geniş bir aparman katıydı. Adresi bulduk ve kapıyı çaldık.
Bize kapıyı, takım elbiseli, güler yüzlü genç bir delikanlı açtı. Oldukça geniş bir odaya buyur edildik. Sade döşenmiş bir oturma odasıydı burası. Hatırladığım kadarıyla ortada epey büyük, sanırım Hindistan işi bir halı seriliydi.
Yan taraftaki odada da Türkeş’in ordudan arkadaşları varmış.
O zamanlar hayatta olan ilk eşiyle, bizi son derece ilgiyle ve güler yüzle karşıladılar. Türkeş bizim yanımızdayken eşi diğer odadaki misafirlerin yanına geçiyor, Türkeş oradayken de eşi bizi yalnız bırakmıyordu. Bu misafirperverliğin sebebini, milliyetçi-mukaddesatçı gençlerin gönlünü hoş etmek diye düşünmüştüm o zaman. Haklı olduğumu da zaman gösterdi. Türkeş kısa bir süre sonra, İslam’a kayan mukaddesatçıları kendi çevresinde topladı. ‘Dokuz ışık’ diye adlandırdığı yol haritasını onlara benimsetti.
27 Mayıs ihtilalinden kısa bir süre sonra Türkeş Hindistan’a sürgüne yollanmıştı. Biz bu ziyareti yaptığımızda da Türkiye’ye yeni dönmüştü. Bu ihtilali gerçekleştirenlerin önde gelenlerinden biriydi. Adnan Menderes ve diğerlerinin idam kararlarına karşı çıkmış, bunun ülkeyi huzursuzluğa sürükleyeceğini savunmuştu. Bu görüşe karşı çıkan arkadaşları onu apar topar Hindistan’a sürgüne yollamışlardı.
Kalabalık bir genç grubu vardı evde. Geleni gideni karşılıyorlar itina ile ağırlıyorlardı. Türkeş tekrar yanımıza geldiğinde sohbet ortamı oluşmaya başlamıştı. Hepimize kim olduğumuzu ne iş yaptığımızı sordu. Ercümend’in negatifliği üstündeydi o gün. Herkese sorulan sorular tam bana da sorulacakken, “O benim hanım” diye noktayı koyuverdi. Sırayla sorular soruluyor sıra bana geldiğinde Türkeş artık es geçiyordu. Ben sinirlerime genelde olduğu gibi hakim olmayı başarmıştım ama çok canım sıkılmıştı bu olaya.
Konuşmalar esnasında, hani onların kendilerine yol haritası saydıkları ‘dokuz ışık’ anlayışları var ya, işte söz tam ona geldiğinde Türkeş, “Gelin devleti kendi stratejinizle yönetin deseler, biz buna henüz hazır değiliz” diyordu. Derken laf lafı açıyor, sohbet Türk kültürüne ve yemeklerine kayıyordu. Bir ara, makarnanın Batı Trakya’dan gelen bir çeşit olduğu söylendi. Bunun üzerine Ercümend, “Ben o taraftan esen rüzgarı bile sevmem” deyiverdi. Türkeş bunun ne anlama geldiğini biliyordu anlaşılan ki, gülümsemişti. Kastedilenin Mustafa Kemal ve onun temsil ettiği dünya görüşü olduğunu anlamış olduğu yüzündeki ifadeden ve gülümsemesinden anlaşılıyordu. Yüz ifadesi sitemliydi ama gençleri kaybetmek istemediğinden olacak ki sözle müdahale etmedi.
Türkeş gençler arasında oluşmaya başlayan mukaddesatçılık ve anti-Kemalizm akımlarını sisteme kanalize etmek için buradaydı artık. Görünen köy kılavuz istemiyordu.
‘Kim ne iş yapıyor’dan başlayan sohbetin konusu, Basın Tetkik ve Haber Alma Merkezi’ne geldi. Türkiye’de çıkan bütün gazete ve dergilerin taranıp haberlerin ilgili yerlere postalandığı anlatıldı Türkeş’e. En önemli abonelerimizden birisinin de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü olduğu söylendi. Bu enstitünün kurucularındandı Alpaslan Türkeş de. Bu kuruluşun asıl destekleyicisi ise Amerika idi. Ercümend burada da araya girip “Bizim kültürümüz neden bu kadar ilgilendiriyor onları” diye suçlayan bir ifadeyle ortaya bir soru attı. Türkeş de, “Amerika ehven-i şerdir Rusya’ya göre” diye bir cevap verdi hemen. “Komonizm büyük tehlike” demeyi de ihmal etmedi. Komonizm telaffuzu ona aitti.
O zamanlar çocukların öcüden korkutulduğu gibi Türk insanı da “Aman komünizm geliyor, bizi ancak ondan Amerika korur” diye kandırılıyordu. “Amerika olmazsa ne din kalır ne iman” tezleri öne sürülüyordu. Yıllarca basın ve radyo yayınları ile siyasiler de bu inancın yerleşmesi için ellerinden geleni artlarına koymadılar. İşte bunun için Amerika ehven-i şer, hatta şer defedici oluvermişti genelin gözünde.
O günlerde ortalık Amerikalı’dan geçilmiyordu. Ankara’nın en güzel yerlerinde onlar oturuyorlar, en güzel evleri onlar kiralıyorlardı. O zamanlar Ankara’nın en gözde semtlerinden biri olan Bahçelievler onlarla doluydu. Kiralık yerine ‘For Rent’ levhaları asılıyordu binalara. Ev ararken bu yazıları gördük mü, oranın Amerikalılara ayrıldığını anlayıp geri duruyorduk. Çünkü buraların kiraları yerlilere göre değildi. Amerikalı çavuşlar buraları kiralayabiliyorken, bizim devletin üst düzey çalışanları bile bu kiralara ev tutacak durumda değillerdi. O günlerde Paşalık rütbesini almış bir amcam vardı. Babam ile yakın akraba olduklarından amca diyorduk. Babam da hakim olarak görev yapıyordu. İkisinin de Ankara’da oturdukları evler, yaşam standartları, Amerikalı çavuşlarınkiyle mukayese bile edilemezdi. Yani adamlar babalarının yurdunda görmeyi hayal bile edemeyecekleri şartlarda yaşıyorlardı bu topraklarda. Sözüm ona bizi komünizmden koruyorlardı. Biz de kiralık ev arıyorduk o aralar. Olaya bu yüzden tanık olmuştuk. ‘For Rent’ yazısını gördük mü sormadan geçiyorduk oralardan.
Devam edecek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *