Geliş amacımız Allah’ı her türlü ekmel sıfatıyla tekbirleyip takdis ederek, ilah, rab olarak sadece O’na (cc) yönelerek, yalnız O’na sığınıp O’ndan yardım dileyerek ‘kula kulluğa düşmeden’ ve ‘tağutu inkar/red ederek, ancak O’na yönelerek bir kulluk ifa etmektir. Dini yalnız Allah’a has kılmaktır başka bir ifadeyle.
Mustafa Bozacı
Daha önce ‘5N, 1K/Ne, nasıl, niçin’ ve ‘5E’ başlıklı birer sembolik ifade ile yazı denemesinde bulunmuştuk (dergimiz sitesinden ulaşılabilir). Şimdi bir benzerini bu başlıkla yapmak niyetindeyiz.
Bu yazı çerçevesinde ‘nereden geldik’, ‘niçin geldik’ ve ‘ nereye gidiyoruz’ suallerinin doğru cevaplarını arama denemesinde bulunacağız. Başlıktaki sıralamayı siz takdim ve te’hir edebilirsiniz. Örneğin, hani derler ya; ‘Elinizde ‘niçin’ sualine dair doğru cevapları içeren bir veri, bilgi varsa, siz diğer sualleri (ne, nasıl, ne zaman, nerede, kim vb.) çok daha kolaylıkla ve isabetle cevaplayabilirsiniz’, o kabilden olarak ‘Niçin geldik’ sualini önceleyebilirsiniz. Ya da süreci, oluş sırasını gözeterek olduğu gibi alabilirsiniz. Ama şunu bilmelisiniz ki sıralama değişse de netice, bizim okumalarımız değişmeyecektir. Bilmem ki sizler ne dersiniz, sıralamadaki değişikliklerin sonuca etki edeceğini mi düşünürsünüz?
Bir bakalım, sadırdakileri satırlara dökelim, inşallah muradımızı sarih olarak aktarabiliriz. Zira anlatılanlar kadar, anlaşılanların da ne olduğunun bilinmesi önemlidir. Bunlar bazen örtüşmeyebilir. En azından tam olarak çakışma meydana gelmeyebilir. Kötüsü ise beklenenin aksine ‘çatışma’ meydana gelmesidir. Bunlar anlatandan/yazandan, anlatılanlardan ve anlayan/dinleyen/okuyandan kaynaklı olabilir. En büyük açmazımız da bu yazılıp çizilenlerin gündemleştirilememesi, karşılıklı teati edilemeyişi değil midir zaten. Bu etkileşimin daha vicahi, daha organik kılınması gerekiyor. ‘Ders alma/tedrisat’ böyle bir şey olsa gerek zaten! Amaç da bu; zira emin olun kimse zaman öldürmek, satır doldurmak, hacim işgal etmek için böyle bir yöntemi kullanıyor değildir. Bu iletişimin bir yarenden, dosttan gelen bir ileti olduğu, anlaşılması, cevaplanması gereken, duygudaşlıkla beraber bir yolculuğun beraberce sürdürülmesi çabası içerdiği gözlerden ırak tutulmamalıdır… Maal kusur!
Gelelim bizim, oluş sırasına göre tertip edip paylaştığımız suallerin cevaplarının aranmasına… Cevaplarımıza geçmeden şunu da hatırlatalım ki, bu sualler, tertibi değişse de birbirinden ayrı düşünülebilecek, tekil olarak ayrıştırılabilecek, irtibatı kopartılabilecek bir yapıda değildirler. Birine vereceğiniz cevaplar otomatik/doğal olarak diğerlerini de aynı şeklide etkileyecek ve belirleyecektir. Esasen bu üç sualin alınabilecek toplu cevabıdır önemli olan, aranan, izi sürülen…
İlk sualimiz, ‘Nereden geldik?’ idi. Bu bir başlangıç suali… Köke, kökene, oluşa, yaratılışa işaret ediyor. Bir ‘iman’ olgusundan hareketle ‘Allah’tan geldik’ diyebiliriz ezcümle. ‘İnna lillah’ şeklinde dillerimize yer eden ve maalesef sadece ölümlerin ardından dillendirdiğimiz bu ifade, ‘Allah içiniz, O’nun verdiği anlamla anlamlıyız, yoksa bir hiçiz, O’na aidiz, O’ndan geldik…’ şeklinde okunabilir. ‘Aidiyet’ öne çıkmaktadır burada. Belki ‘bağ/bağımlılık’. Bu kabul diğer suallerin de esasında teması, ana fikri, temeli… Yoktan yaratıldık. Allah’ın yaratılışımızı, bir ana ve babaya bağlı biyolojik süreçlere bağlayarak kaderimiz kılması neticeyi değiştirmiyor. O (cc), o süreçlerde ‘‘halık, bari’ ve müsavvir’’ oluşu neticesinde bizlere bir vücut vermiş, insan olarak tesmiye etmiş ve ruhundan üfleterek bir kıvam vermiş, donanım yüklemiştir. Yani bu noktada ilişki yaratanla yaratılan arasındaki sistematiğe bağlıdır. Bunu gerekleri, getirdikleri, götürdükleri olacaktır doğal olarak! İşin ontolojisi devreye girecektir ilkin. Telif edilemez ve dahi kıyas edilemez nitel farklar eş zamanlı hatırlanmalı, asla unutulmamalıdır. Yaratıcının yarattığına verdiği bazı melekeler ve Kendinde mündemiç külli sıfatlardan bahşettiği cüz’i özellikler, insanın kerameti kendinden değil, yaratıcısından bilmesi zorunluluğunu da doğurur. İnsanın yaratılışı akabinde vurgulanan bazı özellikleri ‘nisyan/unutma ve isyan, zalum ve cehul oluşu, aceleciliği/aculluğu, takvası yanında ilham edilmiş fücuru, nefsinin ve şeytanın iğvasına açık oluşu, hevasını ilah edinmesi…’ gibi özellikleri onun had bilmesini, cürmünün/çapının farkına varması, ‘yeri delemeyeceği, dağlara erişemeyeceği’ vurgulanarak yersiz kibir ve gurura kapılmamasını, geldiği yeri unutmaması gerektiğini icbar etmektedir handiyse… Diğer taraftan da eğer duyacaksa bir minnet duygusu, bunu yaratıcısına hasretmesi; yüceliği, aşkınlığı, münezzeh oluşu, samed oluşu, eşsizlik ve tekliği yalnız O’na hasretmesi gerektiği de aşikardır. İnsan acizliğini itiraf ve Allah’ın yüceliğini teslim ile adaleti gerçekleştirmiş, olması gerekeni yapmış olur. Bunlardan birindeki nakısa, terazinin kefelerinde orantısızlık, bozukluk oluşturacaktır. Ve bunun iki yönündeki ihmal ve ihlaller de insanı yoldan çıkaracak, yanlışa sevk edecek ilk ve en önemli yanlışı, hatası olacaktır. Gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesinin doğuracağı hatalar silsilesinde olduğu gibi…
Sonra devreye ‘epistemoloji’ girecektir. Ontolojik fark kadar açık ve net! Telif ve kıyas dahi edilemeyen… Burada insana bırakılmış alanların da olabildiğince geniş olduğu unutulmamalıdır. Yani o, bu konuda da ‘ateş, su, hava’ gibi bir mukadderatta değil; lal kılınmamış, bir irade ve tercih imkanıyla donatılmış, gerekli açıklamalar, örneklemeler kendisine sunularak kılavuzlanmıştır!
Şimdi sorumuza cevap bunların aksine bir şekilde, örneğin ‘maymundan gelme’ gibi bir şekilde tezahür ederse zaten ötesini, berisini konuşmaya gerek yok, -bizim de işimiz olmaz- cevaplar tam aksi, yüz seksen derece farklı tezahür edecektir. O zaman insan yukarıda sayılan olumsuz özelliklerinin etkisinde nefsinin ilahlığının peşinde koşacak, kibri ve azgınlığı içinde zulümat ekecek, ifsat biçecektir. Ona verilen bu olumsuz özellikler, öncesinde verilen olumlu özellikleri gibi, yine ona bahşedilen ‘akletme, irade ve seçme/tercih’ melekelerinin bir gereğidir. Önemli olan onun seçimlerine dair başına geleceklerle yüzleşecek olmasıdır, istese de istemese de… Kaldı ki o, bu konularda bilgilendirilmiş, yetmedi, bir tarihi süreçle yüzleştirilmiştir.
‘Niçin geldik?’ sualimizin cevaplarını aramaya gelince: Kritik soru bu olunca cevapları da o oranda önemli ve öncelikli olsa gerektir. Cevap birinci sorunun cevaplarındaki gibi iki kapıya açılmaktadır. Lakin biz o birini (inkar ve şirk, tuğyan içerikli) üzerinde durmaya değer görmüyoruz. ‘Değer görmüyoruz’ demeyelim de tali, ikincil diyebiliriz. Hem ilk açıyı doğru yansıtabilirsek (efradını cami) o ikinci cevap (ağyarını mani) zaten açığa çıkmış anlaşılmış olacaktır diye düşünüyoruz.
Son vahyin buyrukları bunu, bu gelişi/yaratılışı ‘ubudiyet’; Allah’a kulluk olarak özetliyor. Geliş yeri ile varış noktası arasındaki köprünün doğru kurulması, istikametin tutturulması, doğru yoldan sapılmaması hususunun teminatı olan anahtar bir soru ve donedir bu. Bunu idrak ile kul, kulluğunun bilincine varacak, geldiği yeri unutmayacak ve tüm alıcılarını ve frekansları ayarlayarak, gideceği yere dair yükümlülüklerini kuşanacaktır. Zira bu farkındalıktır gidilecek yerin temin ve hak edişinin teminatı… Evsaf ve niteliklerine göre iki şıktan, iki çok farklı mekanın kazanılmasının sebebi.
‘Niçin geldik?’ sualinin cevabı, insanoğlunun bireysel cevaplarını önemli ve öncelikli kılsa da bu, kitlenin temayüllerini dikkate almayı gerektirmektedir. İnsanların umurlarının umurumuzda olması da bir yükümlülüğümüzdür zira! Rabbimiz ‘kim iyi/hasen -ve salih- ameller işleyecek’ diye veriyor, geliş amacımızı. Yine ‘inandık demekle bırakılmayacağımızı…’, ‘bizden öncekilerin başına gelenler bizlerin de başına gelmeden cennete giremeyeceğimizi…’, ‘ inananlardan mal ve canları karşılığında cennetin satın alındığı…’, ‘açlık, korku, mal, can ve ürünlerden eksiltme ile deneneceğimizi…’, ‘inanan ve salih amel işleyenlerin kurtulabileceği…’ vb. ayetlerin vurgusu Allah’ın rahmeti ve rızası ekseninde ‘cennetin’ kazanılması olarak sunuluyor gönderiliş/geliş amacımız. Bu dünyanın geçiciliği de eklenerek.
Geliş amacımız Allah’ı her türlü ekmel sıfatıyla tekbirleyip takdis ederek, ilah, rab olarak sadece O’na (cc) yönelerek, yalnız O’na sığınıp O’ndan yardım dileyerek ‘kula kulluğa düşmeden’ ve ‘tağutu inkar/red ederek, ancak O’na yönelerek bir kulluk ifa etmektir. Dini yalnız Allah’a has kılmaktır başka bir ifadeyle. Bu, zaten üstüne zinhar olamayacağı gibi, O’nun peşi sıra, astına doğru da olsa ilah ve rabler edinmemekle olabilecek bir nitelik arz etmektedir.
Kulluğumuz gereği kastı mükerrer ve cürmü meşhutlar sadedinde olmamakla ve ardına hemen nasuh tövbesi ikame edilmekle beraber, günahın imkanı, olasılığı, ayakların tökezlemesi, çeldiricilere, dünyanın süs ve cazibesine, şeytan ve nefsin ayartılarına kapılma durumu da arızi de olsa öngörülebilir bir durumdur. Yadsınamaz ve görülmesi muhtemel bir vakıadır. O bilgi ve bilinçtir ki hemen düştüğü yerden kalkmayı, istikamete en kısa yoldan dönülmesi/girilmesi istemini, pişmanlık arzını gerektirir. Her hal-ü kârda da şükür ve hamdin tahakkuku çabası sürgit ihmal edilemeyecek bir sorumluluk ve hassasiyettir.
Hâsılı geliş amacımız kulluğumuzun idrakine vararak, ubudiyetimizi hakkıyla ifa edip Rabbimizi razı edecek bir duruş, düşünüş ve yaşayışı gerçekleştirebilmektir. Geldiğimiz ve gideceğimiz yeri unutmamak formlarının yanında içerik yükleyici, anlam verici olarak ‘niçin geldik’ sualini serlevha ve kulaklara küpe yapmak niyetlerdeki ihlasa, amellerdeki salihata mihver kılmak gerekmektedir.
‘Nereye gidiyoruz?’ sualinin cevap arayışında ise ‘ve ileyhi raciuun/O’na döneceğiz’ ifadesini verebiliriz, ez ve öz cümle olarak. Her başlangıcın bir sonu, her startın bir finişi, her girişin bir çıkışı olduğu gibi bu dünya hayatının da bir sonu vardır, başı, başlangıcı olduğu gibi. Tabi tek dünyalılar için değil sözümüz! Ancak dünyanın bir sonu olması meselesi bizler için kat’i bir son değil yeni bir aşamaya geçişin, farklı bir dünyaya adım atmanın bir ifadesidir.
Ve bu husus bizim tek dünyalı akıl danelerinin de kendilerini kurtaramayacakları bir akıbet ve hakikattir. O varış ki iki ayrı menzile, mekana açılmaktadır. İşte o ‘niçin geldik’ sualini idrak edip gereğini gereğince yapanlar için ebedi bir saadet yurdu var iken, o hakikate kör, sağır ve kalpsiz kalanlar için de yine elleriyle yaptıkları gereğince ebedi bir azap yurdu olacaktır. Bunu burada fark edip tövbe ederek yeniden istikamete yönelenler müstesna!
Rabbimiz doğru suallere doğru ve yetkin cevapları birlik ve beraberlik içinde vererek, o minval üzere yolculuğu, dosdoğru olarak ve dahi kalarak, o tarif edilen sırat-ı müstakim üzere sürdürerek, gerçek ve ebedi yurdu hak edenlerden eylesin…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *