Ercümend Özkan Paneli konuşmaların tam metni

Ercümend Özkan Paneli konuşmaların tam metni

Ercümend Özkan Paneli 27 Ocak’ta İktibas Dergisi’nin Ankara’daki merkezinde gerçekleştirildi. Ercümend Özkan’ın kendisini ve fikriyatını çeşitli yönleriyle değerlendiren Kürşad Atalar, Celal Sancar ve Mehmed Durmuş’un konuşmalarını tam metin olarak istifadenize sunuyoruz.

ERCÜMEND ÖZKAN PANELİ

TARIK ÖZKAN- Cümleten hoş geldiniz. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereket sizlerin, bizlerin, tüm inananların üzerin olsun. Bugün bir örnek Müslüman şahsiyet olması bakımından Ercümend Özkan’la ilgili bir panel düzenlemiş olduk, sizler de tekrar hoş geldiniz. Panelistlerimizden Kürşad Atalar belki birkaç dakika gecikmeyle katılacak, biraz onu bekledik, kusura bakmayın birkaç dakika geciktik.

Şimdi malum evet bir kendi gündemimiz var, ama bir de yeryüzündeki bütün Müslümanların ana gündem maddesi olan bir Gazze meselesi var, açıkçası oraya değinmeden geçmek, bu programa başlamak da en azından bir dua etmeden, bir niyazda bulunmadan çok içimize sinmiyor.

Aslında bugün burada konuşacağımız şey tam olarak Gazze’yle ilgili ve aynı zamanda Arakan’la ilgili ve aynı zamanda Yemen’le, bütün Müslüman coğrafyalarla ve hatta bütün mazlumlarla ilgili, mazlum coğrafyalarla ilgili. Çünkü İslam’ı doğru bir şekilde anlayamadığımız, onu fert hayatımıza ve giderek toplumsal hayatımıza, devletimize, siyasetimize, ekonomimize olması gerektiği gibi eklemleyemediğimiz sürece kaçınılmaz bir şekilde Gazze’lerde kan akacak ve biz dua etmek dışında başka bir şey yapamaz halde bulunmaya devam edeceğiz.

İşte Ercümend Özkan duruşuyla, fikriyle, söylemiyle, hareketiyle bu konuda çok değerli bir örneklik sergilemişti. İnşallah bu toplantı esnasında onunla ilgili, ki panelistlerimiz zaten birebir kendisiyle uzun yıllar birlikte bulunmuş insanlar, onların hem birlikte olduklarındaki tecrübeleri, deneyimleri, görüp ettikleri bize aktarılmış, hem de inşallah bu bağlamda o örneklikten bizlere düşen ne varsa onu doğru bir şekilde anlamaya, aktarmaya çalışmış olacağız.

Panelimizi neden burada yaptık, daha geniş bir salon, dışarıda bir mekanda yapmadık sorusu böyle zaman zaman soruluyor bize ama onu da şöyle kısaca izah edelim: Bu mekan 1970’lerin sonlarından itibaren işte rahmetli tarafından kiralanmış ve hala da kira olarak devam eden bir mekan. İktibas Dergisi burada 1981 Ocak ayında çıkmaya başlamıştı, hala da burada devam ediyor merkez olarak. Şaka-maka baktığınızda yarım asra yaklaşan bir mazisi olan bir mekandayız, öyle bir hatırası da var bu mekanın. Dolayısıyla bu sefer de burada olsun istedik, kendi yerimizde, kendi mekanımızda olsun istedik, onun için de böyle bir tercih yaptık. Şu an salonumuz doldu zaten, daha fazla gelenler olacaktır mutlaka ama içerideki odalarımızdaki yer de inşallah yeterli olacaktır.

Genel olarak panelimizin üslubu hakkında birkaç şey söyleyelim. Konuşmacılarımız inşallah 20’şer dakika ile bir şey yapalım dedik, ama belki birkaç dakika süre de geçmiş olabilir. İsteyen panelistimiz ikinci bir tur söz hakkına da sahip olsun inşallah. Şimdi panelistlerimizden Kürşad Atalar’la başlayacağız inşallah, kendisi geldi, şimdi birazdan yerine geçecektir. O bize “Ercümend Özkan’ın entelektüel boyutu” şeklinde bir sunum gerçekleştirecek, o şekilde bir seçim yaptı konu olarak.

Ardından ikinci konuşmacı olarak Celal Sancar abimize sözü vereceğiz. Celal abi ki çok uzun yıllar rahmetliyle de birlikte dergide ve bu davada, bu harekette birlikte çalışmışlardır. Yani ben özellikle bunu belirtmeye ihtiyaç hissediyorum, çünkü bizde, ailede de, yakın çevresinde de çok iyi bilir, Celal abi uzun yıllar İktibas Dergisi’nde Dinleme Servisi isimli bölümü hazırlamıştı. Rahmetli hep şöyle söylerdi: Ya ben bu adam kadar disiplinlisini görmedim. Yani hakikaten o süreç zarfında üzerine düşen görevi öyle bihakkın tam zamanında ve eksiksiz yerine getirmesiyle hep babamızdan o takdiri alırdı, yani gıyabında da çok duyardık abi. O bizlere sunumunu “abim Ercümend Özkan” başlığı altında yapacağız, içeriğini hep beraber göreceğiz hep beraber. Son olarak Mehmet Durmuş abimiz bize Ercümend Özkan’ın “onu etkili kılan neydi” başlığıyla bir sunum gerçekleştirecek.

Şimdi tabi burada ben Tarık Özkan, rahmetli Ercümend Özkan’ın 5 numaralı çocuğuyum. Ailemiz de burada, annemiz, babamızın hayat arkadaşı, yol arkadaşı, dava arkadaşı, o bu yolda bir iz bıraktıysa hakikaten de annemizin mutlaka büyük katkılarıyla bu gerçekleşmiştir, bizler bunun şahidiyiz. Bize sıcak bir yuva, bir ortam sağlamış olmalarının ötesinde çok da güzel bir Müslüman aile örnekliği içerisinde yaşadığımıza biz inanıyoruz, öyle düşünüyoruz. Allah babamıza rahmet eylesin, annemizden de razı olsun. Kendilerinden de, şimdi işte kız kardeşlerimizden Elif ve Banu da burada, böyle birer-ikişer cümlelik katkılar da rica edeceğiz inşallah, onlar da sözlerini söyleyecekler.

ELİF İSMAİLOĞLU- Allah ondan razı olsun, gani gani rahmet etsin; ki biz babamızdan razıydık. Ben bugün kişi olarak bir Elif olduysam kesinlikle onun sayesindedir. Kızlarıyla oğulları arasında çok ayrım yapmazdı, bugün bir sürü ailede bunu görüyoruz. Bizim kişi olmamız için elinden geleni yaptı, her türlü yeteneğinizi geliştirin, kolunuza bir bilezik olarak takın, bir gün bozdurmak, Allah nasip etmesin ama olur ya dünya hali, belki bozdurmak gerekirse o yeteneklerinizi geliştirin ki o bilezikler size bir gün lazım olabilir derdi. Bugüne kadar gerçekten dışarı hayatında herhangi bir rahatsızlık, huzursuzluk duymadım, çünkü kişi olduğumu biliyorum. Başka diyecek bir şeyim yok, onu çok özlüyoruz. Sağ olun.

TARIK ÖZKAN- Konuşmacıyı her ne kadar rahatlasa da geleneklerimizde alkış yok biliyorsunuz. Teşekkür ediyorum.

BANU DENİZ- Hepiniz hoş geldiniz. Benim de en çok hatırımda kalan şeylerden biri, işte o odada çalıştığında çalışma masasında, annem, hani çok gürültü yapıyorlar, dışarı çıksınlar dediğinde, yok yok onların sesi bana çok iyi geliyor. Hem onlar olsunlar, hem ben yazayım-çizeyim derdi. Yani hiç ayrılmadık, bilmiyorum her türlü zorluğa rağmen çok mutlu ve sıcak bir yuva verdiler bize. Onu çok özlüyoruz, Allah rahmet eylesin. Hepinizden Allah razı olsun geldiğiniz için.

TARIK ÖZKAN- Şimdi ben sözü panelistlere bırakmadan evvel bir hususa biraz değinmek istiyorum, yani son birkaç gün içerisinde özel bir konu belirlememiştim, seçmemiştim ama, Ercümend Özkan’ın Peygamber telakkisi, sünnet anlayışı, hadis düşüncesi, hadis inkarcılığı iddiası, iftirası üzerinden gene son birkaç gün içerisinde bir şeyler dönmeye başladı. Şimdi bu böyle belli aralıklarla temcit pilavı gibi Müslüman toplumun gündemine döndürülüp döndürüp getirilen bir şey. Onu yakından tanıyanlar, yazdıklarını okuyanlar, buradaki hazirunun belki tamamı zaten konuya vakıf, onun hiçbir şekilde bu tarz bir durumunun olmadığını belki hepimiz çok iyi biliyoruz. O, sünneti, hadisi, Peygamberi olması gerektiği gibi, yani oldukça sağlıklı bir şekilde anlıyordu aslında.

Biliyorsunuz bu işin ifratı, tefriti var. Kimisi kalkıyor Peygamber için bir postacı, yani vahiy getirdi bıraktı gitti, ondan sonrasıyla ilgili herhangi bir görevi de söz konusu değildi, zaten bir şey de yapmamıştı gibi. Kimilerine bakıyorsunuz diğer uçta tefrit tarafında bu kez Peygamberi alabildiğine yücelten, onu olması gerekenden çok daha yukarılara veya ne diyelim yarı ilah hatta ilah pozisyonuna getirmek suretiyle aslında şirk koşmaya başlayan bunun farkında olmaksızın bir zihniyet arasında. Hayır, tam aksine, mesela onun çok güzel bir ifadesi vardı, o günlerde güncel, 1980’lerde, Türkiye yap-işlet-devret modeli diye bir şeyle tanışmıştı ekonomide. O öyle derdi ona postacı diyenlere, hayır, postacı değil, o bir yap-işlet-devretçiydi, yani o günün tabiriyle böyle esprili bir şey de ifade ederdi.

Hakikaten Peygamber’in ahlakı ya da Peygamber’in sünneti nedir sorusunun tam cevabının aslında Kur’an’daki İslam’ı yaşamak olduğunu söylerdi. Burada da hatta biliyorsunuz ders kitaplarında bir konu anlatılır, bir paragraf içerisinde diyelim düz bir metin, sonra daha iyi bir şekilde anlaşılması için aşağıya bir şekil, resim, grafik konulur ve denir ki şekil A’da olduğu gibi. Biz aleyhissalatu vesselamın şekil A olduğunu, Kur’an’da anlatılan İslam’ın hayata geçmiş biçimi olduğunu bildiğimiz, yani ondan eksik ya da fazla bir şey olmaksızın İslam’ı tastamam yaşayan birisi olduğunu bildiğimiz için rahmetlinin bu konudaki düşüncesi aslında çok tutarlı, çok anlamlı bir şekilde ortada duruyor.

Hadis konusuna gelince, hadis tanımıyla ilgili de yine onun ağzından çıkan çok orijinal bir şey var biliyorsunuz, o derdi ki; “Hadis, Peygamber’in söylediği söz değildir, Peygamber söylediği söylenen sözdür.” Çok açık bir şekilde zaten biz biliyorsunuz bir söze hadis dediğinizde aslında hadis rivayetine kısaca hadis diyoruz. Adı üstünde bu bir rivayettir, filanca dedi ki, falanca ondan şöyle duydu ki, o da bundan böyle dedi ki şeklinde yürüyen ve burada geleneksel İslam anlayışı içerisinde ne kadar yanlış varsa bakıyorsunuz hep o hadis külliyatı üzerinden bu iş maalesef yanlış bir şekilde yönetilmeye ya da yönlendirilmeye çalışılıyor. Nerede tahtlarda şeyhler, etrafına toplamış birtakım müritleri, oradan nemalandıkça nemalanan bir insan var, bir bakıyorsunuz orada ne kadar uydurma hadis varsa onlar üzerinden kendisine o tahtı inşa etmiş, onu korumaya çalışan bir pozisyonda devam ediyor.

Bu kısa açıklamayı da yapmayı gerekli gördüm hazır bugünlerde de böyle tekrar bir daha gündeme gelmişken. Sizler de rastladığınız yerlerde olur da Ercümend Özkan hakkında bu iftirayı duyacak olursanız, dillendirildiğini duyacak olursanız, Allah rızası için bunun yanlışlığını tekraren insanlara hatırlatmış olun inşallah.

Şimdi bu kısımda artık Kürşad abi, seninle başlayacağız inşallah. Sen gelmeden hemen önce o sıralamayı şey yapıyordum. Bize Ercümend Özkan’ın entelektüel boyutu üzerine söyleyeceklerini dinliyoruz inşallah.

KÜRŞAT ATALAR:

Hoş geldiniz öncelikle. Ben de Ercümend abiyi rahmetle ve hayırla yad ediyorum.

Türkiye Müslümanlarının İslami açıdan bilinçlenmesi noktasında en önemli katkılarda bulunmuş kişilerden birisi olarak kendisini görüyorum. Genel camianın da artık o yönde bir kanaatinin oluşmaya başladığını da şahsen düşünüyorum. Ama tabi yaşarken keşke o yöndeki kanaat oluşsaydı da destekler vesaire ile daha başka işler de yapılabilseydi.

Şimdi neden entelektüel boyut, ona dair birkaç şey söyleyeyim. Biliyorsunuz ben yaklaşık olarak 15 sene filan önce veya 20 sene kadar önce düşüncenin okullaşması diye bir kavramdan bahsediyorum. Burada aslında konu, bir yerden entelektüalite ile ilgili veya ilimle ilgili veya bilgili ilgilidir. Şimdi Ercümend abinin entelektüel boyutunu konuşuyoruz derken ne yapmış olacağız? Yani Ercümend abi hangi doğrular üzerinden hareket ediyordu, bir anlamda öyle de söyleyebilirsiniz veya kendisinin doğru bildiği ve kitleye de ulaştırmaya çalıştığı şeyler neydi, bunlar üzerinde konuşacağız demektir.

Tabi ben burada düşüncenin okullaşması kavramında şöyle bir boyutu da dikkatinize sunmaya çalıştım, ne kadar fark edildi bilemiyorum: Biz belirli bir dönemde yaşıyoruz, yani her birimiz bir dönemin insanıyız, dolayısıyla aklımızın kapasitesi de belli, zamanımız da kısıtlı. Atıyorum, bir insan 20 senede birçoklarının 60 senede okuyabileceği veya düşünebileceği şeyleri düşünebilir, bir insan 60 senede onun 20’de biri kadar şeyi okumamış olabilir. Dolayısıyla her ikisinde bilgi vardır, her ikisi şarta ve duruma göre tırnak içerisinde alim diye de nitelendirilebilir, ama ilmin dereceleri vardır, ilmin düzeyi vardır, alim vardır, büyük alim vardır, işte otorite olmuş alim vesaire.

Dolayısıyla Ercümend abinin söylediği doğruların veya tezlerin dönemsel analizini de son derece önemli görüyorum. Bu, şu anlama gelir: şimdi vaktimiz kalırsa kendisinin Selam İle adlı bir eseri var, ondan bu bölümü bu düşüncemi destekleyecek bir şekilde oradan bir alıntı yapıyorum. Molla Kasım’ın alıntısı gibi değil, yani uygun olduğunu düşündüğüm, kes, kopyala, yapıştır, o senin gördüğün şekilde öyledir filan da düşünenler olabilecekse de olsun, ben gerçek anlayışını yansıttığını düşündüğüm için o alıntıyı yapacağım inşallah.

O da, dönemsel düşüncenin önemine dair bence bazı işaretler var diye düşünüyorum. Bu ne demektir? Eğer düşüncelerimiz, doğrularımız dönemselse bunların geliştirilmesi gerekir, yani orada bırakmamak gerekir demektir. Zaten ayet bu konuyu bence derli toplu bir şekilde ifade ediyor, her bilenin üzerinde bir bilen varsa insan bilgisi mutlaka nedir? Sınırlıdır, kısıtlıdır. Bu da ne yapıyor? Her bireye istisnasız, yani sadece entelektüel kitle değil, her bireye bu konularda söz söyleme hakkı tanıyor. Filanca kişinin alim olması o konuda son sözü söylediği anlamına gelmez, falanca kişinin son derece saygın olması da o anlama gelmez.

Peki ne, bu böyle gidecek mi, yani bu süreç böyle ilanihaye mi devam ediyor? Zannım, yani o düşüncenin okullaşması kavramı çerçevesindeki bir kanaatim olarak da ifade ettim, hayır, bu sürecin bir nihayeti oluyor. Nasıl oluyor? Bunu şöyle görebiliyoruz, en azından ben öyle gördüğümü söyleyeyim: Okullaşma dediğimiz şeyle, ekolleşme dediğimiz şeyle oluyor. Bir düşünce kendi dinamiklerini kullanıyor, tüketiyor ve bir süre sonra üretebileceği maksimum seviyede düşünceyi üretiyor. Bu, Batı düşüncesiyse Batı düşüncesidir, İslami düşünceyse, beşeri anlamda diyorum, Kur’an hariç tabi ki, İslami düşüncesidir, Doğu düşüncesi de öyledir. Genellikle de birkaç asır sürüyor bu süreçler, kendi içinde dinamikleri tükendiği zaman orijinal düşünce artık üretemiyor; orijinal düşünce üretemiyor ama, şerh kabilinden düşünceler üretebiliyor, o birkaç asır daha sürebiliyor. Ben buna Batı tarihinin de, Müslümanların tarihinin de dahil olduğunu düşünüyorum.

Şimdi bu açılardan baktığımız zaman, Ercümend abi için neler söyleyebileceğiz rahmetli için?

Zaten ben bu konularda yazmış bir kişi olduğum için burada söyleyeceklerim yazdıklarımın kaçta kaçı olur kanaatlerim oralarda zaten belli. Birçok açıdan Türkiye’deki Müslümanların yaptığı işler veya söylediği sözler açısından ilk kişidir denebilir. Mesela yenge Hanım burada, başörtü konusunda herkes Hatice Balaban’ın adını anıyor, ama biz Ercümend abiyle de bunu yüz yüze konuştuğumuzda da bana söylemişti, hani daha öncesinden var, ama sembol şahsiyet dedin mi o medyada daha çok yansıtıldığı için öyle. İslami parti konusu öyle, İslami televizyon konusu öyle, hadisler konusundaki yaklaşım mesela öyle, demokrasi kavramına yönelik yapmış olduğu değerlendirmeler öyle. Hatta yöntem konusunda, yani o dönemlerde hepimiz -yaşları müsait olanlar var- önemli bir kesimin, hatta terör kavramını kullanarak onu olumlayacak derecede bazı işlerin yapılabileceğini ben şahsen biliyorum, tartışmışlığım da var. Bu sadece militan birisiyle tartışma değil, onun entelektüelitesini daha tartışacak düzeyde, çünkü terörü bu şekilde tartışanlar da var. Ama oralarda ne yaptı Ercümend abi? Engel oldu, yani yöntemsel olarak da o yöne sapmayı en azından engellemeye çalışanlardan birisi oldu, bizleri mesela engelledi. Yani benim de bizzat yaşadığım şeyler var, mesela bir tanesini anlatayım.

Kendisi rahmetli oldu, Allah rahmet eylesin de, Selefi bir grubu mensup olmuştu benim çalıştığım kurumdan bir arkadaş, o zamanlarda işte memur olan mürtet olur filan meselesi vardı hatırlarsanız. 12 Eylülcüler bir belge imzalatılıyorlar, o metne ben imza atmam, atarsam mürtet olurum, meşhur Hoca da fetva vermiş ya, olmamak için istifa etti, sonra işte birtakım işler yapmaya çalıştı. Neyse, ben de tanıdığım için başka bir şehirde bulunuyor beni davet etti, biraz konuşalım falan-filan. Gittik, işte akşam vakti oldu, bir başka arkadaşın evine gideceğiz, sokağa çıktık, eline kocaman bir taş aldı, sokak lambasının birini pat diye indirmesin mi? Ya dedim sen ne yapıyorsun? Dedi bu müşrik devlet, ne kadar zarar versek o kadar kâr.

Şimdi Ercümend abinin yazılarında var bunlar, bilet atmayandan tutun otobüslere, vergi kaçırandan tutun, hepsi müşrik devlete şey. Şimdi bu tür pratiklerin… Ve çok sert mesela o yazıları okuyun, bunları yapanlara yönelik yazıları öyle yapınız, ediniz, tavsiyem budur, gençlere tavsiyeleri var ya, öyle değil, yani buralarda bayağı sert şeyler söylüyordu.

Şimdi bu ilkler meselesi çok vurgulanmıyor ama, kadir-kıymet bilmek açısından da söylemek lazım, bir de onlar söylendiği zaman ne tür etkileri oldu bunların? Yani o doğru zamanda mı söylenmişti? Bunu ben şimdi söylesem, 20 sen önce söylenmemiş bir söz herkes almış başını gitmiş başka yerlere, örneğin militarize olmuş, bugün söylemenin çok bir faydası olmaz. Yani bazı şeyleri zamanında söylemek, bazı düşünceleri kafayı çalıştırma, entelektüel boyut diyoruz ya, entelektüelite zamanında işe yarıyorsa bir anlamı vardır. Bunu rahmetli Ali Şeriati’nin yazılarında da çok görürüz. Zaten onun aydın tanımı var, bence aslında bizdeki alimi tanımlıyor, o çok aydın diye kullanıyor, çünkü onun dili öyle, tam alimi şey yapıyor. Diyor ki, bir kişiye alim demek için, yaşadığı dönemin sorunlarına ilişkin olarak bir somut öneride bulunuyor mu? Doğru-yanlış ayrı bir konu da. Bulunmuyorsa diyor ne kadar malumat … olursa olsun ona alim denmez diyor; kesinlikle doğru.

Bu açıdan baktığımız zaman, Ercümend abinin tabi ki bu noktada son derece yüksek bir standart tutturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Entelektüel boyut, düşünce boyutu, ilim boyutu aslında bir açıdan bakıldığında her şeydir, yani orada zayıf olduğunuz zaman kesinlikle bütün amelleriniz eksik olur veya yanlış olur. İlmi boyut diyelim o zaman, yani entelektüel boyut olunca biraz farklı anlaşılabiliyor. İlmi boyutunuz eksikse kesinlikle amelleriniz de eksik veya yanlış olur.

Dolayısıyla mesela, şimdi yine dönemsel bir şey yapalım, İslami hareketler. Bizim yaşadığımız dönem, özellikle gençlik yıllarımız İslami hareketler, bunların çokça konuşulduğu, hem küresel anlamda, hem yerel anlamda İslami hareketlerin çok konuşulduğu, davanın, işte davetin, bu tür söylemlerin çok kullanıldığı yıllar. Burada bu gruplar ne yapıyorlar? Özetleyecek olursak, samimi tabi, ben samimi olanlarından bahsediyorum, öbür filancaların kurduğu veya falancanın kurdurduğu vesaire yapılar değil, biz samimi olarak bilgisi doğrultusunda İslam adına cihat eden, tebliğ yapan neyse grupları, yapılaşmaları kastediyorum. Bunlar ne yapıyorlar esas itibarıyla? Bilebildiği kadar amelde bulunmaya çalışıyor, yani imanı kadarıyla amel yapmaya çalışıyor.

Şimdi bu düşüncenin okullaşması kavramı çerçevesinde ben bu yapılaşmalara yönelik olarak biliyorsunuz bir kritikte bulundum. Dedim ki, her biri aslında konuyu teorik olarak tartışsanız size kalite önceliklidir, kantite daha sonra gelir der. Ama pratiğe baktığınız zaman hangisi öndedir? Bana göre tersi bir durum var. Bunun nedeni ne? Tabi önce bu doğru mu değil mi, bu tartışma konusudur da ben kanaatim o yönde olduğu için onun üzerine, bence böyle, kalite arkada, kantite önde.

Kantite ne demek? Somutlaştıralım. Kaç adamımız var, dergi çıkarıyor muyuz, kaç kişiyiz, bir cemaatsek sayımız kaç? Büyütelim. Cemaatimiz yerel mi, uluslararası mı veya küresel mi? İşte Cemaat-i İslami Müslüman Kardeşler, Hizb ut-Tahrir vesaire, yoksa Türkiye’de bildiğiniz, İran’da, Mısır’da yerel örgütler var onlardan biri mi? Parti var mı, yok mu, yani parti oldunuz mu bir ülkede, olamadınız mı, daha onun alt aşamasındasın, bunlar. Bunlara ben sayısal büyüklükler diyorum. Tartışabiliriz, benim kanaatim şu yönde: Bunlar daha çok önceleniyordu her ne kadar teoride fikir önemlidir, katile önemlidir, öbürü ondan sonra gelir dense de.

Şimdi başta söylediklerim çerçevesinde düşünecek olursanız, eğer benim yaptığım tespit doğruysa o zaman buradan şöyle bir sonuç çıkar: Bu tür yapılaşmalar başarılı olmayacaktır. Ne anlamda başarılı olamayacaktır? Onu da sembolik bir örnek olarak ben Mevdudi’nin meşhur bir kitabı var ya Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim diyor, başlık çok büyük bir başlık, çünkü orada Pakistan’ı değiştirelim demiyor. Nitekim Cemaat-i İslami Pakistan’la sınırlı bir cemaat değil, en azından o hinterlantta Hindistan coğrafyası, Bangladeş coğrafyası veya etkileyebildiği, hatta Türkiye’ye de sayılabilir ona bakacak olursanız.

Şimdi bakıyorsunuz ne açıdan değiştirme? Bir açıdan değiştirmedir, dünyayı değiştirmiştir yani Mevdudi. Nasıl? Küçük ölçekli tutarsanız, öyle değil mi, yani dönemine göre etkili bir hareket, etkileyebildiği anlan da bu. Karşılaştırırsınız döneminde başka bir hareket var mı onun performanslı, yoksa dersiniz ki, bu dünyayı değiştirmiştir. Ama Mevdudi’nin kastı bu mu, yani bu kadarlık değişim yetiyor mu? Mevdudi okuyanlar bunun yeteceğini söyleyemez, en azında bence öyle değil.

Mevdudi neyi değiştirmeye çalışıyor? Bence açık ifadesini okumadım ama, maksimum sınır aslında dünyanın geneli, fakat pratikte Müslüman dünyası. Yani Müslüman dünyasının tamamı Mevdudi’nin istediği şekilde Cemaat-i İslami’nin ilkelerine, hedeflerine inanıp da ona tabi olsa, bir İslam devleti çerçevesinde Mevdudi amacına büyük ölçüde diyelim ulaşmış kabul edilebilir diyelim. Şimdi böyle bir şey oldu mu? Olmadı.

Aynı şeyi Mısır için düşünelim, Mısır’da Hasan el-Benna’nın kurduğu Müslüman Kardeşler Hareketi, bir hinterlant var Arap ülkelerinin epeyce bir kısmında yaygın filan, ama tarihi biliyorsunuz, yani sonuç bence üç aşağı beş yukarı aynı. Ya bu şartlarda zaten öyle bir şey yapılamaz da denilebilir, ama ben ona bir şey demiyorum, neden bu sonuç hasıl oldu? Müslüman Kardeşler’in ömrü 2 sene sonra 100 seneyi dolduracak, bir asrı bulacak kuruluşuyla değil mi veya 4 sene sonra? 4 sene sonra bir asrı bulacak. Mısır’da Hasan el-Benna’nın arzuladığı şekilde bir değişim-dönüşüm olmuş mu bırakalım dünyayı? Olmamış. Hizb ut-Tahrir hakeza, Hizb ut-Tahrir Müslüman Kardeşler’in hataları üzerine, onu içeriden eleştirilerek kurulan, biz daha iyiyiz iddiasıyla çıkıp o da küresel diyebileceğimiz bir şey olmuştur.

Bence sonuçta hani bu ölçekte büyüklükteki hareketler amaçlarına ulaşamadıysa küçükler ne olacak sorusunun cevabını aramaya gerek yok diye rahatlıkla söyleyebileceğimiz için, burada bir şey aramamız lazım. Şimdi burada söylediğim eksiklik var, kusur var, kalite hep geriden geliyor. Bunun sosyo-psikolojik nedenleri de var. Mesela siz 13 asır, 14 asır dünyaya hükmediyorsunuz öyle diyelim yani Müslüman devletlerin tarihi o yönden bütün olumsuzluklarına rağmen baktığınız zaman rakipleriyle kıyasladığınızda bayağı iyi bir performans yani yaklaşık bin sene onu aynı düzeyde geçecek bir şey yok rakip medeniyet diyelim devlet yok anlatabiliyor muyum? Bu çok tarihte önemli bir şeydir. Neyse sonra malum nedenlerden sonra bozulma vesaire oluyor şeyleri düşüyor. Şimdi hilafet kaldırıldığı zaman nasıl bir psikolojiye girer o bütün o coğrafya? Onca yozlaşmışlığa, kötülüğe, düşük seviyeye rağmen bir acayip insan şoke olur, olmuştur nitekim. Hilafet kongrelerini biliyoruz kaç tane kongre yapıldı yani tekrar halifeliği. Olabilemez, o iş bitmiş istediğin kadar uğraş nitekim uğraşıldı olmadı. Şimdi dolayısıyla, ne yapacak Müslümanlar? Önce fikri şey bak bunu Cemaleddin Efgani’yle.. Efgani dedi ki, bir yangın var, kurtaralım. Osmanlı padişahı işte halifesinin etrafında bütün Müslümanlar birleşin sömürgecilere, İngilizlere, Fransızlara karşı cihat vatanı işte Dar-ül İslam’ı kur. Abduh dedi ki, bu iş böyle olmaz, yani durum belli, ilme yöneleceğiz yani oradan. Abduh öğrencisi biliyorsunuz yani Efgani’nin bir yönden. Abduh’un tezi dönemine göre çok radikal, doğru bir şey ama uygulaması o da onu Ezher çerçevesinde bir ulema alimler şeyi yetiştireceğiz, onlar İslam dünyasını güya kurtaracak nokta olmadı. Ama kitlenin hissiyatına ne hitap etti o dönemden sonra? İslami hareketler. Bunların amacı neydi? Birinci derecede işte örgütsel büyüklükler, yani hilafet gibi bir şeyden hiç hayal edemeyecekleri bir durum Müslümanların yıkılıp gitti. Olan biten ortada sömürgecilik darmaduman etmiş bütün dünyayı, Müslüman dünyasını da öyle sömürgeleştirmiş. Müthiş bir yıkımdır yani bu psikolojik olarak.

Tepki olarak Müslümanlar tekrar halifelik, tekrar örgütler, tekrar siyasal büyüklükler. İşte burada bu hala devam ediyor zamanımıza kadar. Burada bu dengeyi şöyle söyleyeyim: Siyasal boyut olmadan olmaz zaten orayı bir şekliyle birileri doldurur da, dengeyi doğru kurmak çok önemli. Ben Ercümend abiyi bu noktada doğru yerlere parmak basmış birisi olarak görüyorum. Çok kanıtını verebilirim, vaktimiz yok o yüzden giremeyeceğim.

Birkaç tanesini söyleyeyim mesela. İslami parti deneyimi oldu değil mi? Baktığınız zaman Hizb ut-Tahrir’in işte Cemaati İslami’nin yapmaya çalıştığı şey şekilsel olarak aynı şey. abi dedim ben mesela bunlara kimler üye olacak yani güzelde, isim verdim hatta burada konuşmuyorum bak isim verdim şunlar şunlar hani üye başta onların üye olması lazım, bu da sıradan insanlar değil, sizin, benim bildiğimiz insanlar. abi bunlar, yok öyle herkesi üye yapmayacağım. Şimdi abi herkes dediğin 3-5 kişi zaten bunlar da üye olamıyorsa bu nasıl parti olacak? Yani şu: Ben diyor önce ilkelere bakarım. Çok yakından tanıyorum 20 yıllık arkadaşım, ama o bile. Çünkü İslami partide kimin önüne çıkıyorsun? İktibas’ın içinde sen, ben birbirimizi tanırız, yazı yazarız, bilmem şurada sokağa çıkarız, ama kitlenin önüne çıkacaksın. Şimdi orada sen benim arkadaşımsın gel başköşeye otur. Birde partisinin temsilcisi olarak, sözcüsü olarak açıklama yap. Buralar geldi mi ne yapıyor? Aman diyor yani orada dikkatli olmak. Şimdi bu neyi gösterir? Bu düşünceye, yani ilme veya doğruluğa, eğriliğe önem verildiğini gösterir.

Şimdi bu konuyu vakit de olmadığı için çok örneklendirmeyelim, yani asıl söylemek istediğim, birde son okuyacağım bir metin var onları söyleyerek toparlayayım herhalde vakit de doluyor mu?

TARIK ÖZKAN- 20 dakikamızı doldurduk. Bir ikinci tur gibi bir 10 dakika şey yapabiliriz isterseniz.

KÜRŞAD ATALAR- Tamam o sonraya kalabilir toparlayayım bir iki cümleyle. Ercümend abi benim tanıyabildiğim kadarıyla, kitaplarından okuyabildiğim kadarıyla tabii anlayışım çerçevesinde benim son derece önemsediğim bu hususun farkında olup, belki başlarda hani Hizb ut-Tahrir dönemlerinde falan o kadar olmayabilir. O da gençlik dönemidir illa ki yani olacaktır herkes gençliğiyle, 50 yaş, 60 yaşını karşılaştırdığında nasıl şeyler yaşadığını bilir, dönüşümler yaşadığını bilir. Zaten şahitlik yapmış, ayrılmış dokuz talakla daha ne yapsın yani, orada bir düşünsel sıkıntı görmüş, eylemsel sıkıntı da var doğru, ama yani işte şu stratejiniz yanlıştır diyor onlara, ama asıl ne diyor? Hadislerle ilgili diyor, Şafi mezhebinin şeylerine sıkı sıkıya bağlılık diyor, bunlar olmaz diyor, daha sonra Kur’an İslam’ı söyleminden falan herkes çok rahat şey yapabilir ki, buralarda yanlış var bak yanlış var diyor. Yanlış var ne demek? Benim için önemli olan eğri-doğru meselesi. Doğru ise bir şey onun peşine giderim. Bu konuda Türkiye’de mesela Ercümend abiden başka var mı diye sorduğumuz zaman tanıdık isimlerden, İslamcı camiada ben bilemiyorum, var olan lütfen söylesin.

Bir dönem boyunca davamızın ana ilkelerinden dediği bir hususu ki bu mütevatir hadisler konusudur. Davamızın, yani düşüncemizin ana konularından dediği bir hususu daha sonra yanlış olduğunu düşünerek istişareler sonucunda bu do doğru değilmiş, Kur’an dışında itikatta başka bir kaynak kabul edilmez deyip de, ana düşüncelerinden birini değiştirdiğini kitleye deklare eden var mı başka bir cemaat veya grup? Yoksa bu insan bunu niye yapıyor? Ben size söyleyeyim. Bu şakağına kurşun sıkmaktan başka bir şey değildir. Neden? Siz insanları bir şeye çağırıyorsunuz değil mi? Adam sana çok rahatlıkla diyebilir ki, abi biz bunun için buraya geldik sen değiştirdin oldu mu der. Bu kadar zaman ki iş ne olacak? Cemaatler, gruplar bu şeye düşmemek için zaten kol kırılsın yen içinde kalsın yapıyorlar. Bu birçok şeyi gösterir, bakın çok önemli bir şeydir. Yapılması da son derece zordur. Sen yaptın mı desen, ben de yaptım diye ortaya çıkamam yani o da ayrı bir konuda. Ama ben şunu söylüyorum: Her insan 20 yaşında söylediğiyle, 50 yaşındaki söylediği aynı olmaz. Özü aynı olsa da ifade ediş biçimi değişir vesaire. Dolayısıyla, Ercümend abi bence bu kritere Türkiye’de en iyi uyanlardan birisi. Bu okuyacağım metinde de bunları zaten kendisi de yazmış, kitleye de okuyanlar zaten biliyor, okumayanlar bir daha da okusun.

Özetle şöyle diyor, -pasaj biraz uzun kısa bölümler okumaya çalışacağım- özetle şöyle diyor: Biz diyor söylediklerimizin mutlak doğru olduğunu söylemiyoruz ki diyor, akıl akıl var diyor danışacağız diyor. Birisi gelsin bana bunu söylesin diyor yanlışlığını, tamam diyor. Yanlışlığı olduktan sonra biz bu görüşten vazgeçeriz diyor. Bunu ne için bu konu çok önemli? Başta söylediğim dönemsel düşünce noktası çok önemli. Biz hangi dönemde yaşıyoruz? Düşüncenin hangi döneminde yaşıyoruz? O dönemin gereklerini yerine getiriyor muyuz? Düşünce ilim böyle ilerler. Kur’an sabit onda değişecek bir şey yok, ama Kur’an’ı bilme oranı, onda derinleşme oranı değişir kesinlikle düşer, artar bu bizim çabamıza bağlı.

Ercümend abi Allah rahmet eylesin bunu zamanında bence en iyi yapanlardan birisiydi. Ama bundan sonra da bu iş devam edecektir benim kanaatim o yönde. Devam ettiği zaman da kitle aman işte o öyle söylemiş zamanında, bu da söylenir mi demeyecek, Allah razı olsun diyecek. Çünkü o onu öyle söylemeseydi o zaman ben bugün bunu böyle konuşmuyor olacaktım diyecektir. Dolayısıyla, Allah’ın karşısında her biri hatta ilk olan öyle söyleyeyim, bence daha çok sevap alacaktır ben o kanaatteyim. Çünkü o olmaza öbürü zaten olamayacaktı.

Evet, teşekkür ediyorum.

TARIK ÖZKAN- Evet Kürşad abi teşekkürler, ağzına sağlık. Şimdi senin gündeme aldığın, dile getirdiğin konular itibariyle evet fikir konusu onun birincil meselesiydi. Vefatına yakın yıllarda kamp programları, ders programları düzenlemeye başlamıştı. Rahmetli Almanya’da, Hollanda’da, burada Türkiye içinde bazı yerlerde olabildiğince belli temel meseleleri Müslümanlara bir düşünce biçimi kazandırabilmek adına, bir yöntem kazandırabilmek adına hızlıca aktarmaya çalışıyordu böyle bir özüt haline getirip. Orada mesela hep birinci madde fikirdi, yani fikri anlatmadan, izah etmeden.. Fikir nedir, efendim aydın fikir nedir, derin fikir nedir, yüzeysel fikir nedir? Bu konuda insanlar bir gerçekten bir şeye sahip olmaksızın, bir bakış açısına sahip olmaksızın daha sonrasına devam etmesini mesela çok doğru bulmazlar, onun için önce o temeli oturtmaya çalışırdı. Ve evet bir yiğitliktir aslında, yani yıllarca söylediği şeyi yanlış olduğuna inandığı bir noktada, tamam bak ben bu kısmından yanlış olduğuna kanaat getirdiğim için vazgeçiyorum demek, ki dediğin gibi. Evet, şimdi Celal abiye mikrofonu veriyoruz.

CELAL SANCAR:

Tekrar hepiniz hoş geldiniz. Allah’ın rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

Abim Ercümend Özkan

1980 yılının 12 Eylül’ünü müteakip Taşköprü’den Kırşehir’e sürgün edildikten bir müddet sonra Hüseyin Alan kardeşimin muhasebe bürosunda karşılaştım ilk olarak. Karacakurt Aşiretinin Hadolar sülalesinden Gümüşkümbetli Türkmen kızı Hüsniye Hanımla, Alibeyoğulları’ndan Memili’nin torunu Mehmet Ali Beyin ikinci çocuğu olan abimle.

Sohbet, Peygamberimizin fertten devlete hayatıyla ilgili sürece dairdi. Daha önce edindiğim bilgiler doğrusu dağınık haldeydi zihnimde. abim konuşurken dağınık haldeki bilgiler tabiri caizse yerlerine oturuyor, anlamlı hale geliyorlardı. Akideden amele, hayata ilişkin farklı konularda kendisinden azami istifade ettim. Memuriyetim süresince görev yaptığım farklı yerlerde ve sonrasında bunun faydasını her zaman gördüm.

Tanışmamız sonrasında müteakip gün ve aylarda eğitim amaçlı toplantılar için Ankara’ya gidiş-gelişlerimiz oldu. 85’ten itibaren de dinleme servisi görevini şahsıma tevdi ettiler. 71 yılında ilk görev yerim Siirt Şirvan’dı. Görev için gittiğim köylerde bile insanların BBC radyosunu dinlediklerine şahit oldum. Bende de BBC alışkanlığı daha sonra devrimle birlikte İran, Amerika’nın Sesi, Almanya’nın Sesi radyolarını dinlemeyle devam etti.

1987 yılında Diyarbakır’a tayinen gittim. Değişen Dünyadaki Yerimiz Paneli için Diyarbakır’a gelen abimle ziyaretlerimiz oldu bazı zevata. Paneli 1990 yılı Mayıs ayında Maraşlı öğrenciler düzenlemişlerdi, Başkanlığını da öğrenci Adnan Yener kardeşimiz yaptığı panele konuşmacı olarak Ercümend abi, Yaşar Kaplan, Altan Tan ve Mehmet Metiner katılmışlardı. Panel sonrası aynı gece Mardin’e gitmek üzere yola çıktık, oradan gelen kardeşlerimizle birlikte. Ertesi günü kendisine uzun uzun mektuplar gönderen Osman Dindarzade’yi cezaevinde ziyarete gittik. Orada da kendisine bazı sorular soruldu, abi üslubunuz biraz sert değil mi falan. Onlara güzellikle başka sorularla birlikte cevap verdi. Bunu Osman Dindarzade İktibas Dergisinde yayınladığı yazısında anlattı okuduysanız eğer.

O gün Urfa’ya doğru yola çıktık. Balıklıgöl çevresinde kitapçı ararken tavsiye üzerine gittiğimiz kitapevinde Mehmet Emin Gelener Hocayla tanıştık, kendisiyle hala görüşürüz. O gece Ankara’ya müteveccihen yola çıkmadan çıkıncaya kadar bizi misafir ettiler. Otobüste abi şefkatiyle üzerimi ceketiyle örtmesini unutamam. O duyguyu Ulvi Alacakaptan’ın anlatımından aktarmak istiyorum.

Selam yürüyene, selam Ercümend abiye, selam Özkan’a. İlk tanıştığımız gün yorgunluğumu çalışma odasında, bürodaki divanın üstünde yatırarak ve üstümü paltosuyla örterek alan o radikal, o otantik, büyük harfli adama selam olsun.

1991 yılında Sakarya’daydı yine tayin. abim davet üzerine Birlik Vakfında konuşma yapmak üzere geldi ve birkaç kişiyle orada da ziyaret ettik. Doktor Sadık Canlı’yı ziyaret için gittiğimizde ikinci kattaydı muayenehanesi birinci katta tıkandı kaldı ve orada dinlenmek zorunda kaldı. Yorgun ve rahatsız olduğu halde ziyaretlerinden hiçbir zaman vazgeçmedi, kimseyi de ayağına çağırmadı.

Yaşadıklarından birkaç not okuyacağım kısa kısa. Saatler boyu konuştuğu Ömer Nasuhi Bilmen’in kendisini dinledikten sonra, bak ne güzel konuşuyorsun, hukuk da okuyormuşsun, senden iyi bir avukat olur bırak bu işleri tavsiyesinde bulunduğunu gülümseyerek hatırlatırdı.

Türkeş’in oturduğu ev orta halli oldukça geniş bir apartman katıydı. Derken laf lafı açıyor, sohbet Türk kültürünü ve yemeklerine kayıyordu. Bir ara makarnanın Batı Trakya’dan gelen bir çeşit olduğu söylendi. Bunun üzerine Ercümend, ben o taraftan esen rüzgarı bile sevmem deyi verdi. Türkeş bunun ne anlama geldiğini biliyordu ki gülümsemişti. Kastelli’nin Mustafa Kemal ve onun temsil ettiği dünya görüşü olduğunu yüzündeki ifadeden ve gülümsemesinden anlaşılıyordu. Duruşmalar sırasında karar vermek için heyet odaya geçtiğinde Ercümend abi ve onu getiren komutan başçavuş araya çıkardılar sigara molası için. O arada ellerinde siyah çanta birkaç kişi karar odasına toplantı odasına geçerken Ercümend abi oradaki başçavuşa sorar der ki, bunlar kim? Bunlar senin kararını getirdiler der ona. Ve içeride kararı içeri girdiklerinde karar şöyle: Evet, 4 yıl ağır hapis, ömür boyu kamu hizmetlerinden men, yurt dışına çıkma yasağı, 2 yıl da Bingöl’e sürgün cezası aldığını öğrenir ve heyete dönerek 100 yıl ceza verseniz 101 yıl da ömrüm olsa o 1 yılı gene bu dava için çalışarak geçireceğim diyerek tavrını ortaya koyar. Ertesi gün kendisini ziyarete gelenler onu teselli etmeye çalışırken o onları teselli eder ve o arada Mihri Belli de tahliye olmuş oradan geçiyor. Geçmiş olsun imanlı adama dokunmaz çabuk geçer der ve gider.

Bu cezaevi süreci Ulucanlar, Çamlıdere, Mucur, Adana ve Ada’da sona erer İmroz Adası. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki Mucur’dan bir haber geldi Ercümend Adana’ya gönderiliyordu. Niye’lere, niçin’lere cevap arıyorduk, ama bir türlü bir cevap bulamıyorduk. Daha sonra öğrendik ki, savcı bey bu adamı buradan alın devlette kurar, şeriatta getirir diye bir kehanette bulunmuş ve bir dilekçeyle bu kehanetini de gereken yerlere bildirmiş. Nakil sebebi de böylece anlaşıldı, mahkumlara namaz kıldırmasıyla başlamış olay, daha sonra gardiyanlar ile cezaevini bekleyen birkaç jandarmada katılınca cemaate işin sonu devlet kurmaya kadar varmış.

Yazdıklarından İslam başkalarının bizim için çizdiği sınırlar değil, sınırlarını Allah’ın belirlediği bir din, dünya görüşü ve yaşam biçimidir. Peygamber Müslüman’ın özeneceği bir güzel örnektir, bu örneğe benzeyebilmenin tek yolu vardır o da örneği iyi anlamak ve tanımaktır. Peygamberimiz bizlere yalnız namazı nasıl kılmamız gerektiğini, nasıl hak edeceğimizi öğretmek için gönderilmemiştir. Bunların yanında komşumuz ile ilişkilerimizin nasıl olacağından, nasıl devlet olunacağına, devlet olunduğunsa ise nasıl hükmedileceğine, bir bütün hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini öğretmek üzere gönderilmiştir. Yaşadığı dönemde Müslümanlardaki ideolojik kirliliğe dikkat çekmiş ve bu noktadaki safiyeti hayati öneme haiz bir konu olarak görmüştür. Zira Graham Fuller’in dediği gibi İslamcıların ideolojik safiyeti zedelendiği zaman onları iktidara taşıyarak başkalaştırmak kolay olmaktadır. Kendisi bu hususun bilincindedir ve İktibas Dergisinin kavramlar bölümünde bu hususları özel olarak işlemesinin sebebi de budur. Sistem içi mücadeleyi de olumsuzlayarak insanların partileşme sürecinde başkalaşarak heba olmalarına engel olmuş, olmak istemiş ve şöyle bir benzetmede bulunmuştur: Bu düşünceden yola çıkarak resmi ideolojinin belli kurumlarına sızanlar tırnak içinde zaman içinde bulundukları yerlerde sızıp kalmaya başladılar. Acemi hırsızın soymak için girdiği evde sızıp uyuyakalması gibi.

Cumhuriyet Türkiye’si dış güçlerin hazırladığı ortama uygun olarak kurulmuş ve düzenlenmiştir. Bu düzenleme başlangıçta tek partinin iktidarı olarak öngörülmüş ise de zaman içinde birden fazla parti bulundurmak gereği duyulmuş, kurulduğundan itibaren tam 23 sene tek parti olarak kaldı ve Stalinist metotlarla bugünkü yeni düzen kuruldu. Bu düzen varlığını yasaklara dayamış ve yasaklarını çiğneme temayülü gösterenleri ezmeyi kendi hayat sebebi saymıştır.

Bizim gibilerin kitaplarını okurken aklınız doğru mu, eğri mi diye görev üstlenmeliyken, Allah’ın kitabını okurken bu okudukların ne anlama geliyor veya gelebilir diye görev üstlenmelidir. Akıl olmadan din olmaz, dindarlık da olmaz. Din akıl ile anlaşılır ve kabul edilir. Bir eserin anlaşılması için öncelikle o eserin yazıldığı dilin bilinmesi gerekir. Bir eserin yazıldığı dili bilen birisi o eseri başka bir dile çevirir, tercüme eder ise bu takdirde çevrilen dili bilenler ve çevrilen eseri okuyanlar da o eseri anlama imkanına kavuşurlar. Lakin bir dili bilmek o dil ile yazılan eseri gerçek anlamıyla anlamaya her zaman yetmemektedir.

Ölümü sonrası yazılanlar

Süleyman Arslantaş: Ah Ercümend Bey, şu süfli önderlerin haline baktıkça senin o gürleyen sesin, haksız, zalim, soysuz oluşum ve kişilere karşı tavrın bilsen ne kadar özleniyor. Merak etmeyin siz ölerek ölümsüzleştiniz, bıraktıklarınız yaşayarak öldüler. Alimler, ölenler ve yaşayanlar Selam Gazetesi 30 Mayıs 1999.

Ercümend Özkan, mümin, imanını saklamayan ve yanlışlar karşısında susmayan bir mücahit, bir mücadele adamıydı. Aynı zamanda kalbindeki, aklındakini ve cebindeki paylaşmayı bilen bir insandı. Allah rahmet etsin.

Vedat Kahyalar: O gün ilk kez bizim sohbetimize katılan genç bir Müslüman Ercümend abiye birçok konuda sorular sordu. Belli ki ona karşı önyargılıydı. Tasavvuftan partiye, Fethullah Gülen’in o günlerde yayınlanmakta olan röportajından, başörtüsünün hükmüne, İslamizasyondan, sünnete kadar birçok soruya karşılık Ercümend abi adeta hayatının mücadelesinin özeti olabilecek bir tarzda Kur’an’ı referans olarak alarak bu sorulara tek tek cevaplandırdı. Genç arkadaş çok duygulanmış, ben sizi böyle tanımıyordum diyerek adeta özür dilemişti. Sohbete katılanlardan birisi de ona iyi bir Müslüman olabilmenin reçetesini sorunca şöyle dedi: Kur’an okuyunuz, Arapça biliyorsanız çok iyi, bilmiyorsanız kendi dilinizden okuyun. Peygamberimizin hayatını mutlaka iyi bilmelisiniz. İslam tarihini iyice tetkik ediniz.

Ali Bulaç: Ercümend Bey bütün hayatında müstakim bir insandı. Dinamit adlı bir televizyon programında proflar, akademisyenler başörtüsü konusunda kem küm edip bir türlü İslam’da başörtüsü kesin ve amir bir hükümdür. Müslümanlığı kabul etmiş bir hanım başını örter diyemezken, o hiç sakınmadan gayet net açık ve somut cümlelerle İslam’ın bu konudaki kesin hükmünü dile getirdi, hepimizin yüreğine su serpti. Şimdiden onun boşluğunu hissetmeye başladım bile. İktibas’ın yeni çıkacak sayısında bakalım Ercümend Bey yine bana giydirmiş mi diye bir beklenti içinde olmamam ne kötü bir şey. Ben ona hakkımı helal ediyorum ve Allah bizi bu İslam emekçisinin değil, salih ve mücahit kulunun şefaatinden mahrum etmesin demek istiyorum. Ama eminim hayatta olup da benim bu dileğimi duyacak olsaydı hemen şefaat ile ilgili bir yazı döşenirdi. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciun.

Hamza Türkmen (Vefatının dördüncü yılında): Kuşatmaların içinde umudun sesiydi o. Korkaklığı, yılgınlığı, sığınmacılığı, tembelliği aşmanın yolunu aradı hep. Uyuşmuş anlayışların yaslandığı bidat ve hurafeleri tasfiye etmeyi önemsedi ve bu uğurda didindi hayatı boyu. Bilgiyi ve ölçüyü sahih kaynağında edinmenin sevdalısıydı. Bilgi onun için taşınan değil, sosyalleştirilen ve yaşanandı. Vahi bilgiyle yaşanan sorunların irtibatını kurmaya, çözümlemeye, hayatı bütün olarak anlamlandırmaya çabaladı. Bedel ödemeyi göze alamayan ucuz, ölçüsüz, günü birlik çözümlerin ve ilkesiz kazanımların peşinde olanlarla yolunu ayırdı hep. Ercümend Özkan İslami mücadele için adanmış bir yürekti. İslami çalışmalarla dolu geçen dünyevi ömrü 24 Ocak 1995 tarihinde sona erdi ve Hakk’ın rahmetine yürüdü.

Cihat Aktaş: Türkiye’de İslamiyet’in yeni bir boyutta dirilmesindeki rolü yadsınamaz bir hakikattir. Önümüze birçok soru koydu, akımların, grupların ve cemaatleri kendi kendilerine çeki düzen vermelerini sağlayabilecek eleştirilerini sürdürdü. Tabuları sorgu-sual altında tuttu. Hayatın iman ve cihattan ibaret olduğunu, inanan ve yaşayan bir dava adamı olarak ispat etti. Bu dünyada bir ağacın gölgesi altında bir süre dinlendikten sonra yoluna devam edecek bir yolcu gibi yaşadı. Mümin müminin aynasıdır denir ya Ercümend Bey bütün müminlere ayna olmayı istemişti, ancak görmesini bilenler bunu takdir edebilmişlerdir.

Arif Dülger: Ercümend Özkan Kur’an-i doğrulara yönelen, muharref din anlayışından kurtulamamış insanları ıslah etmeye çalışan, Müslümanlara fikri ve siyasi bilinç ve devrimci bir sorumluluk aşılayamaya çalışan değerli bir mücadele adamı, muvahhit, müslih ve inkılapçıydı. Karşılaştığı her insana sorumluluk yükleyen, yükleyemediğini hatırlatan bir insandı. Sorumluluk Kur’an hamuruyla yoğurulmamış nefislerimize ağır geliyor ve biz ondan kaçıyorduk.

Metin Önal Mengüşoğlu: Ercümend Özkan kavramlara çok önem verirdi. İsrailoğullarının işi-gücü kavramların içini boşaltmak, asıl manalarından uzaklaştırmaktı. O ise kavramlar dünyasına önem vermiş ve asli anlamlarını sunmaya gayret etmiştir. Ercümend Özkan, Kur’an için takva kılavuzu tanımını getirmişti. Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem için de o bizim için baz istasyonudur demiştir. Uzun saçlı kara yağız adam, ey süvari, ey yarışan atların sevimli jokeyi, yürüyünce yorulan, yorulunca bozulanlara bakınca sen yoruldukça dirildin, dirildikçe güzeldin, giderek güzelleştin, giderken en güzeldin.

Bu da yengem Mukaddes Özkan’dan: Ercümend’de o gün evdeydi, ben bir an soğukkanlılığımı kaybeder gibi oldum saklanmasını söylüyordum Ercümend’e. O da peki nereye somyanın altına girmemi mi bekliyorsun benden diye gülümsedi. Ben de hemen toparlanıp savunmaya geçtim. Tabii ki hayır divan altlarında saklanırken değil de, onların karşılarına kendin gibi çıkmanı yeğlerim. Bunu sen de gayet iyi biliyorsun beni tanıyorsan, yakınlarımın fareler gibi değil, aslanlar gibi olmalarının tercihim olduğunu çoktan anlamış olmalısın diye hem söyleniyor hem de ortalığa yeni bir düzen vermeye çalışıyordum. Yemem masasını salonun kuytu bir köşesine çekip orada günlük gazeteleri okuyabilmesi için yer hazırlıyordum. O zaman ki evimizin eşyası bir iki somyalı divan, oldukça zengin bir kütüphane, yemek masası ve sandalyelerden ibaretti. Bir gün evinin kapısını çalan posta müvezzii elindeki kağıdı uzatarak Mukaddes Yengeye soruyor, adını yazmayı biliyon mu, yonsa barnak mı basacan diye. O da gülerek adını yazınca nasıl olur anlamında bir bakışla bakmış ve gitmiş. Ercümend eve geldiğinde selamun aleyküm derdi hep, annem ise burası Arabistan mı diye söylenirdi her duyuşunda. Çalıştırdığı ajans kendisi askerdeyken İsrail sefaretiyle kupür anlaşması yapmış, parasını peşin almıştı. Kupürler yollanmaya başlanmış bir iki ay kadar sürmüştü. Müslümanlara fiili savaş halinde olan bir devletle ticari veya başka türlü bir ilişki kurmanın haram olduğunu öğrendiği anda anlaşmayı fesih etmiş, sefareti ve sebebiyle birlikte bildirmişti. Ödedikleri parayı da bin bir güçlükle toparlayıp geri verdi.

Her iki nikahımızda da şahitlerimizden birisi Mehmet Emin Maksudoğlu’ydu. Ankara İlahiyat’ta asistanlığı devam eden Mamsudoğlu, daha sonraları bazı çalışmalar yapmak için yurt dışına gitmişti. Aradan yıllar geçmişti döndüğünde iş arıyor, bir türlü bulamıyordu. Sonunda MİT’in Sıhhiye’deki binasını bulup içeri girmiş ve bir türlü bulamadığı işin sebebini öğrenmişti. İnanılmaz, ama bu sebep Ercümend ile dostluğuydu. Onunla görüşmeyi keserse engel ortadan kalkacaktı, ona resmen bu söylenmişti. O da gelip Ercümend’e durumu anlattı ve elveda dedi. Yıllar sonra Ankara-İstanbul arası trende karşılaştıklarında Maksudoğlu selam vermekte bile zorlanmıştı Özkan’a. Ercümend bunu bana anlatırken gülümsüyordu, ama içinin acıdığını yüzüne bakanın anlamaması mümkün değildi, çok sevdiği bir dostunu kaybetmişti çünkü. Ya inandıklarını ya da dostlarını tercih etmeliydi. O inandıklarıyla, doğru bildikleriyle yaşamayı tercih etti.

67’nin 10 Nisan’ında başlayan kaçaklık dönemi 4 Ağustos’a kadar sürdü. Bu 4 aylık sürenin sonunda Ercümend’in kendi değimiyle mahpushane dönemi başlamıştı. Ankara Ulucanlar Cezaevinde yatarken bir yandan da duruşmalar sürüyordu. Ercümend’e o günlerin birinde ziyaretçin var diye seslenmişler. Gelen ziyaretçi daha sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Lütfü Doğan. Ziyaret sebebi ise dışarıdayken kıymetini bilemediği Ercümend Özkan’a kıymetini yeni anladığını, dışarıda bu işleri bakan arkadaşları varsa onlarla görüşmek istediğini söylemişti. Ercümend ise dışarıda kimsenin kalmadığını, treni kaçırdıklarını söyleyip noktayı koymuştu. Lütfü Doğan kalanların da yakalanmasını istiyordu anlaşılan, sanırım buna zorlanmıştı, yani sonuç olarak İslam’ın önüne çekilecek set için yine İslam konusunda kariyer sahibi, onu bilen, ama savunmaktan korkan kişilere görev veriliyordu.

Lütfü Doğan’dan sonra ziyaretine gelen İstanbullu avukat Ali Oğuz Ercümend’e davasını almak için İstanbul’dan geldiğini, savunmasını kayıtsız-şartsız ona verirse kısa zamanda seni bu dertten kurtaracağıma söz veriyorum diyordu. Bunu nasıl da yapacaktı? Ercümend’e geri adım attırarak. Ercümend’in cevabı ise ben avukat istemiyorum, kendi kendimi savunurum olmuştu o zaman.

Mahkemeler sürüyor sonuç her seferinde bir sonraya kalıyordu. Sabahın 7’sinde kapı çalındı, gelenler yine sivillerdi ve yine 5-6 kişiydiler. Herkes telaş içinde bir tarafa gidiyordu, bu telaşın sebebini sonra çözebilmiştim. Telaşlı olması gereken ailesi değil miydi? Ama onlar da bizim kadar telaşlıydı. Aslında evde bulabilecekleri bir şey yoktu, sadece yasaklı olan bir tek kitap vardı kütüphanede. Benim telaşım onu saklayabilmek içindi de onlarınki niyeydi? Ben o kitabımı aldım ve kucağımdaki Ömer ile benim aramda bir yere sakladım. Ama onlar kitaplarla falan ilgilenmiyorlardı, sadece yatak odasına bakıyorlar, Ömer’in karyolasını arıyorlardı. O kadar telaşlıydılar ki bebeğin lazımlığı da ellerine dökülmüştü, hem gülüşüyorlar, hem de ellerini siliyorlardı. Birden işleri bitivermişti, “işte bulduk, çocuğun karyolasında saklıymış” diye bir kitap gösterdiler. Ben itiraz ediyordum, o kitap bizde yoktu, böyle bir şeyi nasıl yaparsınız? Ama dinleyen kim? Annem bir yandan söyleniyordu hepimiz Müslüman değil miyiz, bu ne eziyet böyle diye. Bende anneme eğilip, anne, lütfen, bizim İslam’ımızla onlarınki farklı görüyorsun işte. Kendini boşuna yorma diyordum.

Annem, ben, kız kardeşim, iki küçük çocuk öylece donuk kalmıştık, telaşlarını şimdi anlıyordum, biz görmeden o yanlarında getirdikleri yasaklı kitabı bir yerlere yerleştirebilmekmiş bütün sebep.

Bizim evde yapılan oldukça kalabalık 70 kişiyi bulan bir toplantının ardından neler olduğunu sorduğumda, Özkan’dan aldığım cevabının üstüne, hani sen partiye karşıydın dedim. Ya hanım, sen de bu soruyu bana sordun ya, pes dedi. Niye pesmiş anlamaya çalışıyorum dedim. Ben kuracağım diyorsun da, acaba kurduracaklar mı demiyorsun. Benim kurmak istediğim partinin tüzüğünü ellerine aldıklarında buna müsaade ederler mi sanıyorsun? Ben bu işe sistemin içinde olmak, sistemin kurallarına göre tavır almak için girmiyorum, ben Müslümanlara İslami bir partinin bu düzenin içinde yer alamayacağını anlatmaya, göstermeye çalışıyorum. İslami partiyiz diyenler, insanları nasıl oyaladıklarını, Müslümanları bu kandırmacalarla nasıl sisteme entegre ettiklerini delilleriyle ispatlamaya çalışıyorum, tabii ki kabul başarabilirsem. Oldu da yanılıp kabul ettiler diyelim, o zaman seçimlere girmek gibi bir çabamız olmayacak asla, sadece miting meydanlarında insanlara Kur’an’daki İslam’ı ve bugünkü dayatılan demokrasi düzeninin gerçek yüzünü anlatmak üzere yola çıkarız. Biliyorsun ben sisteme, rejime diklendikçe onlar beni içlerine çekip o potada eritmeye çalıştılar, milletvekili olmam için teklifler aldım, ama o sofraya hiçbir zaman oturmadım, oturmam da.

Ben de, anladım, sen en doğrusunu yaptın hep, şimdi de ne doğrusunu hedeflediğini hissediyorum dedim. O anda Ebu Hanife’nin bir sözü geldi aklıma, “sultan sofrasına oturan alimin fetvasına itibar edilmez”, bunu en iyi bilenlerdeniz, başka ne diyeyim, Allah yolunu açık etsin dedim.

“Adana Yolun Sonu…”

Serpil Hanım kahvaltıyı hazırlamıştı, çay mı içersiniz, süt mü diye sordu. Ercümend gülerek, “misafire kahve mi içersiniz, çay mı diye sormuşlar, o da çayı kahveden sonra içerim demiş gülerek. Ve sofraya oturuluyor, daha sonra rahatsızlık ve Serpil Hanım bir yanda kalp masajı yapıyor, bir yandan da bunu bize yapma Ercümend abi ne olur diye yalvarıyordu.

Elimden geldiğince yaşadıklarımı olduğu gibi anlatmaya çalıştım. Okuyanlardan aldığım Ercümend Özkan’ın zaafları yok muydu sorusuna cevap vermek için epey düşündüm. Yengem anlatıyor kitabın sonunda. Okuyucu haklıydı, ama ben zaten onun kişiliğini, karakterini, satır aralarına sıkıştırdığı cümlelerle tanıtmaya çalıştım. Mesela benim sık sık şikayet ettiğim öfkesini anlattım, ama bazen o öfkenin çok işe yaradığı yerler olduğunu da görmezden gelemedim. Bana göre zaaf olan öfke, ona göre gerekliydi.

Onu tarikatçılar kendi açılarından değerlendirdiler, gelenekçiler kendi açılarından değerlendirdiler, particiler kendi açılarından. O ise kendini Rabbinin kurallarına göre değerlendirmeye çalıştı hep. Bazılarına göre her ne kadar sünneti inkar eden adam yaftası ile yaftalansa da Peygamberin Aleyhissalatu Vesselam örnekliğini asla göz ardı etmedi. Peygamberin yaşadığı dönemin geleneksel adetlerini sünnet zannedenlere tepkisiydi, bu yaftalama öyleydi. Halbuki gerçek sünnet, Peygamberin hayatındaki Kur’an ile yaşanan dönüşümün adıydı ona göre. Hayatında takiye yapmamış bir Peygamber’in örnekliğini göz ardı edip, Kur’an’daki ilkeleri hiçe sayarak neyin mücadelesini verir bazıları anlaşılır gibi değil diyen Ercümend, kitleleri peşlerine hurafelerle takanların amaçlarının insanları gerçekten saptırmak olduğunu gayet iyi biliyordu.

İlk bir haftanın sonunda baba dostumuz Memduh amcanın, “babanın kitaplarından da koysak ya standa acaba nasıl olur” demesiyle, standı bana emanet eden arkadaşıma da danışıp izin istedik. İşaret’in sahibi İsmet Bey de onaylayınca kitaplar geldi ve ön saflarda yerini aldı. Her gün Diyanet’in görevlileri stantları ziyaret ediyorlar ve geçip bürolarına oturuyorlar. İlk günler sorunsuz geçiyordu kontroller ta ki babamın kitapları birden standın ön tarafında belirene kadar. Birkaç görevli vardı kontrol eden, onlardan biri kitapları fark edince hemen geri döndü ve bu kitapları derhal kaldırmamı istedi. Neden diye sorduğumda ise şu cevabı verdi: “Türkiye Cumhuriyeti var olduğu sürece Diyanet’in hiçbir kurumunda Ercümend Özkan’ın kitapları satılamaz, yasak.” Böyle bir yasak yok demeye çalışsam da kesinlikle dinletemedim.

O günden sonra bizim stant o görevli tarafından günde birkaç kez ziyaret edilmeye başlandı, ne onlar bizi ziyaret etmekten yoruldu ne ben babamın kitaplarını toplayıp dizmekten, ta ki fuar biten kadar dedi Elif.

Son birkaç cümle ile kendimi ifade edeyim.

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun, bu dinlenme servisinde yazdığım notlardan.

Ağabey, resmi ideolojinin sizinle uğraşması hayatınızın seyri içerisinde doğal bir durum, ama ya kendini Müslüman olarak isimlendirenlerin size karşı halleri. Sünnet düşmanlığınızdan meyhane işletmeciliğinize kadar hep bu Müslüman kitlenin suçlaması altında kaldınız hayatınız boyunca. Kul hakkının Allah katındaki neticesini sizden en azından helallik dilemeyenler düşünsünler diyor, kitlelere gerçek halinizle tanınmamanız için etten bir duvarla birlikte gerçek dışı tanımlamalarla engel olanları Allah’a havale ediyor, size olan saygımın haddi aşmadan devam edeceğine söz veriyorum.

Allah’ın rahmeti ve merhameti üzerinize olsun. Çok teşekkür ederim dinlediğiniz için.

TARIK ÖZKAN- Celal abi hem güldürdün, hem duygulandırdın, Allah razı olsun, sesine nefesine sağlık. Yani yaptığım seçmeler de, seçkiler de çok güzeldi, değerliydi. Aslında evet meselenin bir teorik tarafı var, hani Ercümend Özkan ne yapmaya çalışıyordu, nasıl yapmaya çalışıyordu, kendisi için, sonrakiler için yol-yöntem ne yapmaya çalışıyordu tarafı var. Diğer taraftan ise, bir de onun pratikteki karşılığı diyebileceğimiz, bizlerde de çok fazla anı var, annemiz “Hatırlarım” kitabında zaten pek çoğunu aktarıyor.

Mesela az önce Kürşad abinin söylediği şeyle alakalı, mesela benim yaşadığım küçük bir şey var. Bir gün, maddi durumu genel olarak çok iyi olmadı malum, o yine sıkıntılı olduğu günlerden bir tanesinde gene ben bu büroya gelmiştim. Aşağıda arabası dururdu, arabamıza bindik, eve doğru seyahat halindeyiz. Ben de üniversiteye yeni başladım o ara. Dedim ki baba bu okul işleri tamam ama bir an evvel geleyim katılayım. Ne yapabiliyorsam, ne katkı sunabiliyorsam hani seni şu dertlerinden biraz azat edelim dediğimde, dedi ki, senin fikri gelişimine engel olabilecek hiçbir şeye rıza göstermiyorum. Bu zorluklar geçer, onlar aşılır dedi, sen kendi fikrini oturtmaya bak.

Yani şimdi herhalde içinde yaşadığımız toplumda, ha şöyle çık gel bir an evvel, eve ekmek getirmeye başla, katkını vermeye başla, diyecek bir genel ortalama bir şey söz konusuyken, o, hayır, tam aksine, ne yap yap fikriyatını geliştir… Yine de hatta öyle bir şeyimiz de oldu, ben Rabbimin bana diploma sormayacağını, ahirette diploma ile mükellef olmadığımı söylediğimde, o, son derece net bir şekilde buna destek vermişti. Bu diploma almayalım ya da diploma düşmanlığı yapalım meselesi değil, ama neyi önceleyeceğimiz konusunda sürekli olarak bir gözden geçirmeye ihtiyacımız var. Onun varlığı bu açıdan bizleri de, eminim etrafındaki pek çoklarını da sürekli diri tutuyordu, dinç tutuyordu.

Şimdi evet abi, tekrar Allah razı olsun, nefesine sağlık. Mehmet Durmuş abimiz, Ercümend Özkan’ı etkin kılan neydi başlıklı kısmı inşallah… Ben bu arada bir ekleme daha yapıyım abi, sonda böyle bir soru-cevap bölümü de yapabiliriz çok şey yapmadan, onu başta belirtmedik ama, aklınızda bulunsun, böyle ufak tefek şeyler olursa onları da inşallah cevaplarız. Buyurun.

MEHMED DURMUŞ:

Allah’ın selamı üzerinize olsun. Şimdi benim konum, Ercümend Özkan’ı farklı ya da etkili kılan neydi, bunun üzerinde odaklanmaya çalıştım.

Gerçekten Ercümend Özkan olayı başlı başına bir tez konusu aslında, incelenmesi gereken, çalışılması gereken bir alan diye düşünüyorum. Arkadaşlarla, kardeşlerle Türkiye’nin değişik yerlerini ziyaret etmeye çalışıyoruz, kendi bulunduğumuz şehirde de birtakım insanlarla konuşuyoruz. Ercümend Özkan konusu geçtiği zaman, ben bugüne kadar Ercümend Özkan’ın aleyhinde konuşan, onu eleştiren bir adam rastlamadım.

Kendi hayattayken malumunuz herkes biliyor buradaki cemaat hemen hemen, işte sünnet düşmanı, hadis inkarcısı falan diye çokça eleştirilirdi, tasavvuf konusunda zaten çokça düşman edinmişti kendisi, yani insanlar tabii algılayamadıkları için. Ama buna rağmen vefatından sonra sanki Ercümend abinin mirası daha bir benimsenmiş gibime geliyor. Yani nereye ziyarete gittiysek hep hayırla andı insanlar. Kendim, bir sene zarfında işte oturduğumuz binada bir arkadaşla Kur’an sohbeti yapmaya çalışıyoruz, birkaç kişi vardı da işte herkes terk etti sohbeti, bir o kaldı. Bu arkadaş tarikatçı, Osman Nuri Topbaş grubuna ait birisi. Bir gün işte biz dergi çıkarıyoruz diye konu geçince, hangi dergi dedi, İktibas dedim. Ben İktibas’ı biliyorum, ben çok okumuştum. Ankara’da okumuş bir üniversitede burada, Ercümend abiyi de tanıyor, yanına gelmiş-gitmiş filan, ama adam şu anda tarikatçı. Buna rağmen dergiyi çok beğendiğini, çok keskin yayınlar yaptığını söyledi. Yani Ercümend Özkan bir kabul görmüş, düşünceleri, hareketi, İslam anlayışı, siyaseti kabul görmüş. İşte bunu farklı kılan neydi acaba diye biraz kafa yorayım istedim.

En önce şunu tespit etmek lazım: Ercümend Özkan’ın çok farklı bir kişilik yapısı vardı, yani yaratılıştan getirdiği özellikler vardı. Tabii Allah insanları farklı farklı yaratmış, her insan aynı değil, peygamberlerde bu özellikler daha belirgin. Allah Resulü Muhammed Aleyhissalatu Vesselam Mekkeli toplumun içinde birisi, ama diğer insanlar gibi değil, daha farklı birtakım yetenekleri var, yapıları var. Tabii ki sadece yetenekle olmuyor bu iş şüphesiz. Ercümend abi de böyle birisi, yani Anadolu’daki tabirle deli dolu bir insan, gözünü budaktan sakınmayan bir insan, cesur, atak; yani bunlar biraz yaratılışla alakalı diye düşünüyorum. Her şey tabi sonradan öğrenilip geliştirilecek gibi görünmüyor. Bunu bir kenara önce not etmek lazım diye düşünüyorum.

Bunun dışında, Ercümend abinin akide konusu, yani akideyi nasıl şekillendireceğiz, akidemiz nereye dayanacak? Akidenin tabii Kur’an’a dayanmasını istiyordu biliyorsunuz, akidenin Kur’an’a dayanması gerektiğini düşünüyordu, bunu yazıyordu, bunu konuşuyordu. Buradan da işte Kur’an İslam’ı diye bir konuya hareket ediyordu, konu oraya geliyordu haliyle, Kur’an İslam’ı.

Kur’an-Sünnet ilişkisi, hadislerle sünnet ilişkisi bu konularda oldukça özgün fikirler beyan etmişti. Arkadaşlar da söylediler, geçti sohbetlerde, mesela hadisle-sünnet konusunu bugün hala ilahiyat fakültelerinde insanlar ayırt edemiyorlar maalesef. Oralarda okutulan hadis derslerinde, sünnet hadisle eşitleniyor adeta, hadis eşittir sünnet gibi bir algı veriliyor. Dolayısıyla bir hadisi eleştirmek, hadis inkarcısı, aynı zamanda sünnet inkarcısına dönüşüyor. Halbuki Ercümend abi  -Tarık söylemişti az önce- hadis Resulullah’ın söylediği söz değildir Resulullah’ın söylediği söylenen sözler diye tanımlıyordu, yani zan içeriyor diyordu. Aslında bu hüküm, hadis usulü kitaplarının hemen hemen hepsinde var. Başta Tecrid-i Sarih tercümesinin usulle ilgili birinci cildi, Diyanet’in yayını, orada bu konu çok açık geçiyor. Yani hadis kitaplarındaki hadislerin hemen hemen tamamına yakını ahad haberdir, ahad haber de zan içermektedir, çünkü sonuçta tevatür derecesine ulaşmayan bir hadistir ahad hadis ve hadislerin tamamına yakınını oluşturuyor. Yani bu açıdan Ercümend abinin tespiti çok önemliydi, bu başta kendisine bir farklılık katıyordu, yani onu etkili kılan, farklı kılan hususlardan bir tanesi buydu.

Kur’an İslamı dedik, Kur’an İslamı derken de tabii ki bugün Kur’an bize yeter diyenlerin, Kur’an’dan başka hiçbir şey kabul etmeyen, Peygamber’i bile dışlayan, Peygamber’i sorgulayan kişilerin dediği gibi değildi onun Kur’an İslamı tabiri. Kaynağı Kur’an’da olan, Kur’an’ın Resulullah’a öğrettiği, Resulullah’ın Kur’an’la tebliğ ettiği İslam’dan bahsediyordu Ercümend abi.

Kur’an İslamı tabiri tabii yanlış anlaşılabiliyor. Yani Resulullah’ı devreden çıkartan, Resulullah’ı reddeden, inkar eden anlayışları Ercümend abinin Kur’an İslamı tabiri ile aynı sanıyorlar insanlar, ki bu çok tehlikeli bir anlayış gerçekten. Yani Kur’an İslamı sünneti dışlamıyor, tam tersine sünneti Kur’an’la bütünleştiriyor. Allah Resulünü bir postacı gibi gören anlayışa prim vermiyor, ama bunun yanında Kur’an’ı hayatına geçiren, kendisi yürüyen Kur’an olan bir Peygamber örnekliğini bize anlatıyor.

Öte yandan, Ercümend Özkan, ‘geleneği’ şiddetle sorguluyordu, geleneğin bir bütün halinde her şeyine teslim olmuyordu, geleneğin bir süzgeçten, elekten geçirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu anlamda gelenek düşmanı da değil Ercümend Özkan.

Buna bağlı olarak Tasavvufu reddediyordu, ki tasavvufu reddedişi köktendi, orada iyisi-kötüsü diye bir ayrım yapmıyordu. Tasavvufun İslam dışı kaynaklardan geldiğini ortaya koyuyor ve tasavvufun temel kitaplarından, belgelerinden hareketle tasavvufu bir ayrı din olarak nitelendiriyordu. Ben dünya çapında ve geçmişte, tarihten günümüze kadar ve şu anda da “Tasavvuf bir ayrı dindir” diyen ikinci bir insan görmedim; bir düşünür bir ilim adamı ne bileyim bir gazeteci, yazar, entelektüel, aydın artık ne derseniz adına, böyle bir Müslüman görmedik. Geçmişte İbni Teymiyye tasavvufu reddetmiş, tasavvufu eleştirmiş olarak biliniyor. İbni Teymiyye’nin eleştiriler getirdiği doğru ama o oranda kabul ettiğini gösteren sözleri de var, öyle yazıları da var. Yani İbni Teymiyye’nin tasavvufu reddedişi tasavvuf ayrı bir dindir ayarında bir reddediş değil. Dolayısıyla Ercümend Özkan’ı farklı kılan, aynı zamanda etkili kılan hususlardan bir tanesi de budur diye düşünüyorum.

Tabii bunun yanında, Modernizmi de reddediyordu Ercümend Özkan, yani sadece geleneği, geleneksel din anlayışını eleştirmiyor, modernizme de aynı oranda eleştirilerini yöneltiyordu. Hatta modernizm eleştirisi, geleneği eleştirisinden geri kalır değildi, daha sertti, daha şeditti.

Bu anlamda, başta demokrasi, laiklik olmak üzere; hümanizm, insan hakları gibi kavramları, çoğulculuk gibi kavramları Kur’an ışığında, Kur’an ayetleriyle çok güzel eleştiriyordu. Hatta insan hakları kavramının şirk olduğunu ben yazılarında hatırlıyorum. Şu anda sayfa, adres veremesem de yazılarında bunlar vardı.

Mesel, kendisi diyor ki; Nurculuk, Süleymancılık gibi grupların laiklikle bir sorunları yok. Şu anda hemen hemen bütün Müslüman grupların sorunları kalmadı, yani hiçbir İslami grubun laiklikle, demokrasiyle sorunu kalmadı sanki yani çok az kaldı. Fertler olarak mutlaka eleştirel yaklaşanlar vardır, gruplar halinde pek rastlamıyoruz desek yeridir.

Ercümend abinin bu eleştirilerini anlamak için ve Müslümanlardaki fikrin düzeyini, tırnak içinde düzey/düzeysizliğini aslında anlamak için Ahmet Altan’la yaptığı “Dinamit” programını aslında tekrar tekrar izlemek gerekiyor. Hem orada siyasi konulardaki bakışı, eleştirel duruş, hem de o gün Dinamit programında Ercümend Özkan’a şiddetle itiraz eden ve ağız birliğiyle onu adeta konuşturmamak için çabalayan insanların şu an nerelerde olduklarını çok iyi biliyoruz. O programda Recep Tayyip Erdoğan var, Bülent Arınç var, Hasan Hüseyin Ceylan var, Mehmet Metiner var, o güya Ercümend abinin yanına oturtulmuş İhsan Arslan’la beraber, ama yeri orası değil, yani karşı tarafa geçmesi gerekir idi, öyle bir yanlış olmuştu orada.

Ercümend Özkan’ın eleştirilerini güya reddediyorlar, kendileri farklı bir tez geliştiriyorlar ama o insanların bakış açıları aslında bugünleri orada ihbar ediyor, böyle günlerin geleceğini sanki orada haber veriyor, öncüsü bugünlerin habercisi. Türkiye’yi kucaklıyorlar arkadaşlar, o bahsettiğim isimler, bütün Müslümanları seviyorlarmış, Türk halkını çok seviyorlarmış, Türk halkındaki birtakım özelliklerden falan bahsediyorlar. İşte Mustafa Kemal hayatta olsaydı bizim partimize oy verirdi, Necmettin Erbakan’ın bu sözünü tefsir ve tevil ediyorlar. Ve orada Ercümend Özkan tek başına mesela Kafirun Suresi ile cevap veriyordu, yani Allah diyor böyle reddediyor, İslam’ın dışındaki, Müslümanların dışındaki yapıları, birtakım düşünce yapılarını böyle reddediyor. Allah, “De ki; ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmıyorum, siz de benim taptığıma tapmazsınız, tapmayacaksınız da.” Çok güzel, önemli bir eleştiri Kafirun Suresi bu anlamda, gerçekten çok önemli, çok büyük bir mesaj veriyor.

Şimdi Kafirun Suresini herkes biliyor, bütün Müslümanlar biliyorlar, namazlarda okuyorlar, ilahiyat fakültelerinde ezberletiliyor, ders olarak işleniyor, imam hatip liselerinde ders konusu yapılıyor. Ama önemli olan Kafirun Suresinden bu anlamı çıkarmak, yani Kafirun Suresi ile Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen bir sistemi, rejimi tartmak değerlendirmek. Yani bunu açıkçası tekfir ediyor Kafirun Suresi, Allah’a iman etmeyen, Allah’a ibadet etmeyen, Muhammed Aleyhisselam’ın taptığı Allah’a tapmayan yapıları tekfir ediyor.

Bunu yapabilmek, bunu bütün insanlara haykırmak, dünya kendisini izliyor, işte kameralar orada, stüdyoda konuşuluyor bu konu ve geleceğin cumhurbaşkanının, başbakanının, bakanlarının olduğu bir toplantıda bunu ortaya koymak gerçekten bir farktır işte değerli kardeşler. Yani Ercümend Özkan’ı farklı kılan hususlardan bir tanesi de budur diye düşünüyorum.

Geleneği eleştirirken diyor ki -orayı atlamayalım- Müslümanlar diyor geleneksel İslam’la, kafirlerin pençesine düşmüşler, hallerinden rahatsız olmuyorlar. Yani Müslümanlar bugün dünyanın değişik yerlerinde küresel siyonizmin, Amerika’nın, Avrupa’nın eğer ki pençesine düşmüşse, Gazze’de kardeşlerimiz, Müslümanlar, çocuklar, kadınlar kıtır kıtır kesilirken eğer ki İslam alemi hiçbir şey yapamıyorsa, işte bunun kökeninde demek ki geleneksel din anlayışında sorunu aramak gerekiyor, kendimizi sorgulamamız gerekiyor.

Ercümend abi sadece fikir üreten, sadece konuşan, yazan bir insan değildi, aynı zamanda düşünceleriyle yaşayan bir insandı. Yani konuştuklarını, inandığı şeyleri hayata geçiren bir Müslümandı, sözleriyle, kali ile hali uyuşuyordu, bir bütün halindeydi. Mesela diyor ki, İslam beş temel ibadetle sınırlandırılamaz. Ama bizim şu andaki din anlayışımız İslam beş temel esas üzerine kurulmuştur, zaten bir tanesi kelime-i şehadet ve kelime-i tevhit. Bu teorik oluyor bir anlamda, bunda bir sorun yok, Müslüman olan herkes bunu itiraf ediyor. Oruç yılda bir defa bir aylığına tutuluyor. Namaz işte beş defa, o biraz belki sabahları zahmet olabilir ama sonuçta namaz da kılınabiliyor. Zekata gelince Müslümanlar tabii milimetrik veya gramatik hesaplar yapıyorlar, nasıl etsem de mümkün mertebe zekat vermesem gibi adeta hesaplar yapılıyor. Gazze’yi örnek verecek olursak, Gazze’de insanlık ölüyor, bugüne kadar İsrail’in kurşunları ile ölüyordu, şimdi açlıktan ölmeye başladılar ama Müslümanların elleri ceplerine kolay kolay gitmiyor değerli kardeşler.

Şimdi peki, İslam bu kadar mı? Namazla ilgili, zekatla ilgili, oruçla ilgili… Oruç zaten Bakara Suresinde birkaç ayetten ibaret, yani o birkaç ayet düzenliyor oruçla ilgili konuları. Peki 600 sayfalık, 6 bin küsur ayet neden bahsediyor? Aslında Kur’an’ın genelinin bahsettiği dinin bel kemiği olan şeyi biz bugün terk etmişiz. Hani diyoruz ya işte Resul diyecek ya, Kur’an bunu bize bildiriyor, “ya Rabbi, benim kavmim Kur’an’ı terk edilmiş bıraktı, mehcur bıraktı benim kavmim Kur’an’ı” diyecek diyor ya, işte biz aslında Kur’an’ın cihat emrini mehcur bırakmışız ve bırakmaya devam ediyoruz. Yani İslam dünyası şu anda 200 yıldır, 300 yıldır, belki daha fazla da söylenebilir, Kur’an’ın bu bel kemiği, en önemli hayati konularını terk edilmiş bırakmış durumdayız Müslümanlar olarak, namazla, kandil geceleriyle, dualarla, zikirlerle kendimizi tatmin ediyoruz.

Zulmün ortadan kaldırılması gerekir diyor Ercümend Özkan, ama zulüm şirk ve küfürdür, Kur’an böyle tanımlıyor zulmü. Yani Gazzelileri öldürmek zulümdür, bir kadına, bir kız çocuğuna sen başını örtmeyeceksin, başını açacaksın okumak istiyorsan demek bir zulümdür. Ama asıl zulüm bu değil, asıl zulüm şirk ve küfürdür, böyle tanımlıyor Kur’an. Dolayısıyla zulmün ortadan kaldırılması demek, şirkin ve küfrün ortadan kaldırılması oluyor, bu da biz Müslümanları oturduğumuz yerde bu salonlarda bin sene de otursak, bu sohbetleri düzenlesek zulüm, şirk ve küfür kalkar mı ortadan? Kalkmayacak. Yürüyüşler yapsak, eylemler, pankartlar, sloganlar falan, zulüm bir milimetre bile yerinden kımıldamayacak. Öyleyse ne gerekiyor? Tabii ne gerektiğini hepimiz biliyoruz. Yani kalkıp Ashabı Kehf’in yaptığı gibi, Allah’ın orada buyurduğu gibi; “iz gamu diyor Kur’an, yani kalktılar, kıyam ettiler. Bizim mealler onu sadece yerinden kalkmak gibi anlatıyor, yerinden kalkmak değil, kıyam, yani zulüm, küfür ve şirk ancak kıyamla, Müslümanın hayata müdahale etmesiyle herhalde kalkabilir.

Sonra bedel ödemek; işte Ercümend Özkan bu bedeli ödeyenlerden bir tanesiydi, Allah rahmet eylesin, Allah ecrini versin, tabii o kendi üzerine düşeni yapmış.

Burada derdimiz şu değil değerli kardeşler: Ercümend Özkan’ı yüceltelim, büyütelim, burada genişletelim genişletelim, öyle bir Ercümend Özkan haleti ruhiyesiyle dağılıp gidelim, bu değildir. Vallahi ben adıma söylüyorum mesele bu değil. Mesele, buradan hareketle bu güzel Müslümanın örnekliğini hatırlamak. Tabii Resul bizim için, bütün müminler için üstevün hasane, güzel örnek. Ama işte insanlar şunu diyebiliyor hemen: Ya o peygamberdir ne yapalım, biz onun gibi olamayız ki, Allah’tan doğrudan vahiy alıyor. Çok doğru, o Resuldü, Nebiydi, Allah’tan vahiy alıyordu, Allah onu yanıldığı yerde düzeltiyordu, Allah teşvik ediyordu. Ama Ercümend Özkan gibi Müslümanlar da, tabii geçmişte Ebu Bekir gibi, Ömer gibi çok Müslümanlar geldi geçti, elbette İslam tarihi iftihar tabloları ile dolu gerçekten Allah için, ama her kul kendine yapmış ne yapmışsa. İnsanları sırf onun şahsını yüceltmek için konuşup anlatırsak bir şey yapmış olmayız, sadece Allah korusun şirke kapı aralarız belki. Ama onlardan hareketle biz de bunu yapmalıyız, biz de bunun gittiği yoldan gidebiliriz, aynı etkiyi biz de doğurabiliriz düşüncesi ile yaparsak o zaman işin rengi daha değişiyor.

Hani Akif’in bir şiiri var ya; “Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım, çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım”, yani Ercümend Özkan sanki bunu yapmış işte, adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım, aldırmış. Yani Ercümend Özkan’ın yırtındığı, didindiği, bazen üslubun çok sert abi dedikleri konuda, insanlar haklı olabilirler de, bunu işte dedirten bir gerekçe var, bir sebep var, yani ona bunu yaptıran, bazen onu hırçın gibi konuşturan, davranışlarına da bu yansıyabilir, onun bu gayesiydi. Yani aldırmak istiyordu, gözünü yummak kulağını kapatmak istemiyordu, istemeyenlerden birisiydi yani.

Ercümend abi tabii sadece dergide yazan, bir dergi yazan, belli işte hareketlerde bulunan bir insan değildi, aynı zamanda gerçekten orijinal fikirleri vardı bu Müslüman’ın. Hadisler konusunda örnek verdik, tasavvuf konusunda mesela, tasavvuf ayrı bir dindir demek için bir fikir lazım, tasavvufu bilmezi lazım insanın, Kur’an’ı bilmesi lazım. Tasavvufun Kur’an’a ve sünnete uymadığını bilip bunu söyleyebilmesi bilgiyle olur ancak. Ercümend abi diyordu ki, İslam’ı tebliğ etmek siyasettir, hakkı emretmek siyasettir, hac namaz da siyasettir diyordu, siyasete böyle bakıyordu. Yani İslam hayatının kendisi aslında bir siyaset. Biz de aslında o gözle bakarsak ibadetlerimiz birden, farklı bir anlam kazanacak.

İslamizasyon konusuyla şimdilik noktalayayım. İslamizasyonu, İslam’ı İslam’la engelleme politikası olarak tanımlıyordu, İslam’ı İslam’la engelleme. Az önce bahsettiğim Dinamit programındaki işte o konuşanlar İslamizsyondan yana oldukları, İslamizasyon safında durduklarını o gün göstermişlerdi, bugün de o çizgilere ihanet etmeden kendilerini formatlayan tabiri caizse iradeye bağlı kalarak, onlara sadakatini göstererek İslam’ı İslam’la engellemenin mücadelesini veriyorlar.

Teşekkür ediyorum.

TARIK ÖZKAN- Allah razı olsun abi, ağzına sağlık. Kürşad abi, bir 10 dakika kadar inşallah.. Buyurun abi.

KÜRŞAD ATALAR- Evet, şimdi Ercümend abinin “Selam İle” adlı kitabından bir bölümü okuyacağım, ama ondan önce şöyle bir şey söylemek isterim: Yine başta söylediklerimi destekleyeceğini umduğum bir anekdot. Biliyorsunuz Ali Şeriati okumaları yapıyorum ben epeydir, İran’a da 2 defa gittim, çağırdılar sempozyum vesilesiyle. Oradaki konulardan birisi, Ali Şeriati ideolog mudur, akademisyen midir? Şimdi sunumlar yapıldı tabii, havayı koklamaya çalışıyorum. Organizasyonu yapan bir sosyoloji enstitüsü, yani bilimsel akademi sayılabilecek bir yer. Çoğunluk akademisyen tarafına vurgu yapıyor, bir tanesi, zaten o devrimci tiplerin hani bir kıyafeti falan da olur ya, İran resimlerinden hatırlarsınız, öyle de gelmiş. Yani tamam sunum yapıyor, ama yok dedi, ona akademisyen denemez, ona ideolog demek lazım falan. Neyse, tartışma olunca ben de söz aldım, ben de fikrimi ifade edeyim dedim. Bana göre de dedim Ali Şeriati’ye akademisyen denilemez, ya nasıl işte doktorası var, Sorbonne’dan almış, Tahran Üniversitesi’nde ders veriyor falan-filan, adamların dedikleri de yanlış değil, o kritere de uyuyor. Orada dedim ki kriter ama şudur: Zaten kitaplarının aşağı yukarı hepsinde ideoloji kavramını olumlu kullanıyor, ama şu anlamda, kişiden imanının gereğini yapmasını isteyen bir şeydir ideoloji, yani cihat gerektirir ideoloji olması için, Marksizm’i örnek veriyor, İslam’ı örnek veriyor falan. Marksistlerin de az mı, yani onların da 70-100 yıllık tarihlerinde kendilerine göre, tırnak içi tanıklık yapan adamları var, yani ona inanmış kişileri var.

Dedim ki burada kriter şudur: Akademisyenliğin kriteri, tarafsız olmaktır, yani bir konuda fikir beyan ediyorsa bu şudur diye ortaya koyar, her boyutuyla ortaya koyar. Ama şunu tercih edin ey millet, bunun peşinden gidin demez. Ali Şeriati’nin hayatı taraf olmakla geçmiş, adam İran’da çektikleri belli, zaten vefatında nasıl olduğu belli. Eşine göre SAVAK zehirledi diyor. Zaten İran’da barınamadığı için Londra’ya kaçmak zorunda kaldı, orada SAVAK zehirledi diyor Pouran Hanım. Ben dedim bana göre kesinlikle ideologdur, Ali Şeriati akademisyen değildir. Yanımızda da Pouran Hanım oturuyor yenge, o da geldi sonradan dahil oldu. Valla dedim tartışıp duruyoruz, kendisine bir sözü verelim dedim ben, sözü ona attım. Ayağa kalktı, şöyle tabii ben tercümeden şey yapıyorum, tam anlayamıyorum, ama sonra organizasyonu yapan kişiden teyit ettim. Dedi ki; akademisyen de bir yönüyle denebilir, ideolog da denebilir, ama Ali Şeriati’yi tarif edecek kelime –üç defa tekrarladı- ihlas, ihlas, ihlas.

Şimdi böyle olunca ya entelektüel boyutu mu şudur, yok bilmem amel boyutu mu budur, orada bir şey diyemedik artık yani hepimiz o son söz gibi bir şey oldu. Ama ben sonradan devam ettirdim kendi içimden, bu ihlas onda öyle de yanındakinde niye o kadar değil? Ercümend abi işte Mehmet söyledi ya, amel boyutu, onda var da bizde niye yok o kadar, bunun izahı olması lazım. İmanı güçlü, tamam, niye güçlü, bende iman yok mu? Bende de var. Ondaki gücü sağlayan ne? Ben buna ilim diyorum. Mesela hurafe, bir sürü tarikat cemaat var, adam ölümüne koşuyor. Yani tarikatın başındaki adam şunu yap desin uçarak gidiyor. İman, amel de doğuruyor, ama sadece bilgiye dayalı değil yanlış bilgiye, kandırılmaya da dayalı. İmanın nesi değerli İslam’a göre? İlime dayalı olanı değerli. Yani Kur’an’daki ana mesajlardan birisi, Allah’tan mesela âlimler hakkıyla korkar ayeti. Niye başka bir sınıf değil, niye hükümdarlar değil mesela?

Dünya tarihine bakın hükümdarlar tarihidir, yok İskender gelmiş, yok Cengiz şunu yapmış, onları bile hükümdarlık şeyiyle değerlendiriyorlar da, tarihte adları onun için geçiyor güya. Şimdi İslam’a göre bu noktada zaafınız varsa zaten mesela öyle olmasa beşeri bilgi elde etme yöntemlerini kullanarak Kur’an’da veya önceki vahiylerde var olan bir sürü konuyu nasıl bilebileceksin, başka kaynağın yok, ancak o gelirse. İşte melekti, cindi, ölümden sonra hayattı, bunlar gerçek değil mi bizim inancıma göze, bunlar inanç konusu mu, inanırsan var olan, inanmazsan var olmayan konular mı? Bunlar gerçek, Kur’an bunlara hak diyor. Hangi sure, Zariyat Suresi 22-24 açın okuyun. Bunlara hak diyor, size vaat edilen o cennet cehennem, orijinal ifadeyi şu anda şey yapamadım ama, sizin diyor aranızda konuştuğunuz şeyler kadar hak. Aranızda konuştuğunuz şeyler nedir -iki tür yorumu var da o ifadenin- şu masa, şu somut şeyler, yani şu gördüğün şey, olmayan şey hakkında ne deriz, ya hiç deriz ya da olmayan şey deriz, bir daha üzerinde konuşabilir miyiz? Konuştuğumuz şeyler somuttur. Ayet bize ne diyor; cennet cehennem, bunlar kadar gerçektir. Şimdi bir Müslüman neye inanacak o zaman, bu hak, bu bilgiyi ben nerede elde edeceğim, laboratuvar mı bana söyleyecek, bu bir bilgi.

Şimdi buradan hareketle bütün Kur’an’da yer alan şeyler bilgidir diyoruz öncelikle, onlar olmasa sapıtabiliriz çok rahat. Yani son yüzyılda işte Marksizm nasıl oluyor da geliyor 70 sene, 100 sene insanların akıllarını bir yöne doğru şey yapıyor? Hani Ercümend abinin dediği gibi; kuzu postuna bürünmüş kurt, o posta bürününce ben biçare insan ne yapacağım, onu kuzu diyebileceğim yani. O postun içini görebilme meselesi, göremediğin sürece onu öyle bilirsin. O yüzden Ercümend abinin veya Ali Şeriati’nin veya benzeri tarihimizde şükür ki çok böyle isimler var, gerçekten medarı iftiharımız, yani onu teyit etmemiz ve haklarını teslim etmemiz lazım. Bence buraları sağlam olduğu için, mesela en net örnek peygamberdir bu konuda. Peygamber, bildiği konusunda şüphe sahibi olabilir mi? Olamazsa, en zor işi mesela sana bana söyle, biz hadi korktuk diyelim yapamadık. Ercümend abim mesela hiç korkmadan oralara yaklaşmış ki adam hiç umurunda değil, yani çoluk çocuğa ne olacak falan herkesin düşündüğü şeyler. Biz de insanız, o da insan, o da düşünüyor, biz de düşünüyoruz öyle değil mi? Onu ne yapabiliyor, burada bizim de deneyimlerimiz var, şimdi Celal abinin bize pratik örneklerini gösterdiği gibi, parti toplantılarından birinde, ağacın dibinde, değil mi, neyden korkacağız fareden mi, aslandan mı örneği çok güzel bir örnektir. Yaşanmış, tanıkları da var. Şimdi Allah’tan daha çok korkunca ne yapması gerektiği konusunda da ne yapacağını bilirse o zaman onu yapıyor.

Dolayısıyla burada ben şöyle düşünüyorum, işte bu savrulma meselelerini falan da öyle izah etmeye çalışıyorum: Savrulan bir adamın, istersen 50 sene İslamcılık yaptığını biz hepimiz duyalım, başından beri taşıdığı bir şüphesi vardır o konuda eğer samimiyse. Samimi olmayıp da ajanlık-majanlık yapanlar, onun izahı basit. Adam samimi, baştan beri bir şey yapıyor, ama hep kafasında şüphe taşıyor, netleşmemiş yani. Netleşmeyince karşıt bir rüzgârla karşılaşınca ne yapıyor, dayanamıyor. Bir peygamberin savrulduğunun hiç Kur’an’da örneği var mıdır savrulmuştur diye? Öyle bir örnek bilmiyoruz değil mi, yani şüpheye düşmüştür falan diye bir şey var mı? Peygamberimizle ilgili ne söyleniyor; ilk Cebrail geldiği zaman acaba ben delirdim mi, bana bir haller mi oldu, yoksa bu Cebrail mi diye Hazreti Hatice orada devreye giriyor, Varaka’ya götürüyor. O da gayet beşeri bir şey, bana da olsa ben bir hayal mi gördüm falan diyebilirim başta. Onun dışında peygamberimizin şüphesi falan var mı? Şüphe etmeyen adam da her şeyi bile bile yapar.

Şimdi Ali Şeriati bu konuda bizim çağımızda iyi örneklerden birisi. Diyor ki; İslam bilgisi kocaman bir alan, hadisi var, tefsiri var, şusu var busu var, öğren öğren yetmez diyor. Biz şu anda şu dönemde yaşıyoruz diyoruz.

Mesela İkbal’le Afgani’ye diyor ki savunma döneminin insanları, ben saldırı döneminin insanıyım diyor, bir tespit yapıyor. Saldırı ne demek? Fikren saldırı, yani moderniteye biz artık saldırıya başladık diyor. Bak bu büyük bir değerlendirme analizin sonunda söylenecek bir laf. Yanılabilir. Hala devam ediyor denilebilir ama adam bu değerlendirmeyi yapmış, gerçek hali. Kesinlikle bu değerlendirmeyi yapmazsan Afgani ve Abduhlar döneminde hissedersen kendini, mecburen ne yaparsın, bütün İslam hakkında anlattıkların… Ama ey modernler işte bilim sizde, şu bu, akılcılık falan, bizim İslam da, yani o kritere vurduğun zaman az çok uyar dersin, bu savunmacı söylem. Zaten o dönem 50-60 küsur senelik bir dönemdir veya 70 diyelim, aşağı-yukarı bizim Türkiye’deki İslamcılar da öyle, Sait Halim Paşasından tut Mehmet Akif’ine varıncaya kadar, hepsi savunma pozisyonunda. İyi, ama en iyi demokrasi Osmanlı’da vardı diyor Sait Halim Paşa, dönemin en entelektüel İslamcısı.

Yani şimdi saldırıya geçtiysek ne yapacağız, ona göre çalışmalarımızı yapacağız. Ben İktibas’ta mesela Mehmet de söyledi, moderniteyle ilgili bölümün olması da benim argümanım diyeyim, destekleyici bir şeydir. Başka bir İslami dergide niye bu kadar kavram yok? Yarısı aşağı-yukarı İslami kavramlar cihat, rabbani metot filan, yarısı da modernizm akımları. Ne diye, sebebi ne bunun? Çünkü kafaları karıştırıyor o kavramlar. Sen buna dönük bir tespit yapıp buna yönelmezsen, hayal âleminde yaşarsın. Anlattığın İslam ne olur, falanca cemaatin, tarikatın anlattığı İslam ile çok farklı olmaz.

Ercümend abinin o bölümünü isterseniz okuyayım, vaktim dolduysa bırakayım. Benim sitede de alıntıladığım bir bölüm, Selam İle 1’de bir bölüm, konu da şu: Akıllı olmak nedir, akıllanmak nasıl olur? Başka akıllardan istifadeyle olur diyor özetle, çok okuyacaksınız diyor. Hani İbni Teymiyye örneğini veriyorum ya saçını bağlıyor gece, uyku bastırıp da uyumayayım çok okuyayım diye. Aşağı-yukarı aynı şeyleri söylüyor İbni Teymiyye, bunu yapmadığınız sürece diyor ve başta da söylediğim gibi bizim her dediğimizi de almayın, bir kritik edin, tartışalım falan diyor. Ondan sonra böyle böyle gelişirsiniz diyor. Ercümend abi de bunu söylüyor, Ali Şeriati de söylemiş, işi bilen herkes zaten böyle söyler, başka türlü bana göre söylenebilecek bir söz olabilemez.

Nasıl var, onu da söyleyip bitireyim. Kur’an bize yeter, Kur’an bize yeter elbette ki ama ne anlamda yeter? Şimdi Mehmet az önce dedi ya ayette kıyam diyor. Kıyam ama bundan ne anlayacağım? Adam sokağa çıkıp bağırıp çağırmayı anlıyor kıyamı. Ercümend abi ne diyor? İslami parti kuracaksın. Sokağa çıkmakla İslami parti kurmak aynı şey mi? İkisi de kıyam tamam yerine göre, hangisi kıyam ama asli kıyam? Birinde adam hayatını ortaya koyuyor. Sokağa koyan ise, yan sokağa saparım diyor polis gelince, kurtulurum diyor, yani kıyam öyle mi olur?

Dolayısıyla onu da sık-sık söylüyorum; Ercümend abimin İslami parti teşebbüsü, bilen bunu anlar. Dönemindeki cesurluk konularını söyleyeceğim de fazlalık oluyor, söylemeye de gerek yok da, hem orijinal, hem de bu hani kıyam ettik, şöyle yaptık, en tehlikelisiydi falan… Bak söylüyorum, partiyi kursaydı, -gerçi Özal’ın o yarattığı havadan belki şey olur diyerek ama kapatılacağı yüzde 99 falan zaten diyordu- partiyi kursaydı, bunu gören mevcut sistemin sahipleri, laik sistemin, kardeşim böyle parti mi olur diyeceklerdi, iki kere iki dört yani. Peki böyle parti mi olur’u anladık, sen bunu niye millete deklare ediyorsun diyecekti. Sokaktaki adam ne deklare ediyor abi? Bir iki bağırıp çağırıyor, polis de biliyor ki ondan sonra adam evine çekip gidecek, herkes sağ salim. Sen ise bunu belge haline getiriyorsun. Sen yapamazsan başkası yapar. Bunlar ne oluyor, işin şeyini arttırıyor. Şimdi ondan sonra da işte böyle olduğu için benzerini kimse cesaret edebildi mi, yapabildi mi? Düşünenler var ben biliyorum, İstanbul’da mesela bazı gruplar tartıştılar konuyu da, olur mu olmaz mı falan diye 4-5 sene tartışıldı konu.

Bir de şöyle: Kardeşim, sende Müslümanları Türkiye’de temsil edecek bir kariyer var mı? Biraz da budan yapılamıyor. Kariyer neyle elde ediliyor? İlimle. Başta o olur. Sonra amel. Sen bakıyorsun bizim grubun lideri, anladık tamam Allah razı olsun, öbür grubun da lideri var, berikisinin de var. Her lider kendine çağırırsa Türkiye’de İslam’ı kim İslam adına savunacak? Burada bir kariyer olacak. Ercümend abinin o konudaki kariyerine -toplantılara katılanlar var- biliyordunuz, kimse bir şey diyebildi mi, abi bunu sen hak etmiyorsun ben hak ediyorum diyen olabildi mi? Olamadı. Ne dediler, bu demokrat parti dediler, geç onu, öyle bir şey zaten yok. İslami hareketin biriktirdiklerini sen kendi lehine çaktırmadan, biz biriktirdik, sen kullan. Ya biriktirdiysen? Millet bunu görür kardeşim. Senin biriktirdiğin de belli, onun da belli.

Dolayısıyla Ercümend abinin öyle bir şeyi vardı, yani o işi o dönemde yapabilecek kim vardı dersen, bilmiyorum başka adam var mıydı, birkaç kişi daha sayılabilir belki de, hak etme anlamında. Şimdi bak buna rağmen ben ne diyorum İslami partiye yönelik, bugünkü düşüncenin okullaşması bağlamında, soru işaretleri koyuyorum. Çünkü diyorum ilmi yapı şu düzeye gelmedikçe, yapılacak her siyasi veya örgütsel deneyimde eksik veya kusur olacaktır. Ercümend abi zaten biz yaptık her şeyi bitti diye hiçbir zaman demedi, belli faydaları gözetiyordu, o şekilde faydaları olabilirdi. Ama Türkiye’de İslami parti veya İslami cemaat diyelim, Müslümanları temsilen ortaya çıkacaksa mutlaka ilmi kriter açısından yeterli, yetkin olması gerekir ve bunu toplumun teslim etmesi gerekir. Ben iddia olarak onu koyup ortaya çıkarsam olmaz, toplum tespit edecek, yani kredi verecek ona. Böyle bir durum var mı şu anda Türkiye’de? Bilmiyorum, varsa yapılması lazım, yoksa ona doğru çalışmaktır farzı ayn olan her Müslüman için.

Teşekkür ediyorum tekrar.

TARIK ÖZKAN- Evet, inşallah önümüzdeki şeylerde de bunları konuşuyor olacağız. Ağabey, Allah razı olsun. Nefesine sağlık, fikrine sağlık. Mehmet abi…

MEHMED DURMUŞ- Ercümend Özkan’ı farklı yapan, onun özgün taraflarından 1-2 örnek daha vereyim, çok uzatmayalım. Burada az önce sohbetimizde zikredildi bu konu, mahkemede yargılandığı esnada savunmasını yaparken bana 100 senelik ceza verseniz, Allah da 101 sene ömür verse bana, cezaevinden çıkınca o kalan 1 senede yine işte bu laik demokratik rejimi yıkıp yerine İslam devletini kurmak için çalışacağım demesi gerçekten çok büyük bir olay, büyük bir cesaret ve büyük bir istikrar. Kendi inancında, davasında insanın istikrarlı olması, yani argo tabiriyle çark etmemesi fevkalade önemli diye düşünüyorum.

Bu anlamda Celal abimin sözlerinde de geçti zannediyorum, avukat Ali Oğuz muydu, geliyor işte savunmasını üstlenmek istiyor. Diyor ki, eğer benim söylediklerimin aynısını tekrar edip ben de bunu tasdik ediyorum, doğru bu dersen olabilir diyor. Gerçekten bu insan artık kendini adamış bu davaya, bunun başka izahı yok. Adamış, davasında kendini yok etmiş adeta. Her ne gelirse bu yüzden baş göz üstüne, dolayısıyla bu insan işte herhalde farklı olacak, sözleri, yaşam biçimi etkili olacak.

Mesela şu boyutu çok önemsiyorum ben: Ercümend abi, kendi kültürüne ait birtakım deyimleri, kelime ve sözcükleri, kavramları, deyişleri, atasözü gibi temsilleri vesaire çok iyi kullanıyordu yerli yerince. İslami davada herhangi bir konu izah etmek için onları getirip işte örneklendiriyordu, içini dolduruyordu bunların. Mesela bunlardan bir tanesi, çok mükemmel bir kavram kavramlaştırma hakikaten: Kavurgalaşmak. Anadolu hep bilir kavurgayı. Çok güzel bir tespit, bir kamyon dolusu buğdayın olsa diyor, ama içini buğday biti yemişse, bir kepek haline gelmişse bu bir şey ifade etmiyor diyor, 1 kamyon değil 10 kamyon da olsa sonuçta kepek. Şimdi Müslümanların sonuç doğurmayan, etki doğurmayan davranışlarını, sözlerini buna benzetiyordu.

Av hayvanının içini boşaltıp saman dolduruyorlar, Anadolu’da bu da çok yaygındı eskiden, şimdi pek bilmiyorum ben rastlamıyorum da. Yine işte bir kısım Müslümanları böyle eleştiriyordu. Kendisi burada İktibas bürosunda oturup, insanlar gelip beni keşfetsin, bendeki kerametleri görsünler, sonra beni anlatsınlar diye beklemiyordu, bilakis insanların ayağına gidiyordu. Türkiye’nin herhalde gitmediği tarafı kalmamış. Bizlere diyordu, çağırın neredeyseniz gelirim, orada konuşuruz. Sonra işte maddi olarak İktibas benim yan giderim diyordu, bunu hepimiz biliriz, herkes duymuştur bu sözü. Ama önemli olan işte bizlerin de, yani onu seven, onun düşüncesini doğru bulan, hareket tarzını doğru bulan Müslümanların da davasıyla ilgili harcamalarını yan gider olarak görmesi. Yani bu Müslüman davasından geçim sağlamıyor, tam tersine geçimi davası uğrunda yansıyor. Dolayısıyla böyle bir Müslüman herhalde farklı olacaktı. Allah rahmet eylesin kendisine. Onların arkasından yer eden, daha güçlü, dava cevval, Kürşad’ın anlattığı şekilde daha ilim sahibi insanları, Müslümanları çok etsin Rabbimiz inşallah. Teşekkür ediyorum tekrar.

TARIK ÖZKAN- Amin. Allah razı olsun abi, senin de nefesine sağlık. Evet, artık kapanış kısmına geldik, 2 saati de devirmişiz.

KÜRŞAD ATALAR- Tarık, bir şey isteyebilir miyim?

TARIK ÖZKAN- Buyur abi.

KÜRŞAD ATALAR- Ağabey İran’da yaptık Ali Şeriati için, burada da yapalım. Yengeye söz verelim.

TARIK ÖZKAN- Mikrofonu zaten verecektik, plan dahilindeydi.

KÜRŞAD ATALAR- Sizce Ercümend Özkan nasıl birisidir diye soru, aynı soruyu soralım.

MUKADDES ÖZKAN- İnat olması belki, inatlık iyi bir şey değil ama onda gerçekten bu işte inat etmesini sağladı. Gözünü budaktan sakınmayan bir insandı, doğru bildiğini her yerde, başıma iş açılır mı açılmaz mı demeden, çekinmeden söylerdi. Ben mesela pek çok televizyon programına çıktıktan sonra tamam diyordum artık bunu emniyette ararız. Her evden çıkışında gelişi biraz gecikti mi ben herhalde emniyette arayacağız diye düşünürdüm, ama o bundan hiç rahatsız olmadı. Bir tek bana şunu söylerdi: Şunu bil ki, Allah’ın dilediğinden fazlası bana isabet etmez. Yüreği de çok merhamet doluydu. Gerektiğinde de o merhametini görürdüm. Mesela Japonya’da olan bir depremde insanların halini görüp de gözlerinin dolduğunu, orası Japonya dediğimde, onlar da insan hanım dediğini, Isparta’da kendine 1 hafta o betonun üstünde ceza çektiren, en sonunda da mahkeme sonucunda bir sürü ceza veren savcının -biz o son mahkemeden sonra dönüyoruz- savcının ayağının kesileceğini duydu ve çok üzüldü. Giderken hastanenin önünde durdu. Nereye gidiyorsun dedim, dedi savcıyı ziyarete. Gitti, savcı tabii onu görünce büyük bir şok geçirmiş. Geçmiş olsun, acil şifalar diledi. Böyle bir yanı da vardı, insani yanı da çok güçlüydü. Allah yolunda çabaladı, Rabbime o yoldan kavuştu, Allah rahmet eylesin. Allah hepimize de inşallah bu gayreti nasip etsin.

TARIK ÖZKAN- Ama şöyle bir ayrıntı da var: Şimdi hakikaten yanında bulunduğum zamanlarda da buna şahit oldum, hakikaten muhatabı kim olursa olsun, yani o an kendisini sorguya çeken polis ya da belki eziyet eden, işkence eden adam, ona bile bir şey anlatmanın derdinde. Çünkü belli mi olur diyor, belki o an onu orada görür, hisseder, anlar ve bir bakarsın ki sen bir Allah’ın kulunu daha şey yapmışsın. Dolayısıyla o gayret, işte az önce Kürşad abinin dediği gibi, bir şeyi biliyor, bir şeyden emin, hani hep derdi; iman etmek, emin olmak demek. Bir şeyden emin olmuş ki bütün her şeye rağmen, bütün zorluklara ya da engebelere rağmen o hedeften sapmıyor.

TURAN KAFKASYALI- Bir anımızı anlatabilir miyim, olmaz mı? Çok kısa bir anı.

TARIK ÖZKAN- Evet abi, anlatın.

TURAN KAFKASYALI- İsmim Turan Kafkasyalı, ben de Ercümend abiyi 83 yıllarında abim vasıtasıyla tanıdım. Tabii çok istifade edemediğim için hep hayıflanmışımdır. İşim gereği devamlı yanında bulunamıyordum, ama kışın işim zayıfladığı için geliyordum işte dergide ne kadar yardımcı olabilirim diye. Bir gün akşam eve gidiyoruz, ben de Etlik’te oturduğum için beraber diyoruz. Turan dedi, dün arabanın lastiğini yukarı lastikçiye verdim dedi, bir gidip onu alalım dedi. Olur abi alalım dedim. Tabii ben de bu ara hafriyat ve nakliye işleriyle uğraşıyorum, o araçlarla ilgili yedek parça falan da yaptığım için ilgim var. Gittik oradaki lastikçiye, ondan sonra girdi içeriye selamün aleyküm, aleyküm selam. Dün buraya lastik bıraktım onu alayım dedi. Tabii lastikçinin de işi yoğun, şey yapmadı, dedi ki ben almadım bilmiyorum falan. Ne demek dedi bilmiyorum, burası dükkân değil mi, senin bilmen mi gerekiyor, dün birisi aldı. Verin lastiğimi dedi. Ben de şimdi lastikçiyi tanıyorum, çok özür diliyorum tırnak içinde söylüyorum çakal tipli biri. Ben de Ercümend abime, abi yarın alalım diyorum. Ya sen bir dur ya diyor. Biraz daha mevzu uzayınca dedim bir daha gelelim. Neyse ondan sonra baktılar iş ciddi, lastiği alıp geldi adamlar. Ondan sonra içeri girdik, ya dedi sen ne durmadan şey yaptın? Abi dedim ben tanıyorum onları seni rencide ederler, bir şey söylerler. Ya dedi sen beni tanımıyorsun herhalde, ben boks yaptım, onların dördünü birden yere sererim dedi. Öyle bir anım vardı anlatmak istedim.

TARIK ÖZKAN- Hakikaten, işte o kararlılığın, doğru ne ise onun orada hepsinin göstergelerinden bir tanesi. Böyle nice bizim sonradan öğrendiğimiz, gerçi ben dinlemiştim, belki ailedekiler bile ilk defa duyuyorlar. Evet, bunu kayıt olarak Youtube’a ekleyeceğiz inşallah. Metin olarak da ben deşifrelerini iktibasdergisi.com’a koyacağız.

Vakit ayırıp geldiniz, ayaklarınıza sağlık, Allah razı olsun, çok teşekkürler. İnşallah faydalı olmuştur. Evet, kapanışı yapalım artık, Allah razı olsun tekrar.

—– / —–

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *