İstibdad

İstibdad

II. Meşrutiyetin ilanından sonra yapılan istibdad ve müstebid tanımlamalarının, tamamen II. Abdülhamid ile özdeşleştirilerek yapıldığı gözlemlenmektedir. Fakat İttihad ve Terakki’nin uyguladığı politikalar sonucunda, istibdad tanımı değişmese de müstebid değişmiştir.

Yakup Döğer

Osmanlı modernleşmesi ile birlikte, hemen her alanda kaçınılmaz değişimler ortaya çıkmış, bu değişimlerle birlikte, yaşanan konjonktürel duruma göre de birçok kavram yukarı doğru çekilmiş, güncelleştirilmiş, yeniden yorumlanmıştır. Bu kavramların en başında gelenlerden birinin de “İstibdat” kavramı olduğu tartışmadan uzaktır.

İstibdad kavramının tam karşısında ise, “meşveret, hürriyet ve müsavat” kavramları yer alır. Bu kavram dizini içinde yer alan hürriyet kavramı ilerleyen süreç içerisinde, sürekli değişen yorumlara maruz kalmış, İslamcıların hürriyet telakkileri içtimai yapının dönüşümüyle birlikte farklı bir seyir izlemiştir.(1) 

II. Meşrutiyetin ilanından sonraki süreçte, istibdad kavramı da, anlam olarak aynı kalmaya devam etse de müstebidler değişmiştir. II. Abdülhamid’e karşı içeride ve dışarıda yükselen muhalefet, istibdad kavramını Abdülhamid ile özdeşleştirir iken, meşveret, hürriyet ve müsavat kavramlarını da İttihat ve Terakki ile özdeşleştirmiştir. 

Abülhamid tam bir müstebiddir(2) ve Abdülhamid devri münker devridir.(3) Bütün memleket Abdülhamid’in kanlı pençelerinin zulmü altında, istibdad idaresinde esir kalmıştır.(4) Bu müstebidin karşısında ise, “Hürriyet Kahramanları” olarak İttihat ve Terakki yer almaktadır. Dönemin İslamcıları nazarında İttihat ve Terakki, zulmü kaldırmak, istibdadı sonlandırmak için, çoluk çocuğunu terk ederek gece gündüz durmadan çalışmış, Allah’ın inayetine iltica ederek mücadele etmiştir.(5) Aslında bu işi ulema sınıfı yapmalıydı, lakin ulema istibdada karşı mücadele etmeye cesaret edemediğinden, istibdada baş kaldıran İttihat ve Terakki’ye mahcubiyetle özür ve teşekkür borçludur. Bu özrü ve teşekkürü ulema namına Mustafa Sabri Efendi yerine getirir.(6)

II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte kurulan yeni düzende her alanda bir rahatlama olduğu gibi matbuat alanında da rahatlama olmuş, her fikir ve görüşten neşriyat çıkmaya başlamıştır. İslami basın da bu dönemle birlikte kendisini göstermiştir. İslami basın mensubu ulema sınıfı, yaptıkları neşriyatla, kurulan yeni düzeni meşrulaştırma, halkı ısındırmaya çalışma hususunda azami gayret gösterir. Medrese talebelerine, memleketlerine gittiklerinde, istibdad ile meşrutiyet arasındaki büyük farka vicdanen kanaat getiremeyen avamın fikirlerini değiştirmeleri söylenir.(7)

Dönemin ruhuna uygun, öne çıkan kavramlar, İttihatçılar tarafından ulema sınıfının kucağına bırakılır ve yeniden yorumlanması istenir. Ulema sınıfı da buna hazırdır. İstibdad kavramı da İslami basında ele alınır ve tanımlanır. 

İstibdadın tanımı

Ulema sınıfının yaptığı tanıma göre istibdad lügatte, istişarenin şart olduğu yerde, insanın kendi reyi ile hareket etmesine, siyasi ıstılahta ise bir şahsın veya cemaatin, milletin hukukunu muhafaza, ümmetin ortak meselelerini ve memlekette bulunan reayayı hatır ve hayale getirmeyerek, keyfi tasarrufta bulunması demektir. Beşeriyeti, saygın ve muhterem yerinden alaşağı edip, hayvanlar derecesine indiren sebepleri ortaya çıkaran amil, istibdaddır.(8)

İskilipli Atıf Efendi de hemen aynı tanımı yapar. İskilipli’ye göre istibdad lügatte, istişare edilmesi layık olan şeyleri, bir şahsın kendi reyi ve idaresine kasretmek demektir. Siyasi ıstılahta ise istibdad, bir şahıs veya bir grubun idareyi ele geçirip kendi keyif ve arzularına göre yöneterek diğer insanların hukukuna saygı göstermemesidir.(9) 

Hüseyin Hazım istibdadın karşısına şer’i şerifin muhafaza edilmesini, muhterem hukuku, müşterek hissi ve tabi hayatı koyar.(10) 

Birbiriyle aynilik gösteren tanımlarda istibdad, genel olarak meşveret ve hürriyetin karşıtı olarak tanımlanır. Meşveret ve hürriyet kavramları, dönem itibarıyla, yeni düzenin kurucu kavramları arasında yer almaktadır. Bu yüzden gerek meşveret kavramı gerekse hürriyet kavramı çok yoğun bir şekilde ve olumlu manada yukarı çekilirken, istibdad kavramı da Abdülhamid’in şahsıyla özdeşleştirilerek aşağı itilir.

İstibdad-ı Dini, İstibdad-ı Siyasi

Hüseyin Hazım istibdadı, “İstibdad-ı Dini” ve “İstibdad-ı Siyasi” olarak ikiye ayırır. Ve bu iki istibdad türüne dair Avrupalı düşünürlerin fikirlerini izah eder.(11) Dini alandaki istibdad, bir zümrenin şahsi menfaat için dini alanda söz sahibi olmaları ve bu alanda kendilerinden başka kimseye söz hakkı tanımamalarıdır. Siyasi alandaki istibdad da böyle kurgulanmıştır. Siyasi alanda söz sahibi olanlar, bütün insanları, kendi işlerini kendileri göremeyecek kadar aciz olarak görür ve kendilerine muhtaç olduklarını düşünür. Kendilerince kurguladıkları bu düşünce içerisinde, tebaasına kahreder ve onları zelil kılar.(12) 

Hüseyin Hazım’ın ifadeleri dikkat çekicidir ve bu hususta itikadı ifsat eden sorunlara işaret etmektedir. Müellifin ifadelerini özetleyecek olursak; dini ve siyasi istibdad sahipleri gerekli tazim ve saygıyı görmek, yaptıklarının eleştirilmemesi ve eleştirilmesinin önüne geçmek için azami çaba gösterirler. Cahil ve zelil olmuş halk ise, yaşam koşullarından bunaldığı için bu müstebidlere karşı herhangi bir direnç gösteremez. Muazzam bir kitle olan avam, hakiki mabutlarının birçok esma ve sıfatlarını bu cebir sahiplerine atfederek Allah’a ortak koşar. Allah’a tazimde bulunduğu gibi, siyasi ve dini istidad sahiplerine tazimde bulunur. Hüseyin Hazım konu ile ilgili bir kaziyeyi de misal verir: 

“Hiçbir siyasi müstebid yoktur ki, onun için ya Allah’a ortak edecek bir kutsi sıfat ileri sürülmesin veyahut bu siyasi müstebide Allah ile alakadar bir makam verilmesin.”(13) 

Dini ve siyasi müstebidlerin birlikteliği

Hüseyin Hazım önemli bir hususa daha işaret eder. Dini mütebid ile siyasi müstebid birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Biri olmadan diğerinin varlığından söz edilemez. Dini alandaki müstebid siyasi alandaki müstebidi meşrulaştırırken, siyasi alandaki müstebid de dini alandaki müstebidi kollar, sahip çıkar, besler. 

İstibdadı en güzel betimleyenlerden biri de şüphesiz Mehmed Akif’tir. “İstibdad” adlı şiirinde baştan sona istibdadın meyvelerini sıralamıştır. Tabii Mehmed Akif de istibdadı Abdülhamid ile özdeşleştirerek tanımlar. Zira baştan sona Abdülhamid dönemine işaret eder.

Pis, kirli istibdad yıkılıp gitmiştir, fakat insanların aklından ise çıkmamıştır. Makberdeki ecdad bile, bir celladın binlerce masumu öldürürken kimsenin sesinin çıkmamasından dolayı kendisinden sonra gelen nesle sitem etmektedir. Otuz milyon ahali üç şakinin mahkûmu olmuştur.(14)

Geçmiş: Karanlık mazi

Mehmed Akif, şiirini yazdığında Abdülhamid henüz tahttadır. Akif daha önce yazdığı “Durmayalım” şiirinde de, istibdad dönemini dile getirirken maziyi karanlık, dikenli bir yol ve dehşetli geçmiş olarak ele alır. Atiyi ise korkusuz ve kudsi bir hakikat olarak tanımlar.(15) 

Akif’in düşüncesinde istibdad, karanlık, dikenlerle dolu bir çöldür. Bir bakıma Akif’in istibdada karşı oluşu, geçmişle bağın kesilmesi gerektiği kanaatini de uyandırır. Zira maziyi, dikenlerle dolu bir çöle benzetirken, geleceği kutsaması, ileriye dönük büyük problem çıkaracaktır. Nitekim öyle de olmuştur. Tarihin bir cilvesi olarak ilerleyen süreçte ise Mehmed Akif, şikâyet ettiği Abdülhamid istibdadından daha şedid bir istibdadla karşılaşacak ve vatanından hicret etmek zorunda kalacaktır. 

Manastırlı İsmail Hakkı da istibdadı ammenin hürriyetini mahvuperişan eden bir ateşe benzetir. Bu ateş cihanı yakıp yıkacağından, hiçbir şeyde düzen intizam bırakmaz.(16) 

İstidadın meyveleri

Mustafa Sabri Efendi de istibdadın milletin şan ve şerefi ile beraber ahlakını da bozduğundan yakınır. İstibdad zenginler arasında rekabet ve çekememezliği, fukara arasında ise atalet ve meskeneti ilka eder. İstibdad devirlerinde hükümetlerin vazifesi zalimlere, mütegalibelere dayanak olmaktan ibarettir. Bütün milleti birbirinden soğutur, akrabayı akrabadan, komşuyu komşudan, insanları birbirinden ayırır, herkes birbirine yabancı olur. İstibdad kalplerden vatan muhabbetini, umumi menfaat hissini siler yalnız şahsi menfaati kalplere yerleştirir. Böyle dönemlerde herkes kendisi için çalışır çabalar, kendi işini yoluna koyduktan sonra başkası ne olursa olsun der. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın dönemleri istibdad dönemleridir.(17)

Bin küsur senelik istibdad dönemi

Abdülhamid ile özdeşleşen istibdad kavramı dönemin İslamcıları tarafından çok farklı şekillerde yorumlanmıştır. İstibdadın tarihsel ömrü alabildiğine genişletilmiştir. 

Filibeli Ahmed Hilmi istibdadın tarihsel süreç içerisinde nasıl sonuçlar ortaya çıkardığına değinir:

“İstibdad, hürriyeti içtimaiye ile beraber hürriyeti diniyeyi de mahvetti. Hürriyeti fikriye mani edildi. İstibdadın kabul ettiği fikirler, resmi ve kabulü zaruri fikirler şeklini aldı. Büyük müçtehitler ve saygıdeğer mütefekkirler yanlış fikirleri kabule zorlandılar. İstibdad devirleri çok kısa dönemler hariç, asırlarca devam etti. Halife-i Raşidinden sonra Emevi ile başlayan istibdad 1324 senesi Temmuzunun onuncu gününe kadar sürdü.”(18)

Filibeli’nin istibdada yaklaşımı ilginçtir. Ona göre istibdadın başladığı tarih Emevi bitişi ise II. Meşrutiyetin ilanıdır. Müslümanlar asırlarca istibdad yönetimi altında yaşamıştır. Filibeli Ahmed Hilmi iki yıl sonra neşretmeye başladığı “Hikmet Mecmuası”nda da aynı ifadeleri kullanır:

“Biz istibdad dedikçe hatırımıza yalnız ikinci Abdülhamid’in saltanat dönemi gelir. Halbuki Emevilerin galebesiyle beraber, yani bin küsur senedir Müslümanlar, pek kısa ve az müstesna zamanlar haricinde hep istibdad ile idare edilmişlerdir. Bazen yalnız istibdad idare, bazen dini, bazen de her ikisi birleşerek milleti esir, İslam vatanını harabeye çevirmiştir. İşte bu uzun süren istibdad devirleri Müslümanlara fena davranışları miras bırakmıştır.”(19) 

Müstebid ve mütegallibenin tasallutu

Sadece Filibeli değil dönemin bütün İslamcıları hemen hemen aynı düşünmektedir. On bir, on iki asırlık tarihin büyük kısmı müstebid ve mütegallibenin tasallutuyla geçmiştir.(20) 

Yakub Kemal’in ifadeleriyle; 

“Bugün alemi İslam’ın baştan başa içinde bulunduğu aciz ve meskenetin, gerileyiş ve çöküşün başlıca sebeplerinden biri, Müslümanların başında bulunan müstebid idarecilerin gayri meşru hareketleridir. Müstebid idareciler hoşlarına gitmeyen birçok şer’i ahkâmı, türlü tevillerle kendi menfaatlerine yarayacak şekilde değiştirmiştir.”(21) 

Musa Kazım Efendi de benzer ifadeler kullanır.(22)

Her fenalığın sebebi istibdad

Dönemin İslamcıları siyasi, askeri, iktisadi, hukuki, içtimai ve akla gelebilecek bozuk giden, bozulup yok olan ne varsa hemen hepsini bir sebebe bağlamışlardır. O sebep de “İstibdad”dır.(23) 

Bütün kayıpların, yok oluşların sebebi asırlarca sürüp gelen istibdad idaresi, müstebid devlet ricali idi. Ta ki meşrutiyet ilan edilinceye kadar. Padişah, Kur’an’ın mucibince ve Resulullahın (sav) tavsiyesine uygun hareket ederek meşrutiyeti ilan etmişti.(24)

Özellikle Manastırlı İsmail Hakkı halka açık olarak yaptığı bütün vaazlarında, yaşanan olumsuzlukların tek sebebinin istibdad olduğunu sürekli tekrarlar. 

İstibdadın karşısına sürekli olarak ‘meşveret’i çıkaran İslamcılar, meşveretin gerekliliğini şer’i deliller ile izaha çabalar.(25) İstibdada karşı meşveret sürekli gündeme gelir. Meşveretten kaçınan ve kendi görüşüyle hareket edenler, müstebid olarak tanımlanır ve yapıp ettiklerinden sevap alamazlar.(26) Meşveret usulü, şer’an gerekli olduğu gibi, insanlık için hayırlı geçen asırların ortaya çıkmasında, delaletten sakınmasının önüne geçmek için de sağlam bir usuldür. Şer’an ve tarihen sabit olan meşveret usulünün meşruiyetini ispat hususunda delil ve burhana lüzum yoktur.(27) 

İstibdad öyle bir tepkiye yol açmıştır ki, hükümetin yanlış politikalarını eleştirmek dahi, istibdada –eski düzene– dönmek olarak yorumlanmıştır. Meşrutiyeti savunmakla birlikte, İttihatçıların siyasi ve içtimai politikalarını eleştirenler dahi, sureti haktan görünüp istibdada dönmek isteyenler olarak suçlanır.(28)

İstibdad ve değişen müstebidler

Abdülhamid ile özdeşleştirilen istibdadın, kısa bir zaman sonra İttihatçıların politikaları sonucunda başka bir istibdada doğru evrildiğini göstermektedir. İttihatçı iktidarla içli dışlı olan ve hemen hepsinin ya Mebusan Meclisinde ya da Ayan Meclisinde birer koltuğu bulunan dönemin İslamcıları, Derviş Vahdeti hariç fazla seslerini yükseltmeden yeni müstebidleri eleştirirken, Derviş Vahdeti yapılmak istenen gayri meşru işlere, parlamentoda çıkarılan yeni yasalara en yüksek perdeden itiraz eder.(29) 

İttihatçılar, özellikle basın üzerinde baskı kurmaya ve muhalif dili susturmaya çalışırlar. Kendileri gibi konuşmayan muharrirleri, ulemayı susturmak için azami gayret gösterirler.(30) İttihad Terakki, siyasi ve içtimai politikalarına muhalefet edenleri bertaraf etmek için cebir ve baskı kullanmaya kadar gider. Kendileri gibi konuşanların ise yanlarında durmalarını sağlamaya çalışır.(31)

İttihad ve Terakki’nin bir cemiyeti olarak kurulan ve kurucuları arasında Mustafa Sabri, Elmalılı Hamdi gibi dönemin önemli isimlerinin de bulunduğu Cemiyyet-i İlmiyye-i İslamiyye de yaklaşık olarak dört ay sonra İttihatçılarla yollarını ayırır. Cemiyet gazeteleri olan Beyanülhak da “Ahz-ı ameli, meşrutiyet-i meşruayı muhafaza ile İslamiyet’in terakki ve tealisine hizmetten ibaret bulunan Cemiyyet-i İlmiyye-i İslamiyye’nin İttihat ve Terakki Cemiyeti ile rabıtası olmadığı ilan olunur”(32) diyerek yollarını ayırır. 

Sonuç:

İstibdad kavramı Osmanlı modernleşmesinin başlaması ve hassaten II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte üzerinde en çok tartışılan kavramlardan biri olmuştur. Dönem itibarıyla siyasi, askeri, iktisadi, hukuki ve içtimai alanda meydana gelen değişim ve dönüşümlere paralel olarak bütün kavramlar ele alınıp yorumlanmıştır. Bu kavramlardan biri de şüphesiz ki istibdad kavramıdır.

II. Meşrutiyetin ilanından sonra yapılan istibdad ve müstebid tanımlamalarının, tamamen II. Abdülhamid ile özdeşleştirilerek yapıldığı gözlemlenmektedir. Fakat İttihad ve Terakki’nin uyguladığı politikalar sonucunda, istibdad tanımı değişmese de müstebid değişmiştir. Eski müstebid Abdülhamid’in yerini yeni müstebid İttihad ve Terakki almıştır.

Dönem İslamcılarının belki de en büyük yanılgısı, salt Abdülhamid düşmanlığına dayanan yaklaşımları olmuştur. Hemen her şeyin bozulduğu ve kurulan yeni düzende de hemen her şeyin bozuk gideceğini öngöremediler. Yaşanan ne kadar olumsuzluk varsa bütün vebali günahı istibdad idaresine, dolayısıyla Abdlhamid’in omuzlarına yüklediler. 

İslamcılar istibdadı, İslam tarihinin bütün safhalarına giydirdiler. Bu yaklaşım kendi ayaklarına birer pranga vurmaktan farksızdı. İçeride büyük sıkıntılara neden olduğu gibi, dış dünyanın eline de önemli bir koz verdiler. Meşrutiyetten önceyi “eski”, meşrutiyetten sonrayı “yeni” olarak tanımlamaları kendi kendilerini köksüzleştirdi, türedi bir pozisyona soktu.

Dipnotlar:

1 Yakup Döğer, İslamcıların Hürriyet Telakkileri, İktibas Dergisi, Mayıs 2022, sayı 521, https://iktibasdergisi.com/2022/06/02/islamcilarin-hurriyet-telakkileri/

2 Hafız Mehmed, Makale-i Mahsusa, Beyânül Hak, sayı 3, sayfa 11-12, tarih 19 Ekim 1908; Hayret, Ya Alîm Ya Halîm, Beyânül Hak, sayı 1, sayfa 6, tarih 5 Ekim 1908

3 Mustafa Sabri, Beyânül Hakk’ın Mesleği, Beyânül Hak, cilt I, sayı 1, sayfa 2-4, tarih 5 Ekim 1908

4 Mehmed Fahreddin, Tevhîd ve İttihâd, Sebilürreşad, cilt 8, sayı 189, sayfa 123, tarih 18 Nisan 1912

5 Manastırlı İsmail Hakkı, Ders 46, Sıratı Müstakim, cilt 1, sayı 1, sayfa 12, tarih 27 Ağustos 1908

6 Mustafa Sabri, a.g.m.

7 Mustafa Sabri, Talebe-i Uluma, Beyanülhak, sayı 33, tarih 12 Temmuz 1909

8 Hüseyin Hazım, İstibdad-Din, Beyanülhak, cilt 1, sayı 25, sayfa 580, 9 Mart 1325

9 İskilipli Mehmed Atıf, Medeniyet-i Şeriyye, Terakkiyat-ı Diniyye: İstibdat: Mabad, Beyanülhak cilt V6, sayı 150, tarih 5 Mart 1328

10 Hüseyin Hazım, a.g.e.

11 Hüseyin Hazım, İstibdad-Din, Beyanülhak, cilt 2, sayı 27, sayfa 631, tarih 23 Mart 1325

12 Hüseyin Hazım, a.g.e.

13 Hüseyin Hazım, a.g.e.

14 Mehmed Akif, İstibdad, Sıratı Müstakim, cilt 1, sayı 21, sayfa 327, tarih 14 Ocak 1909

15 Sıratı Müstakim, cilt 1, sayı 3, sayfa 35, tarih 10 Eylül 1908

16 Manastırlı İsmail Hakkı, İslamiyet’in Bahş Ettiği Hürriyet-i Amme, Sıratı Müstakim, cilt 2, sayı 27, sayfa 3, tarih 23 Şubat 1909

17 Mustafa Sabri’nin nutku, Beyânül Hak, cilt 2, sayı 43, sayfa 950, tarih 7 Eylül 1325 – 20 Eylül 1909

18 Filibeli Hilmi, Meşrutiyet ve İslamiyet Nimet-i Meşveret, İttihad-ı İslam, sayı 2, tarih 24 Aralık 1908

19 Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Fenalık Nerede, Nazırlar, Nezaretler ve Siyaset-i Umumiye, Hikmet, cilt 1, sayı 34, 08 Kanunuevvel 1910

20 Yakub Kemal, İslam’da Uhuvvet-i Diniyye ve Bugünkü Müslümanlar -I-, Tearüf-i Müslimin, cilt 1, sayı 1, tarih 15 Nisan 1910

21 Yakub Kemal, İslam’da Uhuvvet-i Diniyye ve Bugünkü Müslümanlar -I-, Tearüf-i Müslimin, cilt 1, sayı 3, tarih 12 Mayıs 1910

22 Musa Kazım, İslam’da Usul-i Meşveret ve Hürriyet, İstanbul, 1324

23 Mahir, Mu’cizat-ı Kur’aniyye, Sıratı Müstakim, cilt 1, sayı 3, sayfa 42, tarih 10 Eylül 1908

24 Manastırlı İsmail Hakkı, Mevaiz, Sıratı Müstakim, cilt 1, sayı 1, sayfa 10, tarih 27 Ağustos 1908

25 Ali Haydar Emin, Dela’il-i Meşveret, Sıratı Müstakim, cilt 1, sayı 2, sayfa 26, tarih 03 Eylül 1908

26 Hüseyin Hazım, Meşveret, Beyanülhak, cilt 1, sayı 1, tarih 22 Eylül 1324

27 Mardinizade Ebul Ula, Sure-i Şuara, Sıratı Müstakim, cilt 1, sayı 1, tarih 27 Ağustos 1908

28 Manastırlı İsmail Hakkı, Mevaiz, Sıratı Müstakim, cilt 2, sayı 36, sayfa 160, tarih 13 Mayıs 1909

29 Derviş Vahdeti, Kanun-i Adalet mi Yoksa Kanun-i İstibdad, Volkan, cilt 1, sayı 35, tarih 4 Şubat 1909

30 Osman Bedreddin, İstibdad’a Doğru, Volkan, cilt 1, sayı 102, tarih 12 Nisan 1909

31 Mustafa Sabri, İttihad ve Terakki Kongresinde Kıraat Olunan Raporun Bir Noktası, Beyanülhak, cilt 4, sayı 131, tarih 16 Ekim 1911

32 Beyanülhak, sayı 14, tarih 4 Ocak 1909

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *