Edebiyatı meslek seçmiştim kendime. Etrafımda sanat, şiir roman, tiyatro dışında bir konu konuşulmuyordu. Eski yazı yazıp okuyor, kütüphanedeki Osmanlıca eserlerden çalışmalar yapıyorduk.
ZALHA NİNE
Kasabada dedelerinin toprak damlı, kalın duvarlı kerpiçten yapılmış evine geldiklerinde, onları nineleri Zalha Hanım karşılardı o evde. Özlediklerine kavuşmanın sevinciyle yol yorgunlukları unutulur, bu sefer de bağ bahçe işleri başlardı.
Nine dedikleri ve çok sevdikleri bu hanımla hiçbir kan bağları yoktu, o sadece dedelerinin son karısıydı. Dede, Memili’nin Halil İbrahim dokuz kez evlenmişti. Bu dokuz eşin kimisi ölmüş, kimisi de bırakıp gitmişti. Yani dokuzu bir arada olmamıştı, bazen ikisi, bazen de üçü bir arada oluyordu.
Zalha nine özverili ve sevecen bir kadındı. Öz olsaydı ancak bu kadar sevilirdi diye düşünmüştüm ben duyduklarım karşısında. Son anlarında onu tanımak bana da kısmet olmuştu.
Ankara Kalesi civarında, tek odadan ibaret olan evinde ziyaretine gittiğimizde bizi öyle sevecen, öyle kus kurban olarak karşılamıştı ki, ondaki bu yaşta bu duygu yoğunluğuna şaşmamak elde değildi. Eğri büğrü bu küçücük oda bembeyaz kireçliydi. Yataklar bir kenarda yük yapılmış, bir iki tencereyle küçük bir tüp kenara dizilmişti. Hemen tüpü ortaya getirdi, tencereyi çıkardı, bulgur pilavı pişirip bizi ikramlamayı düşünmüştü. Bu sırada biz yeni evliydik, Ercümend vaktimizin olmadığını, o kadar kalamayacağımızı söyleyerek onu ikna etmeye çalışıyordu. Biz oraya onu evimize davet etmeye gitmiştik, artık bizimle kalmasını istiyorduk. Ama o bunu kabul etmedi. Terzilik yapan torununu yalnız bırakamayacağını ona bakması gerektiğini sebep gösteriyordu. Bu torun, sonraki eşinden olan oğlunun çocuğuydu.
Özkan akrabalık ilişkilerine çok önem verirdi. Bu yüzden adres alıp terzi dükkanına gitmeyi ihmal etmemişti sonraları. Ninemin torunu diye anardı onu hep. Yeni tanıdığı bu akrabasına yıllar sonra bir de elbise diktirmişti kendine. Ama şansından bu elbise pek giyilecek gibi olmamıştı.
“Yahu kardeş bu ceketi giyemiyorum, giydiğim zaman direksiyona ulaşamıyorum” dediğinde aldığı cevaba, o anda sinirlenmişti, sonraları ise gülerdi. Çünkü terzisi ona “direksiyona geçtiğinde ceketi çıkar abi” demişti.
Bu özel kadını ziyarete gittiğimiz gün benim de sus pus olduğum bir gündü, neye canım sıkılmıştı şimdi pek hatırlamıyorum, ama kadınca içgüdüsüyle benim içimi okumuştu sanki, birlikte gittiğimiz küçük görümcem ile Ercümend’e dönüp, “Gelinimi üzmüyorsunuz değil mi, o niye çok az konuştu, sakın ola korkutmayasın onu oğlum.” demişti.
İşte bu kadındı onların nine diye bağırlarına bastıkları, sevdikleri, yazları yanına sevinerek geldikleri kadın.
Dededen kalma ev, kalın kerpiç duvarlı ve toprak damlıydı. İki odası olan bu ev yüksek duvarlı bir avluya açılıyordu. Bu evlerin özelliği, kışın sıcak, yazın serin olmasıydı. Avluya açılan bir başka penceresiz oda daha vardı, ona da kayıt damı veya tafana denirdi oralarda. Kayıt damı bizim bildiğimiz anlamıyla kiler demekti. Derin ve serin olduğu için buzdolabı görevini de görüyordu aynı zamanda bu odalar. Yiyecekler oralarda saklanırdı o zamanlar.
Anadolu’yu bırakın, büyük şehirlerde bile buzdolabını, çamaşır makinesini bilen duyan yok denecek kadar azdı altmışlı yıllarda bile.
Mucur’daki bu evin yanı sıra, bağda da küçük bir kulübe vardı, gerektiğinde yatılabilecek gibi. Bağ diye adı geçen bu toprak, dedelerden kalma dört veya dört buçuk dönüm kadardı, üzüm asmaları, kaysı, elma, armut, ceviz ağaçlarıyla doluydu.
Kayın pederim hayattayken onların bağ diye bildikleri bahçe adeta çölde bir vaha gibiydi. İçindeki ağaçlar bakımlı, çevrenin kıraç görüntüsüne inat, envai çeşit çiçeklerle meyvelerle donanmıştı.
Oralarda hemen hemen herkesin, kasaba dışında, bağ dedikleri böyle bir bahçesi vardı. Yazları günlerin çoğu buralarda geçerdi.
Her işi deneyen Ercümend nedense bağ bahçe işlerine geldi mi sıra, ortadan kaybolurdu. Toprakla uğraşmaya, işin özü rençberliğe hiç hevesli olmadı nedense!
Üzümler toplanır, pekmezler kaynar, salkımlardan hevenkler yapılarak tavanlara asılırdı.
Bu koşuşturmalarla geçerdi yazlar. Buğdaylar kaynatılıp kurutulur sonra da kocaman iki yuvarlak taşın arasında çekilerek bulgur yapılırdı.
Bağ bahçe işleri biter bitmez kışlık evlere dönülürdü. Bu sefer de kış için evler hazırlanır, sobalar kurulur, odun kömür telaşı başlardı.
Genç Ercümend lise son sınıfa gelene kadar Kayseri Lisesinde, ondan sonra da Kırşehir Lisesinde öğrenimini sürdürdü. Kırşehir’den de mezun oldu.
Ercümend fen bölümü mezunuydu. Sanırım mühendis olmak amacıyla sınavlara girmiş, istediği yeri tutturamamıştı. İstediği olmayınca başka bir bölümde okumak istememişti. Bunun üstüne Kırşehir’e ailesinin yanına geri dönmüştü. Aykırılıkları yüzünden hocalarının arkadaşlarının çoğuyla arasında soğuk rüzgarlar esiyordu demek yanlış olmaz. Hatta bu konuda abarttığını bile düşünmüştüm o zamanlar. Bir gün okulun müdürü elinde bir mektupla sınıfa çıkagelmişti. Derse başlamadan o mektubu okuyarak sinirini yatıştırmak istiyordu anlaşılan. Mektupta özetle sizin yetiştirdiğiniz talebe bu kadar olur işte kimse istediği yere giremedi diyordu. Bu işi ondan başka kimse yapmazdı, hemen anlamıştım bunu yazanın kim olduğunu. Çünkü müdür onların da fen derslerine giriyordu.
Bilindiği üzere herkesle iyi geçinen biri olmak istiyorsanız şapkanız elinizde, başınız eğik olmalı daima. Daha sonra da göreceğiz ki Ercümend böyle biri hiç olmadı. Nevi şahsına münhasır biriydi o. Bir ara kalenin altında yol üzerindeki dükkanlardan birinde, isteyen gençlere boks dersleri verdiğini de hatırlıyorum.
Daha sonraları da Hirfanlı barajında çalışmıştı. Aldığı ilk maaşı ile annesine kız kardeşlerine hediyeler alıp yollayacak kadar cömert ve sevgi doluydu onlara karşı. Annesi Hüsniye hanım o kadar duygulanmıştı ki hediyeleri eline alıp sevinç göz yaşları ile herkese göstermişti.
Annesinden sevmeyi ve karşılıksız vermeyi öğrenmişti.
Babasından ise hak yememeyi, maddeye tapmamayı, tapılması gerekenin Allah olduğunu öğrendi. Bu arada babasının şikayetçi olduğu sert karakterini almayı da ihmal etmedi. Ne diyebilirim ki genetik gelişimin önüne geçilmiyor. Benim de sık sık şikayetçi olduğum sertliğinden kendi memnun görünürdü hep.
ERCÜMEND ANNESİNİ KAYBEDİYOR
Yıl 1957 aylardan Aralık. Mucur’a ilk kar düştüğü gün. Aynı zamanda Hüsniye Hanım’ı kaybettikleri gün bu gün. Ercümend, annesinin ölümüyle çok sarsıldığını anlatırdı sırası geldikçe. Her anne gibi o da arkasında dolması imkansız bir boşluk bıraktı. Çocukları binbir sıkıntı içinde büyüyüp hayata atıldılar. İki üvey anne girdi yaşamlarına bu arada. Masallardaki üvey anne sendromunu yaşamadılar demek onlara haksızlık olur. Annesizliğin zor şartları onları kolayca bulmuştu bütün annesizler gibi. İki kız kardeşten büyüğü Sevinç, annesinin ölümünü kaleme şöyle dökmüştü o gün:
“Anneciğim, sen ey bu dünyanın saf insanı. Soruyorum sana, neden incitmedin bizleri? Yalnız ben değil, arkadaşlarım da memnun senden. Komşuların akranların da. Fena söz söylemeden, kapısına gelen dilenciye hal hatır soran sen, makamın cennet olsun. Cennette yerin var senin, nurlar içinde yat. Ne yazık ki 1957 beş Aralık Perşembe günü saat bir buçuk ile iki arası zehir olan dünyasına son olarak gözlerini yumdu. Allah rahmet eylesin. On ikinci ayda Cuma günü toprağa defnedildi, üç caminin kalabalık cemaatiyle. Mucur’a karın ilk yağdığı günü. Ne yazık ki hiçbir komşusuyla helalleşmeden, hiçbir vasiyette bulunmadan. Yalnız param olsa da suya, hayıra versem derdi. Benim annem takdire şayan bir kimseydi. Bir Mucur yas tuttu. Oğullarını büyütüp, gününü görecekti. Allah bana gelin nasip ederse bakın nasıl geçineceğim derdi. Ne talihsiz çocuklar ki mezarının üstüne bir sıkım toprak atamadılar. Vaktinde duyup yetişemediler…”
Sevinç’in küçüğü olan Sevim ise sabaha kadar annesinin hemen bitişikteki camiye koyulan tabutuna camdan bakıp, onun canlanıp kalkmasını bekleyerek geçirmişti geceyi.
Mehmet Ali Bey kısa bir süre sonra tekrar evlendi.
ERCÜMEND HAYATA ATILIYOR
Ercümend, olup bitenlerden sonra evden ayrılmış, İstanbul’da kendine bir iş bulmuştu. THY Genel Müdürlüğünde memurdu artık. Birkaç kişinin yapacağı işi tek başına yapınca diğer memurların rahatsız olmalarına bu nedenle ortalığın elektriklenmesine sebep olmuştu. Zaten Ankara’ya dönmesi gerekiyordu. Ankara Hukuk’ta kaydı vardı. Okula devam kararı aldı ve ömrünün çoğunu geçirdiği başkente döndü.
Yurtta kalmaya başlamıştı. Onun yerine dedesinden dayak yiyen akrabası ile aynı yurtta kalıyorlardı. Annesi olanlar paketlerle yiyecekler hazırlayıp, harçlıklar yolluyorlardı çocuklarına. Bu arada Özkan açlıktan midesine giren kramplara katlanmaya çalışırken, ne bir paket ne de biraz harçlık için kapısını çalan olmamıştı. Arkadaşları da bunu fark edip onunla lokmalarını paylaşmayı düşünemediler nedense! Özkan’ın paylaşımcı cömert yapısı doğrusu bu tür davranışları anlamakta zorlanıyordu.
Açlıktan hastalandı ve hastaneye yattı. Sıkıntılı günlerin ardı arkası kesilmiyor, Ercümend ise azimle direniyordu bütün bu olumsuzluklara.
Bu yaşananlardan kısa bir zaman sonra Osman Bölükbaşı’nın partisi olan Millet Partisi’nde çalışmaya başlamıştı. Kendi deyimiyle, kitaplara ve her türlü -tabiri caizse- büyük adam ile görüşmeye meraklıydı. Fırsat buldukça da bu görüşmeleri kaçırmıyordu. Henüz on altı yaşındayken İsmet İnönü’yü tanımış ve konuşmuştu.
O zamanlar Başbakan olan Adnan Menderes’in Kırşehir’e geleceğini öğrenir öğrenmez Kırşehir’e oradan da Mucur’a geçmişti. Başbakanın etrafında kalabalık oldukça yoğundu. Yanına yaklaşmakta inad eden Ercümend’i fark eden Menderes, “O genci bırakın gelsin.” dedi. Mucur’a bir kütüphane yapılmasını isteyen bu delikanlıya isteğinin olacağına dair söz verdi ve not aldırdı.
Başbakan sözünü tutmuş, Mucur’a ilk halk kütüphanesi açılmış, ilçenin kitap sever gençleri memnun olmuşlardı. Zaten bu arzuları müşterekti.
Menderes’in bu gelişini ben de iyi hatırlıyorum. Lisede idim. Bizi onu karşılamaya okulca götürmüşlerdi. Beklemekten ayaklarımıza kara sular inmişti. Sonunda üstü açık bir arabada etrafı selamlayarak gelen Başbakan’ı gördük. Yorgun, son derece solgun ve keyifsiz görünüyordu. Devlet büyükleri geldiğinde, kan akıtmak gibi bir gelenek vardır ya. İşte bu yüzden bir deve hazırlanmıştı kurban edilmek üzere. Deve allı pullu süslenmiş bekliyordu sonunu. Menderes buna razı olmamıştı anlaşılan deve de kesilmekten kurtulmuştu.
D.P. partinin son demleriydi artık. 1953’te başlayıp 1959’da inşaatı bitmiş olan Hirfanlı barajını, 1960 yılının Ocak ayında başta Celal Bayar ve Menderes birlikte açıyorlardı.
O günlerde barajın civardaki yankıları çok konuşuluyordu. Okulun düzenlediği bir gezi ile talebelerden bir grup barajı görmek üzere Hirfanlı’ya götürülmüştü. İçlerinde ben de vardım.Bitmek üzere olan inşaatı gezmiştik. Oradaki mühendislerden biri bize hem her yeri gezdirmiş hem de tek tek anlatmıştı her şeyi bütün detaylarıyla. Bu geziye katılan sayılı sayıdaki bizler döndüğümüzde arkadaşlarımıza duyduğumuz gördüğümüz her şeyi dilimiz döndüğünce anlatmıştık. Gerçekten gördüklerimiz muhteşemdi. Coşmuş akıp giden koca nehrin önüne çekilen set ile suyun oluşturduğu o göz alabildiğine uzanan gölet. Göletin içinde yüzen balıklar ve o dev teknoloji bizi doğrusu çok etkilemişti.
Bir yanda bu görkemli görüntü diğer yanda köylerinden yurtlarından çıkarılan insanların doğup büyüdükleri topraklara hasreti vardı. Hemen yakınımızda bir aile vardı oralardan Kırşehir’e göçüp gelen. Bu ailenin bir de yüz yaşına merdiven dayamış Kiraz nineleri vardı yanlarında. Her susadığında ah Kızılırmağın suyu der dururdu. Ben de bir keresinde ebe ne yapacaksın ırmağın çamurlu suyunu. Bak çeşmeden pırıl pırıl sular akıyor, ondan içsene dedim. (Adı gibi kızıl çamura bulanıp akar Kızıl Irmak yer yer.) Sen ne anlarsın o suyun tadından. Bir kere içtin mi ki konuşursun ileri geri. Testiye doldurup beklettin mi hem soğur hem de berraklaşır kana kana iç o zaman da gör tadını. Bu parlak su onun yanında ne işe yarar ki. Dedi ve derken de feri solmuş gözlerinden bir damla düştü hayat yorgunu elinin üstüne.
Bu konunun hiç uzağında olamadım. Bu sebepledir ki yaşamımda yer etti bu insanların sevinçleri , hüzünleri. Babam da uzunca bir süre baraj çevresindeki köylerin tarlaların istimlak işleri ile uğraştı kadastro hakimi olarak. Acı tatlı çok hikayeleri vardı insanların.
Sonunda baraj açıldı. Ama yapımına sebep olanlar da açılışını kutlayanlar da onunla övünme fırsatını bulamadılar.
Demokrat Partinin sonu gelmişti. İhtilal kapıdaydı.
Zaman ellili yılların sonuna gelmiş, bizim kuşak artık lise mezunu olarak hayatın çeşitli yönlerine doğru yol almak üzere planlar yapmaya başlamıştı. Kimi üniversite okumayı, kimi çalışmayı düşünüyordu. Aileler ise ortalığın kargaşasından endişeli çocuklarını gönderecekleri ortamlara güvenemiyorlardı. Ankara ve İstanbul’da üniversiteler karışmış, olaylar sokaklara taşmıştı.
27 MAYIS İHTİLALİ
Takvimler 1960 yılını gösterdiğinde Türkiye sıkıntılı günler yaşıyordu. Üniversiteler talebeleriyle, öğretim görevlileriyle birlikte protesto yürüyüşleri yapıyorlardı. Sokaklar kaosa teslim olmuştu. Kalabalıklar Menderes hükümetinin gitmesini istiyor, bir türlü sakinleşmiyorlardı. Olaylar sona yaklaştıkça harp okulları da sokaklara çıkmış, D.P’nin sonunu hazırlıyorlardı. Basireti bağlanmış iktidar hala direniyor, Menderes; “Bütün memlekete hakim olan biz, İstanbul ve Ankara’nın iki sokağında mı yenileceğiz.” diyerek tehlikeyi görmezden gelmeye, olayları hafife almaya çalışıyordu. Bu kendilerinde vehmettikleri ve partililerine de aşılamaya çalıştıkları mesnetsiz güven duygusu sonlarını getirmişti. Yollar barajlar, kandırmaca İslamcılık yetmemişti iktidarı kurtarmaya.
Aslında D.P. pek çokları gibi bana göre de çoktan meşruiyetini yitirmişti. Kendine oy vermeyen vilayeti kaza, kazayı nahiye yapmak gibi. Bu örneklerden en yakından tanıdığım Kırşehir di. Kendi hemşehrileri olan Osman Bölükbaşı’nın partisine oy verdiler diye Kırşehir vilayetken kaza oluvermişti. Daha sonraları Kırşehirlilerin suçu affolmuş kaza yeniden vilayet yapılarak ödüllendirilmişti. Partilerinden olmayan, kendilerini eleştiren herkesi hak hukuk tanımadan cazalandırıyorlardı.
Demokrat Parti akıl almaz işlere imza atmakta sınır tanımaz olmuştu. Vatan cephesi adı altında bir cephe icadetmiş radyolardan saatlerce bu cepheye katılanların adlarını saydırıyorlardı. Partizanlık alıp yürümüş, vatan cephesine kaydolmayanlara adeta hayat hakkı tanınmaz olmuştu.
28 Nisan’da Turan Emeksiz adlı öğrenci öldürülünce olaylar büyüdü ve Ankara’ya da sıçradı. Bu olay gerekçesiyle sıkıyönetim ilan edildi.
Altmış yılı 27 Mayıs’ına kadar iktidar hiçbir konuda boş durmuyor, bir yandan partizanlığını zirveye çıkarırken diğer yandan da açılışlara yetişiyorlardı.
Sonunda beklenen oldu. Ama olan umutlara oldu. Kargaşadan bıkan halk devrimden huzur beklerken darbeyle yüz yüze kaldı. D.P. hükümetine görevden el çektirildi.
Darbenin sonunda bu işin başarıyla sonuçlanmasına en çok sevinenler olaya uzaktan kumanda eden Amerika’nın cia’sıydı. ‘Bizim çocuklar iyi iş başardı’ diyorlardı.
Askeriye hükümet erkanı, milletvekilleri toparlanıp harp okullarında göz altına alındılar. Tutuklulara yapılan hakaretlerin basına yansımasında bir beis görmüyordu cunta yönetimi. Adeta bu olup bitenlerle adeta gurur duyuyorlardı. Alp adında bir teğmenin tekmesini savurarak ettiği aşağılayıcı laflar, küfürler kendi ifadesi ile basında yer alıyor, sağduyu sahibi insanların kanını donduruyordu. Daha sonra Yassıada’ya nakledildi toparladıkları demokrat partililer. Burada mahkemeler kuruldu.Bu mahkemelerin hangi hukuk anlayışına göre yapıldığını anlamak mümkün değildi. Kalabalık bir seyirci (dinleyici diyemiyorum) önünde adeta şov yapılıyordu. İnsanların özel hayatları didik didik ediliyor abartılarak ortaya dökülüyordu. Hele bir bebek davası vardı ki akıl mantık alacak gibi değildi. Görüntünün çirkinliği yetmiyormuş gibi bir de seyircinin kahkahaları kulaklara ceza verircesine duyuluyordu sık sık. Her zaman başkalarının acılarına çaresizliklerine gülebilenleri anlamakta zorlanmışımdır hep.
Adına mahkeme dedikleri bu gösteriler üç kişinin idam kararıyla son buldu. İdamların duyulduğu sabah ben memleketim olan İnegöl’deydim. D.P.’nin oldukça fazla, hatta oyların tamamına yakınını aldığı bir kasabaydı burası. O gün 17 Eylül 1961 kasabanın üstüne hüzün bir kara bulut gibi çökmüştü. İnsanlar şok bir suskunlukla içlerine kapanmışlardı adeta. Asker her yerde kendini hatırlatırcasına kendini gösteriyor, partili olanların bazılarının evlerini didik didik arıyor, eşyaları dipcikle delik deşik ediyorlardı.
Ankara hukukta olan Özkan da ister istemez olayların içindeydi. Bir yandan da hayatını kazanmak için çalışıyordu. Uzaktan akrabası olan hazır cevaplığıyla ünlü Osman Bölükbaşı’nın partisi olan Millet Partisi’nde çalışırken siyasileri ve siyaset dünyasında olup bitenleri gözlemliyordu.
Bir yandan Türk Ocağı’na gidip geliyor, milliyetçi ve mukaddesatçılarla oturup kalkıyordu. Onların katıldıkları sosyal faaliyetlerin birçoğunda bulunuyordu. Kültürel çalışmaları bizzat yönettiği de oluyordu.
Birlikte geziler yapıyorlar, gittikleri yörelerin önemsenen mekanlarını ziyaretten geri durmuyorlardı. Ben elimin altındaki Türk Kültürü dergisindeki Somuncu Baba ziyareti sırasında gittiği grup ile çekilmiş resmini gördüğümde hiç de şaşırmamıştım. Çünkü o yaşlarda İslam konusunda hepimiz aşağı yukarı aynı noktadaydık diyebilirim.
Türk kültürü Türk tarihi ilgi alanını kuşatmıştı. Tarihi oyunlar oynuyorlar, folklör çalışmalarını izliyorlardı. Alp Aslan’ın yaşamından alınan karelerden oluşan oyunu sahneleyen Ercümend oyunda hem yönetmenlik yapmış hem de Alp Aslan rolünü oynamıştı.
Genç Ercümend, tabiri caizse kah coşan kah dinginleşen bir nehir gibiydi hayatının bu döneminde. Denize deryaya ulaşmadan da huzur bulacağa benzemiyordu.
BEN DE ANKARA’DAYIM
Bu arada ben de liseyi bitirip, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Türkoloji bölümünde öğrenci olmuştum. Edebiyat benim baştan beri amacımdı. Sonunda amacıma ulaşmıştım. Kendi halimde okuldan eve evden okula gidip geliyordum. Ercümend ile de ara sıra okul kantininde görüşüyorduk.
Edebiyatı meslek seçmiştim kendime. Etrafımda sanat, şiir roman, tiyatro dışında bir konu konuşulmuyordu. Eski yazı yazıp okuyor, kütüphanedeki Osmanlıca eserlerden çalışmalar yapıyorduk. Daha farklı düşünen, daha farklı konularla kafa yoran kimseler yoktu çevremde. Bütün yaptığımız edebiyatın geçmişi ve halen içinde bulunduğu durum ile bilgilenmek ve hangi devirden olursa olsun o günlere ait eserleri bulup okumaktı işimiz gücümüz. Arapça Farsça ve Osmanlıca derslerimiz vardı. Ama Arapçanın bile sadece eski edebi eserleri okumamıza yardımcı olacağını sanıyordum. Araplardan, dillerinden nefret eden bir nesil çıkartılmıştı ortaya. Ben de neyin ne olduğunu sorgulamadan olayı herkes gibi algılayan biriydim. Sanat ve edebiyattan başka konu yoktu gündemimizde. Tartışmalarımız münazaralarımız hep bu konular üzerineydi.
Ercümend de o dönem henüz işin en başındaydı. Dindar bir ailenin çocuğu olmak yetmiyordu bazı şeyleri doğru algılamaya. Ne yazık ki bu yıllar, Kur’an’ın süslü keseler içinde duvarlara asılı olduğu yıllardı. Ben de Kur’an okuyordum. Annemin sık sık hatim indirip duasını yaparken beni yanına oturttuğunu hiç unutmam. Bu işi bazen de zorla yapardım. Ramazan’da oruç tutar, mübarek gecelerde namaz da kılardım. Hatta bu gecelerden birinde yüz rekat namaz kılmanın bir yıllık sevabı olduğunu duymuş, bütün sene namaz kılmadan geçse de olur inancı ile kendimi savunarak annemi kendime güldürmüştüm. “Bizim hoca hanım bir yıllık namazı bir gecede kılıyor” diye. Her şey söylentilere dayanıyordu hayatımızda. İnançlarımız bile.
TİCANİLİK
Hiç unutmam bir gün elinde Cumhuriyet gazetesi ile okula geldi Ercümend. Bu gazete kendi gibi düşünmeyen herkese karşı düşmanca tavırlar içindedir her zaman. O gün de böyle bir karikatür var ilk sayfada. Kısa boylu, göbekli, diken sakallı, kazma dişli, şalvarlı takkeli, elinde kocaman bir tespih ile çizilmiş çirkin mi çirkin bir adam. Abdestli namazlı insanlar, bu camia tarafından hep böyle algılandı ve lanse edildi topluma.
Fas’ta Ticani tarafından kurulan Ticaniye tarikatının egemen siyasal yapı ile uzlaşan karakteri bile Cumhuriyet aydınlarımızı yumuşatamamıştı. Ticaniler dinlerinden inançlarından ne kadar taviz verirlerse versinler yüzleri batıya dönük bu aydın kesimine kendilerini sevimli göstermeyi başaramamışlardı. Onlar yine de bütün Müslümanları bu çizginin içine hapsetmişlerdi. Bu karikatür ticani tiplemesinin resmiydi o yıllarda ve hala daha da bir şey değişmiş değil cumhuriyet aydınları açısından.
Ercümend elindeki karikatürü bana göstermeye getirmişti. İşin ilginci karikatürdeki adamı bana gösterip, ben buyum işte demesiydi. Hayatımın şokunu yaşıyordum. Şaka herhalde bu diye işi hafife almaya çalışsam da o ısrarla alışadur buna istersen diye gülümsüyordu.
Bu karikatür uzun zaman gitmedi gözlerimin önünden. Zaten gün geçmiyor gazetelerde boy gösteriyordu istesen de istemesen de hep gündemdeydi o çizgi adam.
Epey bir zamanımı almıştı olayın gerçek yüzünü görebilmek. Çünkü Ercümend ile o Ticani tiplemesini bir türlü aynı kefeye koyamıyordum kafamda da yüreğimde de. Sonraları anladım ki, bizi böyle tanıtıyorlar ama işin aslı bu değil demek istemişti Özkan bana.
Ben ve benim gibiler ne yazık ki din düşmanlarının Ticani diye tanımladıkları ve karikatürünü de sık sık neşrederek toplumun beynine yerleştirmeye çalıştıkları o çizgi adam ile Müslüman kimliğini özdeşleştirmiştik. Şaşkınlığım bu yüzdendi. Bize öğretilenin dışında bir şey bilmememdendi. Batı edebiyatından okuyordum ne okursam. Yerli yazarlar zaten batıdan esinleniyorlardı. O günlerin en poüler sanat ve edebiyat dergisi olan Varlık, mizah dergisi olan Akbaba elimde düşmüyordu. Akbaba’nın her sayısında da bu çizgi adamlardan bolca vardı. Günün edebi açıdan önemli kitapları seri halinde elimin altındaydı. Bunları bana babam alıp getiriyordu.
Sait Faik, lise sıralarında babamlara derslerinde yardımcı olan bir ağabeyleri imiş. Özellikle onun kitapları seri halinde elimin altındaydı.
Böyle bir durumda benim bu konudaki halim ona göre vahimdi.Kitap okumaya karşı değildi. Kendisi her türden kitap okumayı çok severdi. Okumak için seçtikleri genellikle İslam ile ilgili olanlardı.Ben de çok okuyordum ama bir fark vardı ben sadece sevdiğim kitapları okuyordum. Ercümend ise İslami bilgisini artıracak olanları okuyordu o günlerde.
Bu arada Necip Fazıl’ın, eski güzellik kraliçelerinden olan eşinin, tesettürlü olarak şairin elli metre arkasından yürüdüğünü de imalı bir şekilde hatırlatırdı ve gülerdi.
Necip Fazıl’ı şair olarak tanıyordum fakat inanç dünyasından haberim yoktu. Bunları duydukça çok hem de çok şaşırıyordum. Bana bu olayı örnek gösterdiğini sanıp, ben öyle bir yaşama karşıyım, öyle elli metre arkadan falan yürümem diye hemen itiraz ediyordum.
Bu konulara girdik mi de sık sık tartışıyorduk. Ben işin aslını anlayana kadar da köprülerin altından çok sular aktı. Ercümend de ara ara bu konularda damarıma basıyor, ben de hemen savunmaya geçiyordum.
Ercümend’in bunu yapmaktaki maksadı, kafamı karıştırmakmış. Onun yöntemiydi bu. Önce kafaları karıştırır, oradaki yerleşik düzeni allak bullak eder, daha sonra da yerine gerekeni yerleştirmeye çalışırdı. Kafa karışıklığının korkulacak bir şey olmadığını, karışamayan sabit fikirli olanlardan korkulması gerektiğini söylerdi Bunun en iyi örneği de bendim. Nerelerden nerelere geldiğimi düşününce bu yöntemin ne kadar işe yaradığını görmemek mümkün değil. Bazen takılırdı gülerek iki yakasını tutup silkeler ve ‘ben ne çektim seni bu hale getirene kadar’ derdi.
Özkan bu arada sadece okumuyor, her türlü ortama girip çıkmayı da ihmal etmiyordu. Araştırıyor, sorguluyor, düşünüyordu. Hayatında o yıllar yaşadığı çevrenin etkileri yadsınamayacak kadar önem taşıyordu. Bir yandan yeni yeni tanıştığı fikirler, diğer yandan da içinde doğup büyüdüğü geleneklerin onda bıraktığı alışkanlıklar vardı onu farkında olmadan yönlendiren.
HİZBÜT TAHRİR İLE TANIŞMA
1958’den 1960’a kadar Türk Ocakları’nda bulunduğu yıllarda daha farklı bir düşünce dünyasını tanıdı. Bu milliyetçi ve mukaddesatçı akımdı. Tanıştığı ve içinde olduğu her ortamın doğrularıyla eğrileri arasında seçimini doğrulardan yana yapmaya çalışıyordu. Bunu yaparken de kullandığı yöntem doğruluğuna hükmettiği şeyi araştırmaya en dipten yani kökten başlıyordu. Önce araştırdığı konu hakkında oluşturulmuş hurafeleri akıl ve mantık yoluyla ayıklamanın gerçeğe ulaşabilmek için tutulan en doğru ve kestirme yol olduğuna inandırmıştı kendini. Bu yöntemi ona, çıktığı bu yolda sonuna kadar yanıltmadan rehberlik etmiştir.
Hacı Bayram camii civarında kitapçılık yapan tanıdıkları vardı. Onlarla oturup kalkar sohbetler ederdi. Kafasında tasarladığı işten onlara bahsedince “Şurada başlayıp yapsana bu işi diyen ve kendisine dükkanın bir ucunda yer gösteren arkadaşına teşekkür ederek Basın Haber Ajansı’nı, o günkü adıyla Basın Tetkik Haber Alma Merkezi’ni kurdu. Yıl 1960 idi. Böylece Türkiye’de çıkan gazete ve dergileri okuyor, istedikleri haberleri abonelerine kupürler halinde gönderiyordu. Bu kupürler antetli kağıtlara yapıştırılıp üzerinde hangi gazete veya dergiden olduklarına dair damgalar basılıyordu. Basın ile bu kadar yakın olmak hem çok ilgisini çekiyor hem de dünyada olup biteni daha yakından izliyordu. Bu da siyasi bakış açısını, ufkunu genişletiyordu. Okumayı çok sevdiğinden bu işi de çok sevmişti. Bu onun için bir iş değil de bir hobiydi. Az da olsa para kazanıyor, hem de en sevdiği işi yapıyordu.
Bu arada dükkana gelip gidenlerle de tanışıp tartışıyordu. Dükkan sahibi arkadaşı Ezher’de okumuş, Arapçayı iyi biliyordu. Tahrir’li olduklarını sonradan öğrendiği bu kişilerle orada ve o zaman tanışmıştı. Beyrut’ta Amerikan üniversitesinden mezun olmuş ve Ankara’ya Dil Tarih’e doktora yapmaya gelmiş olan Cevat, ilk tanıştığı Tahrir’li idi. Parti onu görevli olarak göndermişti Türkiye’ye. Görevi, teşkilatı burada da kurmakmış.
‘Onlar Arapça konuşuyorlar, beni kaale aldıkları bile yoktu’ diye anlatırdı kendisi. O zaman Diyanet üç ciltlik bir meal çıkartmış, onlar elinden düşmüyor, ‘Madem ki kitabımız Kur’an, o zaman o bana ne diyor önce bana o lazım’ diyordu. Onların arasına katılmadan önce zaten, Diyanet’in çıkardığı bu üç ciltlik meali almış, okumaya başlamıştı.
O kadar parasızdı ki, dükkanda hem işini yapıyor, hem de geceleri orada yatıp kalkıyordu. Aynı zamanda dükkanı da bekliyordum, diye gülerdi sonraları.
İslami çevrenin bilinen kişileriyle tanışıp sohbetlerine katılıyordu. Şimdiye kadar tanıdığı İslam anlayışının dışında bir anlayışın olduğunu sezmişti. Gerçeklere, gelenekçi müslümanların yaptığı gibi, el yordamıyla ulaşılmıyordu, bunu anlamıştı bu zaman zarfında. Şimdiye kadar duyup gördükleri ve bildikleri ile değil de aklını kullanarak, araştırarak ancak doğrulara ulaşılabileceğini biliyordu artık. Kafasında oluşan soruların mutlaka doğru cevapları olmalıydı.
Her adı geçtiğinde salavat getirilen Hz. Muhammet kimdi, nasıl yaşamıştı, ona indirilen Kur’an-ı Kerim ona inananlara acaba ne söylüyordu? Bu adamlar Arapça konuşuyorlar ama ben anlamıyorum. Bana dinimi anlatan kitabı da anlamıyorum. Bu koskoca kitap sadece namaz ve abdestten mi bahsediyor, diye kendini sorguluyordu.
Hüseyin Heykel Paşa’nın Hz. Muhammed’in hayatını anlatan kitabını bulmuş okumuştu. Bu konuda okuduğu ilk kitaptı. Doğru seçimdi bu kitap. Hurafelerden uzak, gerçeklere en yakın anlatımı ile. İçeriği ne olursa olsun her türlü toplantıya ulaşıp katılmaya çabalıyor, tartışmalardan uzak durmuyordu.
Necip Fazıl bir konuşmasında Kur’an’dan bahsederken, “Bu kitap Rab’ça” dediğinde; “İnsanlara inen bir kitap niye Rab’ça olsun, insanca olur” diye karşı çıkıyordu. Karşı çıkarken de bu kitabın insanlara neden indiğinin cevabını buluyordu kafasında. Kur’an duvardan inmeli, öğretisi hayatı kuşatmalı diye düşünmeye başlamıştı. Bu karşı çıkışa Necip Fazıl sinirleniyor ‘sen hep böyle yaparsın zaten’ diye cevaplıyordu onu.
Hizbüt Tahrir ile olan görüşmeleri de devam ediyordu. Onlarla olan bu görüşmeler biz evlendikten sonra da devam etti. Evimize kadar geliyorlar düşüncelerini anlatıyorlardı. Bu toplantılarda ben yoktum. Onlar oturma odasında konular üzerinde tartışırlarken ben diğer taraftaki odada bütün bu olan biteni anlamaya çalışıyordum. Onlar kadın erkek konusunda oldukça tutucuydular. Haremlik selamlık bir hayat tarzından yanaydılar. Ben, eşim ile yedi yıla yakın beraberlikleri olan Tahrirli arkadaşlarıyla hiç tanışmamıştım. Zaten uzaydan gelmiş gibiydim. Hala çevremde ne olup bittiğinin bilincinde değildim. Olup biten her şeye çok yabancıydım.
Devam edecek…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *