Rabbimiz, hac ve kurbandan söz ederken, hidayet ve takva gibi, kendisini tekbir etmek gibi kavramları bize tâlim etmektedir. İşte bu kavramlar, söz konusu ibâdetlerin özünü, anlam ve şuur/bilinç boyutunu ifade etmektedir.
Şükrü Hüseyinoğlu
Tarih boyunca cahiliyenin, Allah’ın diniyle mücadelesi iki türlü olmuştur. Birincisi cepheden düşmanlık yaparak Allah’ın dininin kitlelerle buluşmasını engelleme ve onu etkisizleştirme çabası, diğeri ise cepheden mücadelenin sonuçsuz kalması durumunda “nehrin akışını durduramıyorsan yönünü değiştir” taktiğiyle hareket ederek, Allah’ın dininin kavram, şiar ve yükümlülüklerini anlam kaybına ve kaymasına maruz bırakmak, içini boşaltarak etkisiz ve işlevsiz kılmaya çalışmak.
Yunus Sûresi 15. ayetten anlıyoruz ki Mekke cahiliyesinin önderleri, İslam’ı cepheden mücadeleyle yok etmekten aciz kaldıklarını anlayınca Rasulullah (a.s.)’a, kendi heva ve işleyişleriyle uyumlu bir din talebiyle Kur’an’ı ya değiştirmesi ya da yeni bir Kur’an getirmesi teklifinde bulunmuşlardı.[1]
Mekke cahiliyesi, İslam dâveti/cihadı karşısında Mekke ve Medine süreçleri sonucunda kesin olarak mağlup olsa da, artıkları, İslam inkılabından intikam almak ve cahiliyeyi İslam toplumu bünyesinde diriltebildikleri oranda yeniden diriltebilmek için, yani bir karşı devrim için fırsat kollamışlardır. Ve maalesef Ümeyyeoğlullarının çeşitli fitne ve entrika hareketleri neticesi yönetimi ele geçirmeleri, cahiliye artıklarına bu fırsatın doğmasına yol açmıştır.
Bundan sonrası, İslam toplumu bünyesinde girişilen sinsi ve fakat etkili bir “dine karşı din” süreci olmuştur. İmametin saltanata tebdili ile birlikte, İslam’a tâbi olmak yerine İslam’ı kendi işleyişine tâbi kılmayı öngören bir yaklaşım hâkim olmuş, bu çerçevede kavramların anlam daraltılması ve dahası tahrifine maruz bırakılması, namaz, oruç, hac, kurban gibi dar mânadaki ibâdetler ile hayatı ibâdet kılmaya matuf olan fert ve toplum hayatıyla ilgili İslami yükümlülüklerin bağının koparılması ve böylece ibâdetlerin ritüelleştirilmesi, imanla amelin bağının koparılması, cebrî bir kader anlayışının üretilip yaygınlaştırılması ve İslam’ın hâkim hayat nizamı olmaktan çıkarılıp mevcut işleyişi meşrulaştırmak için araçsallaştırılan bir statüko dini haline getirilmeye çalışılması bu sürecin belirgin neticeleri olarak karşımıza çıkmıştır.
Esasında, cihad ve emri bil maruf, nehyi anil münker yükümlülüğünden arındırılmış “İslam’ın şartları” öğretisi de bu sürecin bir neticesidir. Sinirleri alınmış, hayatla ve siyasetle (egemenlik ilişkileriyle) irtibatı koparılmış, iktidara hükmeden değil iktidarın kendisine hükmettiği bir mâbed dini…
İşte tüm bu “dine karşı din” süreçlerinin en önemli ayaklarından biri, İslam’ın, hayatı bütünüyle ibâdet kılmanın sembolik değerleri ve anlam düzeyleri yüksek öğretim ve eğitim pratikleri olan namaz, oruç, hac, kurban gibi ibâdetlerini, bu niteliklerinden soyutlayıp, etkisiz ve işlevsiz ritüellere indirgeme noktasında yaşanmıştır.
İbâdet-Ritüel Farkı
İslam’ın ibâdetleriyle, muharref dinlerin ritüelleri arasındaki farkı kısaca şöyle ifade edebiliriz: Ritüel, fert ve toplum hayatıyla bir bağı olmayan, mâbede sıkıştırılmış mahkûm din tasavvurunun o mâbedde olup-biten tapınma biçimini ifade etmektedir. Ritüelin hayata dair bir sözü ve iddiası yoktur, mâbedin dışındaki hayatla bir bağı söz konusu değildir. Ritüel, hayatı Yaratıcı’ya itaat veteslimiyet üzere inşa etmenin bir parçası değil, aksine Yaratıcı’dan ve O’nun ölçülerinden koparılıp sekülerleştirilmiş bir hayatı meşrulaştırmanın, o hayatın günahlarını belli periyodlarla sıfırlamanın (!) pratiklerine denilmektedir.
İbâdet ise, insana hayatı bir bütün olarak Allah’a kulluk üzere planlayıp yaşama bilinci kazandıran, fert ve topluma çağın müfsid sellerinde çerçöp misali sürüklenmek yerine, o sellere karşı durma bilinç ve kabiliyeti kazandıran, dalga kıran ve dalga kuran, hayatın kıblesini Âlemlerin Rabbi’ne çeviren, hayat nizamı ve egemenlik öğretisi içeren pratikleri ifade etmektedir.
İslam’ın namazı, orucu, haccı, kurbanı İslami hayatın son derece işlevsel birer parçası olan ibâdetler iken, yukarıda sözünü ettiğimiz karşı devrim süreci ile birlikte maalesef ritüelleştirilme zulmüne maruz kalmışlardır. Anlamlarından, sembolik değerlerinden ve hayata dair dalga kıran ve dalga kuran niteliklerinden koparılarak, pratize edildiği zaman ve mekânda olup-biten ritüellere dönüştürülmüşlerdir.
Bu noktada Ali Şeriati’nin “Hac, Mekke’den dönmekle bitmez, başlar” tesbitini hatırlamakta fayda vardır. Bu, ritüelle ibâdetin farkını çok iyi ifade eden bir tesbittir. İslam’ın ibâdetleri, hayat alanlarında bâtılı imha ve hakkı ihya etmek için vardır. Bu noktada namazla ilgili olarak Ankebut 45. ve Hud 87. ayetleri hatırlayabiliriz.[2]
En’am Sûresi 162. ayet, bize ibâdet kavramının şümulünü net olarak ifade etmektedir:
“De ki: Benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am, 6/162)
Birer Hayat Öğretisi Olarak Hac ve Kurban
Baştan sona, hayatta önemli karşılıkları bulunan sembollerle dolu iki ibâdet, iki kulluk gösterisi hac ve kurban. Yüksek sembolik değerlerinden ötürü Şeâir’ul İslam, yani İslam’ın şiarları denilince ilk akla gelen ibâdetler arasında yer alıyorlar.
Tüm ibâdetlerin ve tabii ki ibâdet gaye ve kastıyla yaşanan İslami bir hayatın temelinde Allah’a kulluk/itaat bilinci ve bu bilincin temelinde de takva bulunmaktadır. İşte hac ve kurban ibâdetleri de, takva temelinde insanın Allah’a adanma ve adama bilincini temsil eden sembolik eylemlerden oluşuyor.
Bu iki ibâdetle ilgili olarak Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan ev, Mekke’de, o, mübârek ve bütün âlemler için hidayet olan (Kâbe)dir. Orada apaçık ayetler ve İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse, güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz, Allah âlemlere muhtaç olmayandır.” (Âl-i İmrân, 3/96-97)
“Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Sizden O’na ulaşacak olan ancak takvadır. İşte böylece onları sizin emrinize verdi ki, sizi hidayete erdirmesine karşılık Allah’ı tekbir edesiniz. İyilik edenleri müjdele.” (Hac, 22/37)
Görüldüğü üzere Rabbimiz, hac ve kurbandan söz ederken, hidayet ve takva gibi, kendisini tekbir etmek gibi kavramları bize tâlim etmektedir. İşte bu kavramlar, söz konusu ibâdetlerin özünü, anlam ve şuur/bilinç boyutunu ifade etmektedir.
Ne var ki bugün her ikisi de kitlesel olarak icra edildikleri halde, ne hac, ne de kurban kitleler bazında tevhidi anlam ve işlevini ifa ediyor değil. Hac Mekke’den dönüce bitiyor, kurban hayvanı boğazlayıp hisseleri dağıtınca noktalanıyor! Bu sebepledir ki ne haccın, ne de kurbanın fert ve toplum planında Müslümanların hayatında ciddi bir dönüştürücü, bâtılı imha, hakkı ihya ve inşa edici rolü bulunuyor. Hac ve kurban ibâdetleri toplumların hayatında bir inkılabata yol açmıyor, her şey eski tas eski hamam devam edip gidiyor.
Hacca gitmenin, kurban kesmenin sorumluluğun sonu değil, başlangıcı olduğu gerçeği insanlara anlatılmıyor. Bu ibâdetleri ifa etmekle hayatın bütününe dair Allah’a verilmiş olan sözler, taahhütler gündem edilmiyor. Hacc’a gidip gelmekle, Kurban kesmekle bu ibâdetlerle ilgili yükümlülüklerin yerine getirildiği düşünülüyor. Hac ve kurban anlatıları-öğretileri, salt şekil şartları üzerinde yoğunlaşan, işin asli boyutu olan anlam ve bilinç boyutuna inmeyen bir algı ve anlayışla yürütülüyor.
Kurban Eti “Din”lendirilmeli
Birkaç yıl önce bir gazetede kurbanla ilgili bir haber-yorum dikkatimi çekmişti. “Kurban eti dinlendirilmeli” başlığını taşıyan bu metinde her Kurban Bayramı öncesi medyada sıkça yer verildiği üzere kurban etiyle ilgili kimi önerilerde bulunuluyor ve etin kesildikten sonra en az bir gün bekletildikten sonra yenilmesi gerektiği belirtiliyordu.
Bu tür önerilere diyecek bir sözümüz olmasa da, toplumumuzda ve ona hitap eden medyada Kurban denilince akla öncelikle ve çoğunlukla onun ibâdet ve takva boyutu değil, et boyutunun geliyor olması, meselenin daha çok et ve etin yenmesi, saklanması gibi konular üzerinden gündemleştiriliyor olması, söz konusu gazete başlığı üzerinden şu soruyu gündeme aklıma getirmişti: Kurban etini dinlendirmek mi gerekir, “din”lendirmek mi?
Rabbimizin Hac Sûresi 37. ayette tâlim ettiği kurban bilincinin hilafına olarak, Kurban’ın daha ziyade et, yağ ve kavurma boyutuyla ilgilenilmesi karşısında, bizlerin Kurban’ın “din”lendirilmesi bilincini ve yükümlülüğünü sürekli gündeme getirmemiz gerekir diye düşünüyorum. Evet, Kurban etinin dinlendirilmesinden değil, “din”lendirilmesinden söz edilmeli bugünlerde. Derin dondurucularda istiflenmek yerine Allah için daha çok infak edilerek, yoksullarla daha çok paylaşılarak “din”lendirilmeli Kurban eti, ki Kurban’ın asıl anlam ve amacı olan takva öne çıksın.
Kurbanlık olarak alınan hayvanların kiloları, etleri, yağlarından ziyade, Allah için feda etmeye hazırlandığımız bu kurbanlıkların bizim hayatımızda neye tekabül ettiği, bu sembolik kurbanlıklarla aslında hayatımızdaki hangi sevdiğimizden/vazgeçemediğimizden Allah için vazgeçmeyi taahhüt ettiğimizi gündem edelim. Bu anlam ve gaye boyutlarıyla ilgilendiğimizde kurbanı bir kasaplık faaliyeti olmaktan çıkarıp ibâdet katına yükseltmiş, onu hayatı ibâdet kılma bilincinin burağı haline getirerek “din”lendirmiş oluruz. Ki Rabbimizin râzı olacağı Kurban da ancak bu bilinç ve yönelim üzere adanan kurban olacaktır.
Evet, İslam’ın bize öğrettiği kurban anlayışında et ve kanın asli bir değeri, ehemmiyeti yoktur. Aslolan ve bizden Rabbimize ulaşan ancak, sembolik olarak kurban kesmekle her şeyimizi yolunda feda etmeye hazır olduğumuz mesajımızı verdiğimiz takvamızdır.
Oysa Şamanizm ve benzeri pagan inanış biçimlerindeki kurbanda kanın ve etin asli bir değer ve anlamı vardır. Kurban kanının insanların alnına, bugün yeni alınan araba plakalarına sürüldüğü gibi sağa-sola uğur getirsin düşüncesiyle sürülmesi ve yapımına başlanan binanın temeline aynı maksatla kurban kanı akıtılması bunun göstergelerindendir.
İslam’ın kurban anlayışıyla, pagan dinlerin kurban anlayışı arasındaki bu temelden farkı göz önüne aldığımızda, toplumumuzda hangi kurban anlayışı hâkim ve yaygın durumda sorusuna rahatlıkla cevap verebiliriz. Maalesef toplumumuzun din anlayışı mevcut ümmilikten (atalar kültü, taklitçilik ve kulaktan dolma hurafelerden) Kitabiliğe evrilmedikçe hep yanlış üzere olmaya mahkûm olunacaktır.
Şimdi sen ey Müslüman! Kurban Bayramı için bıçağını bileme derdine düşecek yerde, bilincini bilemeyi öncelemelisin. Bıçağı bilemek, kurbanlık alıp boğazlamak vs bunlar işin madde ve biçim boyutları. Kurbanın neye tekabül ediyor, hayatında Allah için feda edeceğin hangi vazgeçilmezini sembolize ediyor? İşin bu anlam ve bilinç kısımlarına odaklan ve bilincini bilemeye bak.
Kurbanla ilgili “Bu sene ortaklığa mı girsek, koyun mu kessek, yoksa bağış mı yapsak” şeklinde alternatifler üzerinde durmaya başladın ya hani, derim ki bunlara çok kafa yormamalı, işin özüne gelmelisin. Gerçekten Rabbin için bir kurban kesmek istiyorsan, kurbanlığın et ve kanının değil ancak senin takvanın Rabbine ulaşacağını hatırlamalı ve Ali Şeriati’nin o enfes sorusunu gündemine almalısın:
“Senin kurbana bedel olan İsmail’in kim veya nedir? İşin mi, mevkin mi, kariyerin mi, zenginliğin mi,ailen mi, çevren mi…”
Kurbanlığı, hayatındaki hangi vazgeçilmeze bedel olarak kurban edeceksin ve o artık senin için vazgeçilmez olmayacak? Kurbanı, Allah için terk edemeyeceğin ve vazgeçemeyeceğin hiçbir bağın olmadığı kararlılığının bir sembolü olarak mı ifa edeceksin, yoksa kasaplıkla sınırlı bir eylem olarak mı?
Bu sene kurbanım ne olsun diye düşünürken sığır mı, koyun mu şeklinde meselenin aslına tekabül etmeyen boyutunu değil, aslını-özünü teşkil eden mana ve maksat boyutunu mesele edinmelisin. Hayatında Allah için kurban edemediğin, gözden çıkaramadığın, âhiret eksenli hayat ile dünya eksenli hayat arasında net tercih yapmaktan seni alıkoyan ve nifak üzere bocalamanı doğuran her ne veya neler ise, işte senin bu seneki kurbanın o/onlar olmalıdır. Kurban günleri yaklaşırken bu bilinçle kurbanlığını hazırla.
Haccı “Sıfır Atık” Gündemine Mahkûm Etmek
Haziran ayı içinde, Diyanet’in hac hazırlıkları kapsamında medyada bir haber yer aldı. Haberde, Diyanet İşleri Başkanlığınca bu yıl hac ibâdetini yerine getirecek hacı adaylarının “Sıfır Atık-Sıfır İsraf” projesi çerçevesinde çevre bilinci konusunda bilgilendirileceği bildiriliyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı Hac Hizmetleri Daire Başkanı da demecinde, “2019 haccını çevreye duyarlı, çevreci ve yeşil bir hac yapmak için canla başla çalışacağız” ifadelerini kullanıyordu.[3]
“Sıfır Atık-Sıfır İsraf” duyarlılığına tabii ki diyeceğimiz bir şey yok, takdir etmekten başka. Fakat hac gibi baştan sona sosyal-siyasal anlamlar ve iddialar içeren muhteşem bir tevhid eyleminin bu boyutları konusunda insanları bilinçlendirmek yerine, çevre, sıfır atık gibi konularla insanların hacca hazırlanması (!) karşısında iki çift sözümüz olsun.
Kur’ani/Nebevi gündem yerine, hâkim siyasetin “Sıfır Atık” duyarlılığına indirgenmiş bir hac eğitimi (!) karşısında “statüko dini” işte böyle bir şeydir demekten ve Diyanet, kuruluşunda gözetilen “laik düzenle uyumlu din politikaları” gayesine uygun davranmaya devam ediyor tesbitini yapmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok maalesef.
Oysa hac ne muhteşem bir tevhid eylemidir. Bütün dünyada Rabbani ilke ve ölçüleri gündem haline getirecek bir potansiyele sahiptir. Hacla bütün insanlığa İslam’ın “sıfır şirk” temelli akidesi taşınabilir, tuğyansız ve tağutsuz bir dünya ideali toplumların gündemi haline getirilebilir. İnsanlığa, dünyayı Dârus Selâm haline getirmenin mümkün olduğu haccın devasa imkânları ve etki gücü üzerinden anlatılabilir.
Haccın, tevhidi bilinç eksenli kitlesel öğretim ve eğitim boyutu işlevsel hale getirilecek olsa, tüm coğrafyalarda toplumsal dönüşüm eksenli İslam inkılabının yolu açılmış olur. Bâtıl düzenlerin riyasetinde imha ve inşa edici niteliklerinden uzaklaştırılıp ritüelleştirilen hac, yeniden asli hüviyetiyle yani hayatı Allah’a ibâdet kılma cehdinin mütemmim ve son derece işlevsel bir cüzü olma niteliğiyle buluşturulduğunda dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Bu içi boş bir slogan değil, hakikatin ta kendisidir.
Sözün özü; tarihsel süreçte ibâdet niteliklerinden önemli ölçüde koparılarak kitlesel algı ve uygulamalarda maalesef ritüele indirgenmiş olan ibâdetlerimizi, özelde konumuz olan hac ve kurbanı yeniden asli nitelikleriyle buluşturacak bir bilgilenme ve bilinçlenme, bilgilendirme ve bilinçlendirme çabasına ihtiyacımız vardır.
Dipnotlar
[1] “Onlara ayetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar: Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir, derler. De ki: Benim onu kendiliğimden değiştirmem söz konusu olamaz. Ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Ben, Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım.” (Yunus, 10/15)
[2] “Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı ikame et. Gerçekten namaz, hayasızlıktan ve münkerden alıkor. Muhakkak ki Allah’ı anmak en büyük (ibâdet)tir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut, 29/45)
“Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın.” (Hud, 11/87)
[3] https://www.aa.com.tr/tr/yasam/haci-adaylari-sifir-atik-bilinciyle-ibâdet-edecek/1516006, 26 Haziran, 2019
(Not: Bu makale, İktibas Dergisi’nin Ağustos 2019 sayısında yayınlanmıştır.)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *