Bir yönetimin veya yöneticinin meşruiyetini belirleyen şey, anlayışa veya inanışa göre değişebilir. Müslüman için Şer’i olmayan bir şeyin meşruiyetinden bahsedilemez, Batılı özgür birey için ise bilimsel temeli olmayan, rasyonalitesi bulunmayan şeyin meşruluğu söz konusu değildir…
Hertaraf Haber gündemin nabzını tutmak adına düzenlediği aylık gündem dosyası kapsamında bu ay “Seçim ve Demokrasi” başlığı altında şu soruları yöneltti:
1. Demokrasi ile adaleti sağlamak mümkün mü?
2. Ülke seçimleri neler getirir?
3. Demokrasi ve Şura Arasındaki İlişki
4. Demokrasi sonrası sistem arayışları neler olabilir?
5. Başkanlık sistemi ve parlamenter sistemin karşılaştırılması
6. İttifaklar
7. Demokrasi ve meşruiyet
8. Demokrasi mi Refah Devleti mi?
Kürşad Atalar: Müslümanların İslam Devleti talebinden vazgeçmesi karşılığında, daha fazla cami, daha fazla bürokrat, daha fazla vakıf-dernek vs teklif edilecektir
Demokrasi ile adaleti sağlamak mümkün mü?
Cevap: Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle demokrasi kavramından ne anladığımızı açıklığa kavuşturmamız gerekir. Malum olduğu üzere, bu kavram konusunda genel kitlenin olduğu gibi camiamızın da farklı görüşleri ve yaklaşımları vardır. Genellikle seçim süreçleri bağlamında tanımlanan kavramın farklı ideolojik pozisyonlara sahip kesimlerce farklı biçimlerde anlaşılabildiği görülmektedir. Kimileri için kelime, pür anlamda olumluluk taşırken, kimileri için ise asla kabul edilemeyecek tazammunlara sahiptir. Bu yüzden, ilk gruba girenler genellikle demokrasi ve adalet terimleri arasında pozitif bir ilişki olduğu görüşünü savunurken, ikinci gruba girenler çoğu kez demokrasinin “zulüm” üretebileceğini, hatta bizatihi kendisinin “zulüm” olduğunu ifade etmektedirler. Bu farklılaşmanın nedeni, zannımca, öncelikle “hakikat”, ardından da “insan” kavramına yönelik çeşitli bakış açılarıdır. Eflatun gibi “hakikat-bazlı” düşünen kişiler, genellikle sayısal çokluklara itibar etmezler iken (Aydınlanma-sonrası düşünürlerinin çoğu gibi) insanı rasyonel ve özgür birey olarak tanımlayanlar ister istemez “ekseriyet”i önemserler ve siyasal teorilerini de bunun üzerine kurarlar. İnsana bakış, insanı tanımlama o yüzden demokrasi tanımlarında merkezi bir konumu işgal eder. İnsan tanımları ise, bilhassa din ve ideolojilerde farklılık gösterir. Burada da “yaratma” kavramı belirleyicidir. Dinlerin geneli, insan için en iyiyi, en doğruyu Yaratıcı’nın bilebileceğini, o nedenle de “vahy”in hak-hakikat ve adalet konularında kriter olması gerektiğini vurgularlar. İdeolojiler ise bu konuda ayrışırlar.
Özellikle de modern dönem sonrası Batı ideolojileri (sosyalizm, liberalizm, vs.) hümanist ve rasyonalist anlayışları gereğince, değer yargılarını belirlemede insanı hakem tutan bir anlayışa sahip oldukları için, vahyi “konu-dışı” kabul ederler ve adaletin rasyonel, eşit ve özgür bireylerden oluşan bir toplumda demokratik süreçler çerçevesinde tesis olunabileceğini savunurlar. Her iki yaklaşımın dışında, adaletin “göreceli” ve “uylaşımsal” olduğunu savunan mistik yahut postmodern temayüller de vardır. Bunlara göre ise, toplumun demokratik olması ya da olmamasının adalet tanımında belirleyici yeri yoktur. İnsanlar, belli bir coğrafyada, belli bir tarihte ve belli bir anlayış çerçevesinde uzlaşarak bir adalet tanımına varabilirler. Yani Nietzsche’nin dediği gibi adalet “iyinin ve kötünün ötesinde” de tanımlanabilir.
Bendeniz ise bu konuda özetle şöyle düşünüyorum: Hakikati vahy temsil eder; dolayısıyla vahyin buyruğu kesindir, yanlışlanamaz. Bu, adaletin de esas itibarıyla vahiy tarafından tanımlanacağı, tanımlanması gerektiği anlamına gelir. Fakat tali konularda insan aklına da güvenilebilir, zira “ortak akıl” (yahut “vicdan”) da adaletin tecellisinde rol üstlenebilir. Bu, tıpkı, hakkında nass bulunmayan konularda içtihadın meşru olması gibidir. Konuya bu çerçeveden bakıldığında, adaleti tesis etme noktasında “özgür birey”i baz alan demokrasilerin “özsel” bir sorunu olduğu görülür. Demokrasiler, rasyonel ve özgür bireyin (en nihayetinde) doğru kararı vereceği varsayımıyla hareket ederler. “Çoğunluk iradesi”nin hakim olmasının ardında yatan mantık budur. Fakat tecrübeyle sabittir ki, insan her zaman “rasyonel” davranmamaktadır. Nitekim bir örnek olarak, Hawthorne elektrik fabrikasında 1927 ile 1932 yılları arasında yapılan deneyde insanın “homo economicus” olmadığı, bilakis kimi zamanlar “irrasyonel” davranabildiği gösterilmiştir. Bu deneyden yaklaşık 6-7 yıl sonra gerçekleşen II. Dünya Savaşı’nın neden olduğu büyük yıkım da “insana güven”i sarsmış ve sonuçta postmodern anlayış yaygınlık kazanmıştır. Burada iyi-kötü veya doğru-yanlış ayrımının artık fazla anlamı yoktur. Burada “ne olsa gider.” Dolayısıyla, adalet, hak, doğru, vb kavramların bu vasatta çekiciliği kalmaz. Özetle, Batı’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra postmodernitenin “hakim paradigma” haline gelmesi, biz Müslümanların “akla güven” konusunda vahyin başlangıcından beri savunduğumuz tezi doğrulamaktadır. Evet, akıl “teklif”in şartıdır, fakat onun da bir sınırı vardır! Batı, “sınırsız akla” güvendi ve sonra da “akla veda etti.” Bu noktada bizler nasıl olur da “keşke bilselerdi!” ayetini hatırlamayız?! Evet, şayet Batı Müslüman sözü dinleseydi, haddini, sınırını bilir, taşkınlık yapmaz ve bunun sonucu olarak da “adaletsizlik” üretmezdi. Ama her “sınır ihlalcisi” gibi, Batı da kendisine yapılan uyarılara kulak tıkadı ve neticede “haksızlık” üretti. O bakımdan, “demokrasi ile adaleti sağlamak mümkün mü?” sorunuza temelde olumlu cevap veremiyorum. Demokrasiler, tam adaleti tesis etme noktasında, Batı tarihinde yer alan diğer yönetim biçimlerinden (site devletleri, prenslikler, imparatorluklar, krallıklar, vs) özde farklı bir tecrübe sergileyememişlerdir. Bilimin ilerlemesi, teknolojinin gelişmesi vb etkenler nedeniyle, bazı “tali” alanlarda yaşamı kolaylaştırıcı kimi sonuçlar doğurmuş olsalar da, kelimenin asli anlamıyla “adaleti tesis etme” bakımından başarısız olmuşlardır. Adaleti ancak Hakk ve Hakikat tesis edebilir. Benim inancıma göre, bunu, halihazırda ve her daim vahy yapabilir. Vahyin gereğini yapma konusunda kulların kusurları olabilirse de, bu, kuralı değiştirmez. Genel bir karşılaştırma yapacak olursam, tarihsel tecrübe de onu göstermektedir ki, Müslümanların iktidarı, “mümkün olanın en iyisi” denilebilecek şekilde adaletin tesis edildiği tek vasattır.
Ülke seçimleri neler getirir?
Cevap: Türkiye’deki uygulamanın ne ölçüde demokrasi olarak nitelendirilebileceği öteden beri tartışma konusudur. Bu konuda haklı itirazların olduğunu ben de kabul ediyorum. Ancak şu hususta biraz farklı düşünüyorum: zannımca, Türkiye’deki uygulamayı kör-topal da olsa, “demokrasi” olarak nitelemek daha isabetli bir yaklaşım olur. Çünkü en azından “iddia” o yöndedir ve uygulama da bir biçimde bunu desteklemektedir. Yani olanca manipülasyon ve yönlendirmelere rağmen ülkede seçim yapılmakta ve “halkın iradesi”nin bir biçimde tecelli etmesi sağlanmaktadır. Tanım gereği, nerede “çoğunluk iradesi” tecelli ediyorsa, orada demokrasinin varlığı kabul edilmek durumundadır. Bu rejimin vasfı “liberal” de olabilir, “halkçı” da olabilir. Bir demokraside sivil haklar ve özgürlüklere tanınan sınır çok geniş olabilir, bir diğerinde bu sınır daha dar olabilir. Ama bu, sonucu değiştirmez. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Anayasasında yer alan ilk dört hüküm gereğince “laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti”dir. Örneğin bir Şeriat Devleti (Suudi Arabistan) veya İslam Cumhuriyeti (İran, Pakistan) değildir. Bir ülkenin anayasasında bu türden hükümler yer alıyorsa, bunun bir tarihçesi, sosyolojisi, ekonomi-politiği vs vardır. Cumhuriyet’in durduk yerde kurulmadığını hepimiz biliyoruz. Bu rejim, gerisinde Tanzimat reformları, Jön Türkler, İttihat ve Terakki’nin olduğu, on yıllara baliğ bir sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu maddelerin Anayasa’da yer alması da tesadüfen olmamıştır. Ardında belirli bir anlayış ve paradigma vardır. Kısacası, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Osmanlı’nın son dönem İslamcılarının ideolojik rekabeti kaybetmesi ve Batıcı düşüncenin fiilen hakim pozisyonu ele geçirmesiyle kurulmuştur. Cumhuriyet’in kurucu kadroları da kendi inandıkları şekilde bir yönetim tesis etmişler ve bunun adı da bir süre sonra (özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından) “demokrasi” olmuştur. Bu rejimin, Batılı demokrasilerden (özellikle de İngiliz tarzı demokrasiden) elbette farkı vardır. Ama bendeniz bu farklılıkların “tali” olduğunu düşünüyorum. Bunun başta gelen kanıtı olarak da Anayasa’da devletin mahiyetini belirten maddelerde “İslam devletidir” veya “İslam cumhuriyetidir” türünden bir ifade yerine “demokratik, laik, sosyal, hukuk devletidir” cümlesinin yer almasını gösteriyorum.
Sorunuza bu genel çerçeveden baktığımda seçim süreciyle ilgili olarak şunları söyleyebilirim: seçim “özde” çok fazla bir şey değiştirmeyecektir. Çünkü bu seçimde de rejimin mahiyeti üzerine bir oylama yapılmamakta, sadece rejimi kimlerin işleteceğine dair bir tercihte bulunulmaktadır. Seçimi iktidar da kazansa muhalefet de kazansa tali bir takım değişiklikler, düzeltmeler, revizyonlar vs olabilir. Ama bunları ne derece önemsemek gerekir? Şahsen ben az önce ifade etmeye çalıştığım boyut itibarıyla pek fazla bir şey değişeceğini sanmıyorum.
Fakat bu vesileyle şunu da ifade etmek isterim: AKP iktidarını bir “proje” olarak gördüğüm için, eğer bu seçimlerde iktidar değişimi olursa, muhalefetin “İslamcılık” akımına yönelik bir takım tedbirler alması da ihtimal dahilindedir. Burada temel amaç, İslamcılığın kötülenmesi olacaktır. Burada görünür hedef İslamcılığın vitrinine bilinçli bir şekilde taşınan iktidar ve onun uzantıları olur ama aslında yıpratılmak istenen “ideolojik İslamcılık” olacaktır. Bu bağlamda başörtüsünün yeniden yasaklanması gibi gelişmeler olabileceğini sanmıyorum. Çünkü Türkiye artık o dönemlere geri dönmez, dönemez. Fakat İslam’ın sahici manada iktidar kılınması yönündeki talebe yönelik baskılar artabilir. Bu, tipik manada her coğrafyada her muhalif harekete karşı uygulanan bir stratejidir. Bunu “tali alanlarda serbestliğin, asli alanda baskının artması” olarak tarif edebiliriz. Başka bir ifadeyle, Müslümanların İslam Devleti talebinden vazgeçmesi karşılığında, daha fazla cami, daha fazla bürokrat, daha fazla vakıf-dernek vs. teklif edilecektir. AKP döneminde zaten geniş kitlelerin bu talepten vazgeçmesi büyük ölçüde sağlanmıştır. Geriye ideolojik duruşunu koruyan az sayıdaki İslamcı kalmaktadır. Eğer onların da yürümekte olan kervana katılmaları sağlanabilirse, proje nihai amacına ulaşmış olur!
Demokrasi ve Şura Arasındaki İlişki
Cevap: Kanımca demokrasi ve şura arasında özde bir ilişki kurmak zordur. Sadece yüzeysel bir takım bağlantılar kurulabilir, o kadar. Şura zaten kavram olarak İslam literatürüne ait bir kavramdır, demokrasi ise Batı düşünce geleneğine. Demokrasi kavramına ilişkin görüşümü yukarıda ifade ettim. Şura ise bir tür “karar alma” biçimidir. Buradaki mantık temelde şudur: her doğrunun tek bir kişi tarafından bilinmesi mümkün olmadığına göre, farklı tecrübelere sahip insanların birikimlerinden istifade etmek aklın, mantığın gereğidir. Fakat acaba hangi aklın dediğine uyulacaktır? İşte burada bir mesele vardır ve tarih boyunca da tartışma konusu olmaya devam etmiştir. Eğer akıllar bir konuda birleşemiyorsa, ne yapılacaktır? Yüzde 51 olarak ifade edilen çoğunluk kararına mı uyulacaktır, yoksa “özgül değeri” fazla olan “hakikat”in dediğine mi? Sonra kimin söylediği hakikati temsil etmektedir? Alimin mi, cahilin mi? Cahilin her konuda söylediğinin yanlış, alimin her konuda söylediğinin doğru olduğunun bir garantisi var mıdır? Yoksa konu-bazlı hakikat arayışına noktayı koymak nasıl mümkün olacaktır? Acaba gerçekten “halifenin reyi gizli aşikar bütün ihtilafları kaldırır” mı, yoksa halife sadece “eşitler arasında birinci” midir? Bendeniz bu türden sorulara şu şekilde cevap vermeyi daha uygun buluyorum: “yönetici seçimini doğru yapamayan bir toplumda karar-alma süreçleri doğru işleyemez.” Yani cahil toplumda yüzde yüze varan bir destekle halife seçimi yapılmış olsa, orada yine de bir hayra ulaşılamaz. Fakat eğitimli ve hakka hukuka riayet eden bir toplumda (Şeriat’in açık hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla) yüzde 51’e itibar edilebilir. Bu da Peygamberimizin niçin (danıştıktan sonra) bazen topluluk kararına uyduğunu, bazen de uymadığını açıklar.
Demokrasi sonrası sistem arayışları neler olabilir?
Cevap: Türkiye’de yakın zamanda dejure anlamında bir antidemokratik sistem arayışı olabileceğini sanmıyorum. De facto girişimler (darbe, vs.) hep oldu, ama sonuçta bunlar dejure alanına taşınamadı. Türkiye’de demokrasi dışında bir rejimi (kalıcı olarak) kurabilmek için, her şeyden önce geniş bir kitleye dayanmak gerekir. Komünist (veya ırkçı) partilerin böyle bir şansı olduğunu sanmıyorum. Geriye İslamcılık temelinde toplumsal değişimi arzulayan kesimlerin çabaları kalıyor. İslamcı akım gelişir ve halk tabanında sağlam bir zemin bulursa, o zaman ülkede sahici manada “başka” bir sistem arayışına girilebilir. Bunun şeklinin, postmodern dünyada ne olabileceğini bugünden kestiremiyorum. Yalnız, düşünsel birikimin artması ve “okullaşma”nın gerçekleşmesi durumunda, bu hususta da bazı alternatif önerilerde bulunulabileceğini söyleyebilirim.
Başkanlık sistemi ve parlamenter sistemin karşılaştırılması
Cevap: Bana, bu iki sistemi elma ile armutu toplar gibi karşılaştırmak yanlış geliyor. Çünkü ülkelerin kendi şartlarına göre, ikisi de uygun kabul edilebilir. Örneğin başkanlık sisteminin ABD’nin sosyo-politik şartlarına, parlamenter sistemin de Kıta Avrupası’nın şartlarına daha fazla uyduğu söylenebilir. Ayrıca “sistem” olarak bilinen yönleriyle, her ikisinin de “demokrasi tecrübesi”nin ürünü olduğu unutulmamalıdır. Konu, İslami yönetimin biçimi olduğunda meseleye daha temel noktalardan bakılması gerektiği kanaatindeyim. Bu yapıldığında her iki sistemin de İslam’a uymayan (veya uyan) yönlerinin olduğu iddia edilebilir. Önemli olan, başkasının sistemini kopyalamak değil, özgün sistemimize sahip çıkmaktır. Bu sistemin temel unsurlarını Hz. Peygamber ortaya koymuştur. Asıl titizlenilmesi gerekenler bunlardır.
Cevap: 14 Mayıs seçimleri öncesinde iktidar ve muhalefet bloğunda kurulan ittifaklar, mevcut sistemin mahiyetine dair önemli bir hususa işaret etmektedir ki, o da şudur: normalde bir araya gelmeleri hayli zor olan partileri ittifak kurmaya zorlayan sebep sistemin kendisidir. Aslında bu etken, ABD sisteminde de başka benzeri sistemlerde de söz konusudur. Mesela, ABD’de Demokrat Parti bünyesinde onlarca “farklı” anlayışı barındırmaktadır. Sosyalist denilebilecek gruplar da (örneğin, Sanders) homoseksüelliği savunan gruplar da, hatta başörtülü milletvekili İlhan Ömer de bu parti bünyesinde seçime girmektedir. Aynı durumla, 14 Mayıs seçimlerinde de karşılaşıyoruz. Normalde MHP ile Hüda-Par’ın veya İyi Parti ile CHP’nin aynı ittifak içerisinde seçime girmesi beklenmez, ama şartlar onu gerektirdiği için bu mümkün olabilmektedir.
Dolayısıyla, burada belli bir mantığın olduğu söylenebilir. Mantıksızlık belki “ideolojik zıtlık derecesi” noktasında aranabilir. Örneğin ABD’de aynı ittifak içerisindeki farklı eğilimlerin buluşabilecekleri ideolojik orta paydanın, Türkiye’dekinden daha fazla olduğu söylenebilir. Çünkü ABD’deki paydaşlar, en azından terörle irtibatları olduğu yönünde suçlanmamakta veya Şeriat istediklerine dair bir suçlamayla karşılaşmamaktadırlar. Ama Türkiye’de her iki itham da ittifak ortaklarından bazılarına yöneltilmektedir. Buna rağmen, bu ithamlara maruz kalan partilerin ittifaka kabul edilmesi ise, ancak ülkede “olağandışı” şartların yaşandığına hamledilebilir. Gerçekten de, Türkiye’de son yıllarda ciddi bir kutuplaşma vardır ve siyaset bir hayli sertleşmiştir.
14 Mayıs seçimleri, düğümlenme noktasına gelen siyasete yeni bir soluk getirecekmiş gibi görünüyor. Burada özellikle seçim sonuçlarına yönelik bir değerlendirmede bulunmuyorum. Seçimi kim kazanırsa kazansın, siyaset kurumu bu kutuplaşmayı daha fazla kaldıramaz. Bu iş bir şekilde neticelenecektir. Bunun nasıl olacağını ise (önce küresel anlamda sonra da yerel anlamda) “güçler dengesi” belirleyecektir.
Demokrasi ve meşruiyet
Cevap: Meşruiyet, otorite ile doğrudan ilişkili bir kavramdır. Yani kimin otoritesi varsa, kim “yetkilendirilmiş” ise, meşru yönetici odur. Batı düşüncesinde meşruiyetin kaynağı, (özellikle de moderniteden itibaren) rasyonel-yasal bir temele dayandırılmıştır. Yani özgür bireylerin yaşadığı toplumda yapılan bağımsız seçimler sonucunda halkın iradesi tecelli eder ve siyasi yönetimin meşruiyetini bu oluşturur. Ama meşruiyetin başka temelleri de olabilir. Mesela karizma, mesela gelenek… Ya da bizim ifademizle “vahy.” Dolayısıyla, bir yönetimin veya yöneticinin meşruiyetini belirleyen şey, anlayışa veya inanışa göre değişebilir. Müslüman için Şer’i olmayan bir şeyin meşruiyetinden bahsedilemez, Batılı özgür birey için ise bilimsel temeli olmayan, rasyonalitesi bulunmayan şeyin meşruluğu söz konusu değildir. Meşruiyeti, kabilede şaman temsil ederken, muhafazakar toplumlarda gelenek temsil eder. “Atalarımızdan gördüğümüz şekilde inanır ve davranırız” cümlesi Mekkeli müşriklerin meşruiyet algısını yansıtırken, Hitler Almanyası’nda veya Mussolini İtalyası’nda aynı algı mezkur şahısların karizmalarında temsil edilir. O nedenle, meşruiyeti demokrasi rejiminde görenlerin Batıcı bir anlayışa, Batılı bir yönelime sahip olduklarını söylemek çok da yanlış olmaz. İslam’da meşruiyetin kaynağı öncelikle Allah’tır; ardından da (O’nun yetkilendirilmesiyle) peygamber ve ulema gelir. Diğer ikisinin otoritesi ilkine bağlıdır; ilkiyle çelişen hiçbir söz veya eylemin İslam’da meşruiyeti yoktur. Dolayısıyla, bir Müslüman, her daim söz ve eylemlerinin vahye uygunluğunu denetlemeli, kendini bu açıdan kontrol etmeli, söz konusu kritere uymayan söz ve davranışları için de tevbe ve istiğfar etmelidir.
Demokrasi mi Refah Devleti mi?
Cevap: Bendeniz demokrasiyi de refah devletini de Batı tecrübesinin ürünü olarak gördüğüm için, birinden birini tercih etme yönündeki eğilimleri özde isabetsiz buluyorum. Haddi zatında Refah Devleti projesi, Batı’da kapitalizmin sivri yönlerinin törpülenmesi amacıyla yine bizzat kapitalistlerin icat ettiği bir şeydir. Özellikle de sosyalist/komünist akımın yayılma tehdidine karşı. Dolayısıyla demokrasiyi tercih ederken, pekala refah devleti uygulamalarına da başvurulabilir. Nitekim Kıta Avrupası’nda 1930’lu yıllardan sonra bu bizzat denenmiş ve kapitalizmin kendini yeniden üretmesi bağlamında neticeler de alınmıştır. Burada şu hususa dikkat edilmelidir: kapitalizm kendini yeniden üretebilmişken, aynı şeyi komünizm veya sosyalizm niçin yapamamıştır? Derin teorik tartışmalara girmeden özetle şunu ifade edebilirim ki, Batı tecrübesi denilen şey, özde komünizm/sosyalizm deneyimi değil, önce Batı Avrupa’da sonra da Amerika kıtasında deneyimlenen şeydir. Yani bir bakıma kapitalizm tecrübesidir. O yüzden kapitalizm kendini yeniden dönüştürebilmektedir, esasen bir “itiraz”ı temsil eden sosyalizm tecrübesi de dillendirebildiği kadarıyla bu itirazın akim kalmış sesi olabilmektedir. Müslümana düşen, tali konudan önce asli konuya odaklanmaktır. Bu, tıpkı hacda küçük şeytanları taşlamadan önce ilk taşı büyük şeytana atmak ya da Şeytan’ın sağdan veya soldan yaklaşmasına karşı uygun olan tedbiri almak gibidir. Şeytan, sağdan yaklaştığında daha tehlikelidir. Soldan yaklaşırsa tedbir almak kolaydır; sağdan yaklaşırsa, onu kendinizden belleme hatasına düşebilirsiniz!
O bakımdan, evet, ne sosyalizm ne liberalizm, ne Batı ne Doğu diyoruz. Ama liberalizme veya Batı’ya daha fazla “hayır” diyoruz! Çünkü tehlikenin daha büyüğü oradan geliyor. Halihazırda Türkiye de son tahlilde Batı ittifakı içerisinde yer alan bir ülke olduğundan, bu ülkede yaşayan Müslümanların özellikle de bu cenahtan tehlikelere karşı uyanık olmaları gerekiyor, vesselam.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *